Zamanın Ruhu'nu tersinden okumak
30 AĞUSTOS 2014
Sayın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın, Ahmet Davutoğlu'nun Başbakan seçilmesinde önemli kriterlerden biri olarak paralel yapıya karşı mücadeledeki kararlılığının altını çizmesini 'Zamanın Ruhu' (Zeitgeist) çerçevesinde ve tersinden okumadan anlamak lazım...
Her geçen gün Sayın Başbakan'ın ve de devlete sahip çıkma refleksi gelişmiş ne kadar vatan evladı varsa hepsinin, cemaatin kısmî kontrolünden neredeyse çıkmış olduğu izlenimini de yaratan paralel yapı konusunda gösterdikleri hassasiyetin önemi, giderek gerçekler birer birer ortaya çıktıkça daha da iyi anlaşılıyor. Benim ise bu yapının iş dünyasındaki izdüşümleri söz konusu olduğunda, yaşadıkça aklımdan çıkmayacak o üç olayı (isim, mekân ve tanıklarıyla birlikte anlatmayı sonraki kitabıma bırakarak) Yeni Türkiye'nin kültür ve değerlerinde bir rahatsızlık unsuru olarak tezahür etmesinin önüne geçilebilmesi arzusuyla dile getirmeyi bir görev biliyorum:
Birinci olay:
28 Şubat sürecinde aile yakınlarım hariç, 'Danışmanlık yaptığın bütün müşterilerini kaybedersin' eleştirisiyle karşı çıkan çevremdeki herkesi dinlemeyip, içimdeki şu sese kulak vermiştim:
'Çoğunluğun arzularına uyarak farklı ve yeni şeyler ortaya koymak kesinlikle mümkün değildir.'
Daha sonra 'Algılama Yönetimi' adlı kitabımızda da ifade ettiğimiz bu düstur uyarınca, iletişim alanındaki bilgi ve birikimimle yanlarında olduğum Kanal 7 yöneticilerine danışmanlık hizmeti sunduğum yıllardı... Bu dönemde hayli yakın bir arkadaşlık ilişkisi içinde olduğumuz bir işadamının, espriyle karışık şu gizli alayına muhatap olduğumu hatırlarım:
'Şeriatçı danışman!'
Kanal 7, belki biraz da bizim naçizane katkımızla o dönemin krizlerini atlatmayı başarırken bu kez aynı iş adamı, bir çevre sorunu nedeniyle söz konusu TV kanalı tarafından ortaya çıkarılan kendi krizleri karşısında zor durumda kalmıştı. Ne yaptı bu arkadaşımız? Kalktı bana geldi ve Kanal 7 yöneticileriyle kendisinin görüştürülüp aralarının bulunması için randevu ayarlamam üzere ricacı oldu. Her iki tarafın da haklı olduğu bir durum söz konusuydu. Karşılıklı konuşmayı reddettikleri için çözülemeyen sorun görüştüklerinde ortadan kalkıverdi.
Talihin cilvesine bakın ki, aynı iş adamı yıllar sonra Cemaat'in ana sponsorlarından biri haline geldi; onların mecralarında boy göstermeye, etkinliklerinde ödül alıp ödül vermeye başladı. Bu olayların gazete ve dergi kupürlerini kesip kendisine gönderdiğim ve geçmişi hatırlattığımda bana 'Zeitgeist Zeitgeist dostum!' diye geri dönmüştü.
Yani çıkarlarım doğrultusunda araziye uyuyorum, diyordu.
Aynı iş adamını Ramazan'da İstanbul AK Parti İl Başkanlığı'nın Başbakan Erdoğan'ın katılımıyla verdiği binlerce davetlinin hazır bulunduğu iftar yemeğinde en ön sıralarda Başbakan'ı canhıraş bir şekilde alkışlarken gördüğümde de hiç şaşırmadım. Bir ara göz göze geldik. Bana hafifçe gülümsedi ve başını salladı. Ne demek istediğini gayet iyi anlamıştım: Zamanın Ruhu (!)
