Yoksa ben farklı bir kongre mi izledim?
02 EKİM 2012
Pazar günkü AK Parti Kongresi aslında pek çok açıdan ‘tarihî’ denilebilecek özellikleri içinde barındırıyordu. Daha ne olsun; en başta gelen ‘ilk’lerden biri, başarısının zirvesindeki bir Başbakan ve Parti liderinin “Bir kez daha aday olmayacağım” diyerek verdiği sözü yerine getireceğini ifade etmesiydi.
Sonra, Alparslan’dan başlayarak Osman Gazi’ye, oradan Selçuklu’ya, Osmanlı’ya, Cumhuriyet’e ve bu sıralama içinde kuşattığımız tüm kültürlerin içinden geçerek, kadim bir gelenekten gelip geleceğe ‘uzun ince bir yolda’ yürüyen iktidarın sesi olduğunu açıklıkla ifade etmesi… Edebiyatından, şiirinden, mesellerden alıntılarla kurgulanmış bir sahne performansıyla geniş bir tarihi ufuk içindeki kültürel payandaları sıralaması… Konuşmasının uzunca bir bölümünde özetle, “Ak Parti, 1920’de, 1923’deki kuruluş ruhunu devam ettiren, 40’lı yıllardaki azınlığın çoğunluğa tahakküm altına aldığı zihniyeti ortadan kaldıran ve Türkiye’yi normalleştiren partidir” diyerek sürekliliğe vurgu yapması… Devlet ile millet arasında asla ve asla mesafenin olamayacağının altını çizmesi ve “seçkinci, statükocu, vesayetçi eski zihniyetlerin” artık gerilerde kaldığına vurgu yapması… Ak Parti’nin darbeler dönemini kapatan parti olduğunu söylemesi… Halkı Müslüman olan bir ülkenin demokrasiyle yönetilebileceğini tüm İslam alemine gösterdiklerini ifade etmesi… “Yüzde 99’la iktidara gelsek de yüzde 1, bizim teminatımız altında yaşayacaktır” demesi… Kadim bir geleneği sahiplenerek 2071’i gençliğe hedef olarak gösteren Başbakan dünkü tarihi konuşmasında son derece tipik bir ‘Milli Kültür Politikası’ tablosu çiziyordu… İlk kez bir partinin kongresine bu kadar çok yabancı lider ve siyasetçi konuk katılıyordu. İlk kez bir Başbakan bu kadar yoğun (tam 5 ayrı şairden okuduğu şiirlerle) iletişimin temel öğelerinden biri olan ‘duygulardan çok düşüncelere hitap’ ilkesini uyguluyordu.
Pekiyi, çok kimsenin ağzında kalan buruk tad, tatminsizlik duygusu niyeydi? O ünlü formülde gizliydi bu sorunun yanıtı: Tatmin = Algı – Beklenti… Öyle bir beklenti yaratılmıştı ki, Başbakan ağzıyla kuş tutsa bile bir tatminsizlik oluşacaktı. Hani Boğazı yürüyerek geçmiş de adam, ertesi günü “Yuh, adam yüzme bilmiyormuş!” diye yazmışlar… O hesap…
Dikkatimi çeken iki husus daha vardı. AK Parti web sitesine de konmuş olan konuşma metninde de o cümle şöyle:
“Bizim yolumuz, Gazi Mustafa Kemal’in, Merhum Adnan Menderes’in, Merhum Turgut Özal’ın, Merhum Necmettin Erbakan’ın yoludur. Yani bizim yolumuz milletin yoludur; bizim yolumuz sevginin, kardeşliğin, tevazuun, kucaklamanın, birleştirmenin yoludur.”
Oysa pek çok yorumcu ne hikmetse Gazi Mustafa Kemal’i hariç tutarak Erdoğan’ın kendisine çizdiği siyasi ufuk ve mirasın Menderes, Özal ve Erbakan’la sınırlı olduğunu savundular.
