'Yeter ki şu Başbakan gitsin!'..
24 MAYIS 2014 Yeni Şafak
Halil İnalcık hoca, Rönesans Avrupası (Türkiye'nin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme Süreci) adlı kitabında Osmanlı Batılılaşması'nı 15. Yüzyıldan başlatıp üç aşamada deşifre eder. Bu topraklarda hangi kültürlerin, kimliklerin ve üretim biçimlerinin geçtiğini bilmeden Batılılaşma sevdasını bodoslamadan Cumhuriyet'le başlatanların, günümüzde yaşanan her olayı, içinde bulunduğu dünya görüşünün 'köşeleri'yle izah edip, çıta olarak da soyut bir 'evrensel'likle kıyaslaması öncelikle entelijansiyamız adına ne büyük bir talihsizliktir.
Dünyada olduğu gibi Türkiye'de de olup biteni anlamak için biraz yukardan yani boylamasına ve aynı zamanda ufkî olarak yani enlemesine bakmak gerekiyor. Bu ülkedeki transformasyonun, son 12 yılın çıktısı zannedenlerin bir daha durup düşünmelerinde yarar olduğunu ifade edenlerdeniz.
Bu topraklardaki transformasyon, bazı tarihçilerimizin de tespit ettiği gibi Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomik ve kültürel yapısının uğradığı değişimlerden bugüne ama asıl kırılma noktası olarak da Cumhuriyet'in ilanıyla rüzgârına yelken doldurmuş, hiçbir alanda gelişimini tamamlamadan bugünlere akmış, bundan sonra da devam edecek devasa bir süreçler bütünüdür.
Kültürleri, kimlikleri, sosyal yapıyı birbirine harmanlayarak zamanın içinden bugünlere kayan uzun soluklu bu transformasyon, feodal yapının toplumu üzerine rahmetli Adnan Menderes (Çok Partili Dönem) ile kapitalizm elbisesini giydirmeye çalışmış, rahmetli Turgut Özal ile de yumurtasını çatlatan kapitalizmden liberalizmin terzilik denemelerine geçmiş. Bu arada ne tam anlamıyla soy ölçekler nezdinde, ne tam kapitalist toplum olabilmişiz, ne de tam liberal. Pek çok disiplin açısından durum böyle. Biz siyaset yansımasının izinden giderek soralım:
Amerika'da ya da Almanya'da seçim sistemi üzerinde yöntemsel herhangi bir tartışma duyduğunuzu hatırlıyor musunuz? Bizde bunca yılın seçim deneyimine rağmen yüzde 10'luk baraj sisteminden dar bölge tartışmalarına kadar hâla bir 'oturmamışlık' var mıdır, yok mudur? Oysa hep birlikte 1950'de siyasi özgürlüğe ilk adımı atmadık mı?..
Evet attık... Yani ilk kırılma noktası, süreç başlangıcı oraya denk düştü...
Bir başka alandan bakalım meseleye. Bekir Ağırdır'ın dediği gibi son 30 yılda 26 milyon insan göç etmiş, yer değiştirmiş... Bekir Ağırdır, 'Böyle bir örnek yok dünya üzerinde' diyor.
O zaman, feodalitenin üzerine kapitalizmi, sonrasında liberalizmi inşa edemeyen, süreçlerini oturtamayan ve İmparatorluğun; ardından Cumhuriyet'in farklı insiyaklarla planladığı toplum mühendisliği girişimlerini içselleştiremeyen, hepsinin birbirine benzemeyen paradigmalarının içinden türeyen yaşam tarzları, kültürler, kimlikler ve üretim biçimlerinin bugüne gelip dayattığı 'ortak ruhi şekillenme'nin iki ayrı çıkış kapısı sunuyor olmasını neden yadırgıyoruz?
Son 12 yılda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın liderliğindeki dönüşümün temelini oluşturan, hem sivil hem askeri bürokrasi hem de genel anlamda vesayet anlayışına karşı bir duruş içeren üçüncü süreç de, tıpkı diğer ikisi gibi henüz tamamlanmamıştır. Başbakan'ın şahsına yönelik agresyonun, kendisine getirilen negasyonun (reddiye), 'Gitsin de nasıl giderse gitsin' diye ifade edilen politik angajmanın temelinde 'nefes borularının kesildiği' hissine kapılan çevrelerin verdikleri son varoluş mücadelelerinin izlerini görmek mümkündür...
Tüm bu akıl yürütmelerinin ışığında ülkemizde dünden bugüne olup biteni anlamaya çalışırken Türkiye'de şu üç dönemin aynı anda ve bir arada yaşandığını iddia etmek pekâlâ mümkündür:
Bir: Feodal tarım toplumunun kültürel ilişkileri
İki: Kapitalist sanayi toplumunun kültürel ve ekonomik ilişkileri
Üç: Liberal ve Bilgi Toplumu'nun gerektirdiği paradigmalara uygun hayat tarzları.