İkinci olay:
Ünlü bir kuruluşun patronu rekabetle baş edemiyor; en iyi elemanları rakiplerine kaptırıyor ve de müessesesine gelen müşterinin sayısını ve niteliğini bir türlü artıramıyordu. Biz o zamanlar yıllar sonra tescil ettireceğimiz İletişim'de 5+1 Modeli'nin ilk adımlarını yeni yeni oluşturuyorduk. İki yıldır yönetimini Dr. Arın Saydam hanımefendiye bıraktığım danışmanlık hizmeti veren kuruluşun patent hakkını aldığı bu model; şu esaslar üzerine inşa ediliyordu:
Bir: Kurumsal vatandaşlık odaklı itibar yönetimi yapmadan,
İki: İş amaçlarına odaklı ürün, hizmet, fikir üretiminin iletişimini yönetmeden,
Üç: Var oluş nedeni odaklı konu yönetimini devreye sokmadan,
Dört: Bu üç maddeye uygun olarak bir gündem belirleme ve reaktif iletişim modeli geliştirmeden,
Beş: Var oluş nedeninin içine aldığı bu 4 basamağı kapsayacak bir liderlik iletişimi hayata geçirmeden ve de bunların sıralamalarını şaşırmadan; ahenk içinde bir orkestra şefi edasıyla bu sistemi ateşlemeden, hiçbir iletişim hedefine ulaşılamaz.
İşte bu iletişim modeli üzerine çalışıp, ilk işaret fişeklerini attığımız yıllardı.
Söz konusu işadamının sıkıntılarını iyice dinleyip anladıktan sonra son derece modern binalarının konferans salonlarında patronun kendisi ve yönetim ekibine büyük emeklerle hazırladığımız iletişim planını ve somut adımları, kritik başarı faktörleriyle beraber sunduk. Bize göre bir numaralı kritik başarı faktörü şuydu:
'Cemaat müessesesi olarak algılanmak, hedef kitleyi daraltmak anlamına gelir. Bu ise ticari başarınızı engeller. Oysa sadece Cemaat'in değil, tüm Türkiye'nin kurumu olmayı hedeflemeniz gerekir. Bireysel boyutta Cemaat'e bağlılık elbette olabilir ama bir kurumu tüm kimliğiyle Cemaat'e mal etmek en azından ticari açıdan risklidir...'
Patron hiç sesini çıkarmadan bizi dinledi; sonra kalktı kürsüye geldi. Kibarca bir ifadeyle, tabir-i amiyane ile söylemek gerekirse itin yese kuduracağı ağır bir eleştiriyle tüm söylediklerimizi neredeyse ağzımıza tıkadı:
'Bana her şeyi söyleyin; ancak Cemaat'e ve Fethullah Hocaefendi hazretlerine bağlılığımı, kurumsal baz da dahil olmak üzere kesinlikle sorgulamayın...'
İlişkimiz o gün bitti. O bitirmese zaten biz bitirecektik. Kendisine o yıllarda Cemaat'in son derece olumlu bazı girişimlerini bizim de desteklediğimizi, ancak bunu kurumumuza mal etmeyi bir an için bile olsa aklımızdan geçirmediğimizi kendisine ifade etmemize gerek yoktu. Öylesine bir körü körüne bağlılık vardı.
Aradan yıllar geçti. Akrabalarıyla dostluğumuz devam etti. Kendisiyle bir kez daha görüşmek de nasip olmadı.
En son o tarihi Başbakan için verilen iftara kadar...
O da en ön sıralardaydı. Suratında gülümsemelerin en tedirgini, en suçlusu ve en hınzırıyla kalktı yanımıza geldi; elimizi sıktı. Bir iltifat bir iltifat... Hissettiğim duygu inanın o gün kürsüde yaptığı, mesleki anlamda hicap duyduğumuz o sözlerinin yarattığı etkiden farklı değildi. O da zamanın ruhuna uymuştu.