Bir diğer önemli nokta ise, rahmetli Halit Refiğ’in yıllar önce NPQ Türkiye dergisinde yazdığı ve pek çok röportajında altını çizdiği tahlili akla getiren şu tespitin Başbakan tarafından ifade edilmesiydi:
“Onlar (gençler) bizden ne bekliyordu biliyor musunuz? Onlar bizden, gelip geçici çözümler değil, köklü çözümler istiyorlardı. Gazi Mustafa Kemal’in başlattığı, ama bizzat yakın arkadaşları tarafından inkıtaya uğratılan anlayışın, hoşgörünün, demokrasinin, özgürlüklerin Türkiye’ye hâkim kılınmasını istiyorlardı.”
Bu cümle içindeki “bizzat yakın arkadaşları tarafından inkıtaa uğratılan” şeklindeki ifade, tam da Refiğ’in 30’larda ‘Batıcı’ anlayışa teslim olunarak başlatılan (Kadro dergisinin kapatılması, Mustafa Kemal’in özgün düşüncesinin pasifize ve bilahare tasfiye edilmesi, yerine özüyle alâkasız bir Kemalizm/Atatürkçülük anlayışının getirilmesi) bir tür ‘ikinci tanzimat’ harekâtına işaret ediyordu…
Oysa ki ‘tatmin olmadığı’nı her haliyle belli eden pek çok yorumcu, bu saydığım ‘tarihî’ önemdeki tespitlerin hiçbiriyle ilgilenmiyordu sanki. Acaba ben başka bir Kongre izlemiş olabilir miyim?
‘İkinci El’de il 10…
Belki gözden kaçmıştır… TVNet’in özellikle kısa, öz, net ve sade sunumuyla hayli başarılı bulduğum motorlu araçlar programı Otoinfo’da, geçen Cumartesi ilginç bir araştırma vardı.
Yapımcılar bazı otomobillerin 2012 fiyatlarına bakmışlar. Sonra da bunların bir yıllıklarının ‘ikinci el’ piyasa değerine. Markaların yüzde ne kadar değer kaybettiklerine göre bir sıralama yapmışlar. Pahalı markaları konu dışı bırakmışlar. Çünkü onların sahipleri için ‘değer kaybı’ pek önemli değilmiş. Önce yüzde üzerinde değer kayıplarıyla birlikte sıralamaya bakalım:
10. Fiat Punto %1; 9. Honda %1; 8. Nissan Qashqai %15; 7. Ford Fiesta %15, 6. Opel Corsa %14,5; 5. Toyota Corolla %14; 4. Opel Insignia %13,5; 3. VW Passat %7,5; 2. Dacia Duster %6,5; 1. VW Jetta %5 (Bir yılda sadece 3.000¨ değer kaybetmiş)
Görünen o ki, satış odaklı pazarlama iletişimi stratejilerinde ikinci el satışları yönetebilmek ve bu 10’luk listeye girebilmek çok önemli. Bu da sadece iyi araç yapmakla değil, iyi iletişim yapmakla mümkün. İyi araç yapmak zaten ‘zorunlu hareketler’den…
Negasyonla aramız iyi değildir.
Biraz geç görmüş olmalıyım… Geçenlerde Anadolu yakasında sahil yolunda bir durakta şıkır şıkır ışıklı bir otobüs durağı panosunda rastladım o Selpak reklam spotuna: “Cildinizi tahriş etmez!”… Sonra internette şöyle bir turladım. Selpak bu spotu eni konu kullanmış…
Selpak dünyanın en zor işlerinden birini başarmış ‘kahraman’ bir markadır. Türkiye’de Nescafe, Gilette gibi ‘jenerik’ hale gelmiş bir marka olan Kleenex’i tahtından etmiş ve yerine kendisini konumlamıştır. Bugün kâğıt mendilin adı Türkiye’de Selpak’tır… Bir ara Vim öyleydi… “Vimlemek” diye bir kavram bile halk diline yerleşmişti. Selpak da öyledir işte. Dünyanın marka yönetiminde en zor işi başarmıştır… O zaman her iletişim hatası daha çok göze batmaktadır…
”Cildi tahriş etmez!”
Mutlak bir ‘lider’ nasıl böyle bir ‘savunuya’ geçer… Örneğin bir banka “Paranızı çarçur etmem, çalmam çırpmam!” der mi, ya da bir süpermarket “Biz kokmuş et satmayız!” diye kampanya yapar mı? Hele de Türkiye’de… Negasyon ve de onun negasyonu bizde kesinlikle tutmaz. “Salaksanız bu ürünü almazsınız!” deyin, bizim millet bu kadar açık bir negasyona bile kuşkuyla bakar.