Evet, hepsi aynı anda... Bir kötü, bir iyi haber mantığıyla, yan yana gelmesi düşünülmeyen gelişmeleri hatırlayıp, örnekler vererek ilerleyelim:
Soma faciasındaki 1800'lü yılları hatırlatan ilkel görüntüler de, göğsümüzü kabartan THY markasının dünya ölçeklerindeki başarıları da, Okmeydanı'nda önceki gün iki insanın can verdiği şiddet ortamı da, Anadolu sermayesinin canlanmasıyla ve sonrasında dünyanın başına gelen büyük küresel finans krizinde ülkemizin kuyruğu dik tutarak ekonomik anlamda gösterdiği dirayet de... Yerdeki adamı tekmeleyen danışman görüntüsü de bu süreçlerin içindedir, uluslararası düzeyde kabul gören genç klasik müzik ustalarımız da...
Örnekleri çoğaltmak kolay. Hepsi aynı Türkiye'nin üç farklı döneme ait 'çıktıları' olarak karşımıza dikilmiyor mu? O zaman sormaz mıyız:
Evrensellik bu tuhaf ve tamamen bize ait gerçekliğin neresindedir? Itibarını var gücümüzle korumamız gereken Türk Silahlı Kuvvetleri'ni içinde bulunduğumuz koşullar ve tarihi gerçekçilik noktasında hangi evrensel ordu kriterleriyle ele alacağız ve içinden geçmekte olduğumuz üçlü süreç sisteminde nereye oturtacağız?...
Olup bitenleri iç içe geçmiş ve aynı anda yaşanan bu üç büyük tarihsel dönem içinde görmeyip, 21. Yüzyıl'ın sosyolojik ve teknolojik başarılarına sahne olan ülkelerin standartlarıyla bakmak; 'Ay ne kadar iğrenç!' duygusuyla hudayinabit bir kibirin içinden, tasallut haline dönüşmüş kodlamalarımızla 'okumak', bizi önümüzden geçip giden hayatla buluşturmaz. Tersine ayaklarımız yerden kesilir ve oylarımızı kullandığımız seçmen kabinlerindeki hissiyatımızla seçim sonuçları arasındaki o büyük farka şaşa şaşa ömrümüzü tamamlarız.
İletişimin alfabesi de böyle diyor: Bastığın toprağı değiştirmek istiyorsan önce tanıyacaksın. 'Evrensel' kıstaslarla bu topraklara bakarsın bakmasına da, değiştirebilir misin acaba? Değişimin ilk koşulu inanmak ve sevgiyse, sorun bakalım kendinize; baktığınız toprakları ne kadar seviyor, ona ne kadar inanıyorsunuz?
Çünkü değişim, ikna edebilmekle mümkündür.
Dünyada olduğu gibi Türkiye'de de olup biteni anlamak için biraz yukardan yani boylamasına ve aynı zamanda ufkî olarak yani enlemesine bakmak gerekiyor. Bu ülkedeki transformasyonun, son 12 yılın çıktısı zannedenlerin bir daha durup düşünmelerinde yarar olduğunu ifade edenlerdeniz.
Bu topraklardaki transformasyon, bazı tarihçilerimizin de tespit ettiği gibi Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomik ve kültürel yapısının uğradığı değişimlerden bugüne ama asıl kırılma noktası olarak da Cumhuriyet'in ilanıyla rüzgârına yelken doldurmuş, hiçbir alanda gelişimini tamamlamadan bugünlere akmış, bundan sonra da devam edecek devasa bir süreçler bütünüdür.
Kültürleri, kimlikleri, sosyal yapıyı birbirine harmanlayarak zamanın içinden bugünlere kayan uzun soluklu bu transformasyon, feodal yapının toplumu üzerine rahmetli Adnan Menderes (Çok Partili Dönem) ile kapitalizm elbisesini giydirmeye çalışmış, rahmetli Turgut Özal ile de yumurtasını çatlatan kapitalizmden liberalizmin terzilik denemelerine geçmiş. Bu arada ne tam anlamıyla soy ölçekler nezdinde, ne tam kapitalist toplum olabilmişiz, ne de tam liberal. Pek çok disiplin açısından durum böyle. Biz siyaset yansımasının izinden giderek soralım:
Amerika'da ya da Almanya'da seçim sistemi üzerinde yöntemsel herhangi bir tartışma duyduğunuzu hatırlıyor musunuz? Bizde bunca yılın seçim deneyimine rağmen yüzde 10'luk baraj sisteminden dar bölge tartışmalarına kadar hâla bir 'oturmamışlık' var mıdır, yok mudur? Oysa hep birlikte 1950'de siyasi özgürlüğe ilk adımı atmadık mı?..