Üçüncü olay:
Bana en çok koyan bu üçüncü olaydır. Çünkü bahsi geçecek olan kişiyle aramızda ucundan kenarından da olsa bir tür meslektaşlık, lonca ilişkisi vardır. Bizim ekipten ayrılıp kendisine şirket kurmuş arkadaşlarımızın sayısı 13'ü geçmiştir ve bu bizim için bir gurur kaynağıdır. Bu arkadaşımız da sonradan şirket kuranlardan biriydi. Batılılar'ın 'press agentry' (basın ajansı) dediği, daha çok medyada haber çıkartma odaklı, bizde tabir-i amiyane ile 'basında çok iyi dostlarımız var; biz onlara abi kardeş gibi yakınız, bizi kırmazlar, sizin her türlü haberinizi çıkarırız abi' şeklinde anlaşılan, yine Amerikalıların deyişiyle 'spin doctor'lık yapmayı hedefleyen, (biz Türkçe'de 'fırdöndü piarcılığı' diyoruz, bilimsel olarak da akademisyenler 'sözde doktorcuk' diye karşılıyorlar) bu türden işlere odaklanmışlardı. Hadi en fazlası 1990'lı yılların modası 'Stratejik İletişim Planlaması' yapıyorlardı. Her ne kadar bu işi yapsalar da her kör satıcının bir alıcısı olduğu, 'Abicim sizi diğer abilerimizle bir araya getirir iş bağlarız' diye arabuluculuk yapmaya kalkmış olsalar da, her zaman attığı adımları muhabbetle karşıladım. Çünkü başarılıydılar. Ta ki Masonlara atfedilen o numara başlayana kadar...
Hani Masonların ve Rotary'lerin, kısmen de Lion'ların (15 yılda yapılan üç ayrı araştırmanın da gösterdiği gibi) kendileri diledikleri kadar 'Hizmet ediyoruz' diye bağrışsalar çağrışsalar da halk nezdinde 'çıkar grubu' olarak algılanmalarına, 'bunların buralara üye olmaları sadece birbirlerini ticari ve siyasi anlamda koruyup kollamadan öte değildir' algısını üzerlerinden atamamaları sonucu düştükleri durum var ya, işte hüzünlü bir şekilde izlediğimiz 'Cemaat'e yakınız', söylemiyle aynı hissi yaratan işadamlarının arasında bizimkini de görmemiz hakikaten acı vermişti.
Sonradan öğrendiğimize göre 'Cemaat'e yakın' ne kadar şirket varsa onların PR konkurlarını da bizimki 'Ben Cemaat'e yakınım' diyerek alır dururmuş.
Henüz 17 ve 25 Aralık darbe girişimleri başlamamıştı. Buna rağmen üzülmüştüm. Çünkü gelecek bazen uzun sürmeyebiliyordu...
Nitekim aynı arkadaşı aynı iftar yemeğinde yine en ön sıralarda AK Parti'lilerden daha da heyecanlı bir şekilde Başbakan'ı alkışlarken görmek beni hiç şaşırtmadı. Öyle ya, tersinden okunan 'zeitgeist' onlara göre böyle bir şeydi.
Tersinden okunan bu kavramı, 'oportünizm', 'Makyavelizm', Osmanlıcası ile söyleyelim 'eyyamcılık' olarak algılayanlar, beni artık şaşırtmıyor. İyiliğimiz dokunan, iletişim dünyasına kazandırdığımız her bir değerin arkamızdan düşmanca tavır takınmasına da şaşmıyoruz. Hz. Ali efendimize atfedilen rivayet orada da yardımımıza koşuyor:
'Bir gün adamın biri Hz. Ali'ye gelir ve şöyle der: 'Ey Ali! Falanca adam seni öldürmek istiyormuş.' Hz. Ali bir süre düşünür ve cevap verir: 'Hayır. O beni öldüremez.' Neden diye sorduğunda ise verdiği cevap çok ilginçtir:
'Ben O'na hiç iyilik yapmadım ki!'...
Her geçen gün Sayın Başbakan'ın ve de devlete sahip çıkma refleksi gelişmiş ne kadar vatan evladı varsa hepsinin, cemaatin kısmî kontrolünden neredeyse çıkmış olduğu izlenimini de yaratan paralel yapı konusunda gösterdikleri hassasiyetin önemi, giderek gerçekler birer birer ortaya çıktıkça daha da iyi anlaşılıyor. Benim ise bu yapının iş dünyasındaki izdüşümleri söz konusu olduğunda, yaşadıkça aklımdan çıkmayacak o üç olayı (isim, mekân ve tanıklarıyla birlikte anlatmayı sonraki kitabıma bırakarak) Yeni Türkiye'nin kültür ve değerlerinde bir rahatsızlık unsuru olarak tezahür etmesinin önüne geçilebilmesi arzusuyla dile getirmeyi bir görev biliyorum:
Birinci olay:
28 Şubat sürecinde aile yakınlarım hariç, 'Danışmanlık yaptığın bütün müşterilerini kaybedersin' eleştirisiyle karşı çıkan çevremdeki herkesi dinlemeyip, içimdeki şu sese kulak vermiştim:
'Çoğunluğun arzularına uyarak farklı ve yeni şeyler ortaya koymak kesinlikle mümkün değildir.'