Yazık olmuş canım markama. Allahtan bu kadarcık bir ‘kusurla’ sarsılmaz konumu…
Sonra, Alparslan’dan başlayarak Osman Gazi’ye, oradan Selçuklu’ya, Osmanlı’ya, Cumhuriyet’e ve bu sıralama içinde kuşattığımız tüm kültürlerin içinden geçerek, kadim bir gelenekten gelip geleceğe ‘uzun ince bir yolda’ yürüyen iktidarın sesi olduğunu açıklıkla ifade etmesi… Edebiyatından, şiirinden, mesellerden alıntılarla kurgulanmış bir sahne performansıyla geniş bir tarihi ufuk içindeki kültürel payandaları sıralaması… Konuşmasının uzunca bir bölümünde özetle, “Ak Parti, 1920’de, 1923’deki kuruluş ruhunu devam ettiren, 40’lı yıllardaki azınlığın çoğunluğa tahakküm altına aldığı zihniyeti ortadan kaldıran ve Türkiye’yi normalleştiren partidir” diyerek sürekliliğe vurgu yapması… Devlet ile millet arasında asla ve asla mesafenin olamayacağının altını çizmesi ve “seçkinci, statükocu, vesayetçi eski zihniyetlerin” artık gerilerde kaldığına vurgu yapması… Ak Parti’nin darbeler dönemini kapatan parti olduğunu söylemesi… Halkı Müslüman olan bir ülkenin demokrasiyle yönetilebileceğini tüm İslam alemine gösterdiklerini ifade etmesi… “Yüzde 99’la iktidara gelsek de yüzde 1, bizim teminatımız altında yaşayacaktır” demesi… Kadim bir geleneği sahiplenerek 2071’i gençliğe hedef olarak gösteren Başbakan dünkü tarihi konuşmasında son derece tipik bir ‘Milli Kültür Politikası’ tablosu çiziyordu… İlk kez bir partinin kongresine bu kadar çok yabancı lider ve siyasetçi konuk katılıyordu. İlk kez bir Başbakan bu kadar yoğun (tam 5 ayrı şairden okuduğu şiirlerle) iletişimin temel öğelerinden biri olan ‘duygulardan çok düşüncelere hitap’ ilkesini uyguluyordu.
Pekiyi, çok kimsenin ağzında kalan buruk tad, tatminsizlik duygusu niyeydi? O ünlü formülde gizliydi bu sorunun yanıtı: Tatmin = Algı – Beklenti… Öyle bir beklenti yaratılmıştı ki, Başbakan ağzıyla kuş tutsa bile bir tatminsizlik oluşacaktı. Hani Boğazı yürüyerek geçmiş de adam, ertesi günü “Yuh, adam yüzme bilmiyormuş!” diye yazmışlar… O hesap…
Dikkatimi çeken iki husus daha vardı. AK Parti web sitesine de konmuş olan konuşma metninde de o cümle şöyle:
“Bizim yolumuz, Gazi Mustafa Kemal’in, Merhum Adnan Menderes’in, Merhum Turgut Özal’ın, Merhum Necmettin Erbakan’ın yoludur. Yani bizim yolumuz milletin yoludur; bizim yolumuz sevginin, kardeşliğin, tevazuun, kucaklamanın, birleştirmenin yoludur.”
Oysa pek çok yorumcu ne hikmetse Gazi Mustafa Kemal’i hariç tutarak Erdoğan’ın kendisine çizdiği siyasi ufuk ve mirasın Menderes, Özal ve Erbakan’la sınırlı olduğunu savundular.
Bir diğer önemli nokta ise, rahmetli Halit Refiğ’in yıllar önce NPQ Türkiye dergisinde yazdığı ve pek çok röportajında altını çizdiği tahlili akla getiren şu tespitin Başbakan tarafından ifade edilmesiydi:
“Onlar (gençler) bizden ne bekliyordu biliyor musunuz? Onlar bizden, gelip geçici çözümler değil, köklü çözümler istiyorlardı. Gazi Mustafa Kemal’in başlattığı, ama bizzat yakın arkadaşları tarafından inkıtaya uğratılan anlayışın, hoşgörünün, demokrasinin, özgürlüklerin Türkiye’ye hâkim kılınmasını istiyorlardı.”