Evet attık... Yani ilk kırılma noktası, süreç başlangıcı oraya denk düştü...
Bir başka alandan bakalım meseleye. Bekir Ağırdır'ın dediği gibi son 30 yılda 26 milyon insan göç etmiş, yer değiştirmiş... Bekir Ağırdır, 'Böyle bir örnek yok dünya üzerinde' diyor.
O zaman, feodalitenin üzerine kapitalizmi, sonrasında liberalizmi inşa edemeyen, süreçlerini oturtamayan ve İmparatorluğun; ardından Cumhuriyet'in farklı insiyaklarla planladığı toplum mühendisliği girişimlerini içselleştiremeyen, hepsinin birbirine benzemeyen paradigmalarının içinden türeyen yaşam tarzları, kültürler, kimlikler ve üretim biçimlerinin bugüne gelip dayattığı 'ortak ruhi şekillenme'nin iki ayrı çıkış kapısı sunuyor olmasını neden yadırgıyoruz?
Son 12 yılda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın liderliğindeki dönüşümün temelini oluşturan, hem sivil hem askeri bürokrasi hem de genel anlamda vesayet anlayışına karşı bir duruş içeren üçüncü süreç de, tıpkı diğer ikisi gibi henüz tamamlanmamıştır. Başbakan'ın şahsına yönelik agresyonun, kendisine getirilen negasyonun (reddiye), 'Gitsin de nasıl giderse gitsin' diye ifade edilen politik angajmanın temelinde 'nefes borularının kesildiği' hissine kapılan çevrelerin verdikleri son varoluş mücadelelerinin izlerini görmek mümkündür...
Tüm bu akıl yürütmelerinin ışığında ülkemizde dünden bugüne olup biteni anlamaya çalışırken Türkiye'de şu üç dönemin aynı anda ve bir arada yaşandığını iddia etmek pekâlâ mümkündür:
Bir: Feodal tarım toplumunun kültürel ilişkileri
İki: Kapitalist sanayi toplumunun kültürel ve ekonomik ilişkileri
Üç: Liberal ve Bilgi Toplumu'nun gerektirdiği paradigmalara uygun hayat tarzları.
Evet, hepsi aynı anda... Bir kötü, bir iyi haber mantığıyla, yan yana gelmesi düşünülmeyen gelişmeleri hatırlayıp, örnekler vererek ilerleyelim:
Soma faciasındaki 1800'lü yılları hatırlatan ilkel görüntüler de, göğsümüzü kabartan THY markasının dünya ölçeklerindeki başarıları da, Okmeydanı'nda önceki gün iki insanın can verdiği şiddet ortamı da, Anadolu sermayesinin canlanmasıyla ve sonrasında dünyanın başına gelen büyük küresel finans krizinde ülkemizin kuyruğu dik tutarak ekonomik anlamda gösterdiği dirayet de... Yerdeki adamı tekmeleyen danışman görüntüsü de bu süreçlerin içindedir, uluslararası düzeyde kabul gören genç klasik müzik ustalarımız da...
Örnekleri çoğaltmak kolay. Hepsi aynı Türkiye'nin üç farklı döneme ait 'çıktıları' olarak karşımıza dikilmiyor mu? O zaman sormaz mıyız:
Evrensellik bu tuhaf ve tamamen bize ait gerçekliğin neresindedir? Itibarını var gücümüzle korumamız gereken Türk Silahlı Kuvvetleri'ni içinde bulunduğumuz koşullar ve tarihi gerçekçilik noktasında hangi evrensel ordu kriterleriyle ele alacağız ve içinden geçmekte olduğumuz üçlü süreç sisteminde nereye oturtacağız?...
Olup bitenleri iç içe geçmiş ve aynı anda yaşanan bu üç büyük tarihsel dönem içinde görmeyip, 21. Yüzyıl'ın sosyolojik ve teknolojik başarılarına sahne olan ülkelerin standartlarıyla bakmak; 'Ay ne kadar iğrenç!' duygusuyla hudayinabit bir kibirin içinden, tasallut haline dönüşmüş kodlamalarımızla 'okumak', bizi önümüzden geçip giden hayatla buluşturmaz. Tersine ayaklarımız yerden kesilir ve oylarımızı kullandığımız seçmen kabinlerindeki hissiyatımızla seçim sonuçları arasındaki o büyük farka şaşa şaşa ömrümüzü tamamlarız.
İletişimin alfabesi de böyle diyor: Bastığın toprağı değiştirmek istiyorsan önce tanıyacaksın. 'Evrensel' kıstaslarla bu topraklara bakarsın bakmasına da, değiştirebilir misin acaba? Değişimin ilk koşulu inanmak ve sevgiyse, sorun bakalım kendinize; baktığınız toprakları ne kadar seviyor, ona ne kadar inanıyorsunuz?
Çünkü değişim, ikna edebilmekle mümkündür.