Daha sonra 'Algılama Yönetimi' adlı kitabımızda da ifade ettiğimiz bu düstur uyarınca, iletişim alanındaki bilgi ve birikimimle yanlarında olduğum Kanal 7 yöneticilerine danışmanlık hizmeti sunduğum yıllardı... Bu dönemde hayli yakın bir arkadaşlık ilişkisi içinde olduğumuz bir işadamının, espriyle karışık şu gizli alayına muhatap olduğumu hatırlarım:
'Şeriatçı danışman!'
Kanal 7, belki biraz da bizim naçizane katkımızla o dönemin krizlerini atlatmayı başarırken bu kez aynı iş adamı, bir çevre sorunu nedeniyle söz konusu TV kanalı tarafından ortaya çıkarılan kendi krizleri karşısında zor durumda kalmıştı. Ne yaptı bu arkadaşımız? Kalktı bana geldi ve Kanal 7 yöneticileriyle kendisinin görüştürülüp aralarının bulunması için randevu ayarlamam üzere ricacı oldu. Her iki tarafın da haklı olduğu bir durum söz konusuydu. Karşılıklı konuşmayı reddettikleri için çözülemeyen sorun görüştüklerinde ortadan kalkıverdi.
Talihin cilvesine bakın ki, aynı iş adamı yıllar sonra Cemaat'in ana sponsorlarından biri haline geldi; onların mecralarında boy göstermeye, etkinliklerinde ödül alıp ödül vermeye başladı. Bu olayların gazete ve dergi kupürlerini kesip kendisine gönderdiğim ve geçmişi hatırlattığımda bana 'Zeitgeist Zeitgeist dostum!' diye geri dönmüştü.
Yani çıkarlarım doğrultusunda araziye uyuyorum, diyordu.
Aynı iş adamını Ramazan'da İstanbul AK Parti İl Başkanlığı'nın Başbakan Erdoğan'ın katılımıyla verdiği binlerce davetlinin hazır bulunduğu iftar yemeğinde en ön sıralarda Başbakan'ı canhıraş bir şekilde alkışlarken gördüğümde de hiç şaşırmadım. Bir ara göz göze geldik. Bana hafifçe gülümsedi ve başını salladı. Ne demek istediğini gayet iyi anlamıştım: Zamanın Ruhu (!)
İkinci olay:
Ünlü bir kuruluşun patronu rekabetle baş edemiyor; en iyi elemanları rakiplerine kaptırıyor ve de müessesesine gelen müşterinin sayısını ve niteliğini bir türlü artıramıyordu. Biz o zamanlar yıllar sonra tescil ettireceğimiz İletişim'de 5+1 Modeli'nin ilk adımlarını yeni yeni oluşturuyorduk. İki yıldır yönetimini Dr. Arın Saydam hanımefendiye bıraktığım danışmanlık hizmeti veren kuruluşun patent hakkını aldığı bu model; şu esaslar üzerine inşa ediliyordu:
Bir: Kurumsal vatandaşlık odaklı itibar yönetimi yapmadan,
İki: İş amaçlarına odaklı ürün, hizmet, fikir üretiminin iletişimini yönetmeden,
Üç: Var oluş nedeni odaklı konu yönetimini devreye sokmadan,
Dört: Bu üç maddeye uygun olarak bir gündem belirleme ve reaktif iletişim modeli geliştirmeden,
Beş: Var oluş nedeninin içine aldığı bu 4 basamağı kapsayacak bir liderlik iletişimi hayata geçirmeden ve de bunların sıralamalarını şaşırmadan; ahenk içinde bir orkestra şefi edasıyla bu sistemi ateşlemeden, hiçbir iletişim hedefine ulaşılamaz.
İşte bu iletişim modeli üzerine çalışıp, ilk işaret fişeklerini attığımız yıllardı.