Bu cümle içindeki “bizzat yakın arkadaşları tarafından inkıtaa uğratılan” şeklindeki ifade, tam da Refiğ’in 30’larda ‘Batıcı’ anlayışa teslim olunarak başlatılan (Kadro dergisinin kapatılması, Mustafa Kemal’in özgün düşüncesinin pasifize ve bilahare tasfiye edilmesi, yerine özüyle alâkasız bir Kemalizm/Atatürkçülük anlayışının getirilmesi) bir tür ‘ikinci tanzimat’ harekâtına işaret ediyordu…
Oysa ki ‘tatmin olmadığı’nı her haliyle belli eden pek çok yorumcu, bu saydığım ‘tarihî’ önemdeki tespitlerin hiçbiriyle ilgilenmiyordu sanki. Acaba ben başka bir Kongre izlemiş olabilir miyim?
‘İkinci El’de il 10…
Belki gözden kaçmıştır… TVNet’in özellikle kısa, öz, net ve sade sunumuyla hayli başarılı bulduğum motorlu araçlar programı Otoinfo’da, geçen Cumartesi ilginç bir araştırma vardı.
Yapımcılar bazı otomobillerin 2012 fiyatlarına bakmışlar. Sonra da bunların bir yıllıklarının ‘ikinci el’ piyasa değerine. Markaların yüzde ne kadar değer kaybettiklerine göre bir sıralama yapmışlar. Pahalı markaları konu dışı bırakmışlar. Çünkü onların sahipleri için ‘değer kaybı’ pek önemli değilmiş. Önce yüzde üzerinde değer kayıplarıyla birlikte sıralamaya bakalım:
10. Fiat Punto %1; 9. Honda %1; 8. Nissan Qashqai %15; 7. Ford Fiesta %15, 6. Opel Corsa %14,5; 5. Toyota Corolla %14; 4. Opel Insignia %13,5; 3. VW Passat %7,5; 2. Dacia Duster %6,5; 1. VW Jetta %5 (Bir yılda sadece 3.000¨ değer kaybetmiş)
Görünen o ki, satış odaklı pazarlama iletişimi stratejilerinde ikinci el satışları yönetebilmek ve bu 10’luk listeye girebilmek çok önemli. Bu da sadece iyi araç yapmakla değil, iyi iletişim yapmakla mümkün. İyi araç yapmak zaten ‘zorunlu hareketler’den…
Negasyonla aramız iyi değildir.
Biraz geç görmüş olmalıyım… Geçenlerde Anadolu yakasında sahil yolunda bir durakta şıkır şıkır ışıklı bir otobüs durağı panosunda rastladım o Selpak reklam spotuna: “Cildinizi tahriş etmez!”… Sonra internette şöyle bir turladım. Selpak bu spotu eni konu kullanmış…
Selpak dünyanın en zor işlerinden birini başarmış ‘kahraman’ bir markadır. Türkiye’de Nescafe, Gilette gibi ‘jenerik’ hale gelmiş bir marka olan Kleenex’i tahtından etmiş ve yerine kendisini konumlamıştır. Bugün kâğıt mendilin adı Türkiye’de Selpak’tır… Bir ara Vim öyleydi… “Vimlemek” diye bir kavram bile halk diline yerleşmişti. Selpak da öyledir işte. Dünyanın marka yönetiminde en zor işi başarmıştır… O zaman her iletişim hatası daha çok göze batmaktadır…
”Cildi tahriş etmez!”
Mutlak bir ‘lider’ nasıl böyle bir ‘savunuya’ geçer… Örneğin bir banka “Paranızı çarçur etmem, çalmam çırpmam!” der mi, ya da bir süpermarket “Biz kokmuş et satmayız!” diye kampanya yapar mı? Hele de Türkiye’de… Negasyon ve de onun negasyonu bizde kesinlikle tutmaz. “Salaksanız bu ürünü almazsınız!” deyin, bizim millet bu kadar açık bir negasyona bile kuşkuyla bakar.
Yazık olmuş canım markama. Allahtan bu kadarcık bir ‘kusurla’ sarsılmaz konumu…