Söz konusu işadamının sıkıntılarını iyice dinleyip anladıktan sonra son derece modern binalarının konferans salonlarında patronun kendisi ve yönetim ekibine büyük emeklerle hazırladığımız iletişim planını ve somut adımları, kritik başarı faktörleriyle beraber sunduk. Bize göre bir numaralı kritik başarı faktörü şuydu:
'Cemaat müessesesi olarak algılanmak, hedef kitleyi daraltmak anlamına gelir. Bu ise ticari başarınızı engeller. Oysa sadece Cemaat'in değil, tüm Türkiye'nin kurumu olmayı hedeflemeniz gerekir. Bireysel boyutta Cemaat'e bağlılık elbette olabilir ama bir kurumu tüm kimliğiyle Cemaat'e mal etmek en azından ticari açıdan risklidir...'
Patron hiç sesini çıkarmadan bizi dinledi; sonra kalktı kürsüye geldi. Kibarca bir ifadeyle, tabir-i amiyane ile söylemek gerekirse itin yese kuduracağı ağır bir eleştiriyle tüm söylediklerimizi neredeyse ağzımıza tıkadı:
'Bana her şeyi söyleyin; ancak Cemaat'e ve Fethullah Hocaefendi hazretlerine bağlılığımı, kurumsal baz da dahil olmak üzere kesinlikle sorgulamayın...'
İlişkimiz o gün bitti. O bitirmese zaten biz bitirecektik. Kendisine o yıllarda Cemaat'in son derece olumlu bazı girişimlerini bizim de desteklediğimizi, ancak bunu kurumumuza mal etmeyi bir an için bile olsa aklımızdan geçirmediğimizi kendisine ifade etmemize gerek yoktu. Öylesine bir körü körüne bağlılık vardı.
Aradan yıllar geçti. Akrabalarıyla dostluğumuz devam etti. Kendisiyle bir kez daha görüşmek de nasip olmadı.
En son o tarihi Başbakan için verilen iftara kadar...
O da en ön sıralardaydı. Suratında gülümsemelerin en tedirgini, en suçlusu ve en hınzırıyla kalktı yanımıza geldi; elimizi sıktı. Bir iltifat bir iltifat... Hissettiğim duygu inanın o gün kürsüde yaptığı, mesleki anlamda hicap duyduğumuz o sözlerinin yarattığı etkiden farklı değildi. O da zamanın ruhuna uymuştu.
Üçüncü olay:
Bana en çok koyan bu üçüncü olaydır. Çünkü bahsi geçecek olan kişiyle aramızda ucundan kenarından da olsa bir tür meslektaşlık, lonca ilişkisi vardır. Bizim ekipten ayrılıp kendisine şirket kurmuş arkadaşlarımızın sayısı 13'ü geçmiştir ve bu bizim için bir gurur kaynağıdır. Bu arkadaşımız da sonradan şirket kuranlardan biriydi. Batılılar'ın 'press agentry' (basın ajansı) dediği, daha çok medyada haber çıkartma odaklı, bizde tabir-i amiyane ile 'basında çok iyi dostlarımız var; biz onlara abi kardeş gibi yakınız, bizi kırmazlar, sizin her türlü haberinizi çıkarırız abi' şeklinde anlaşılan, yine Amerikalıların deyişiyle 'spin doctor'lık yapmayı hedefleyen, (biz Türkçe'de 'fırdöndü piarcılığı' diyoruz, bilimsel olarak da akademisyenler 'sözde doktorcuk' diye karşılıyorlar) bu türden işlere odaklanmışlardı. Hadi en fazlası 1990'lı yılların modası 'Stratejik İletişim Planlaması' yapıyorlardı. Her ne kadar bu işi yapsalar da her kör satıcının bir alıcısı olduğu, 'Abicim sizi diğer abilerimizle bir araya getirir iş bağlarız' diye arabuluculuk yapmaya kalkmış olsalar da, her zaman attığı adımları muhabbetle karşıladım. Çünkü başarılıydılar. Ta ki Masonlara atfedilen o numara başlayana kadar...
Hani Masonların ve Rotary'lerin, kısmen de Lion'ların (15 yılda yapılan üç ayrı araştırmanın da gösterdiği gibi) kendileri diledikleri kadar 'Hizmet ediyoruz' diye bağrışsalar çağrışsalar da halk nezdinde 'çıkar grubu' olarak algılanmalarına, 'bunların buralara üye olmaları sadece birbirlerini ticari ve siyasi anlamda koruyup kollamadan öte değildir' algısını üzerlerinden atamamaları sonucu düştükleri durum var ya, işte hüzünlü bir şekilde izlediğimiz 'Cemaat'e yakınız', söylemiyle aynı hissi yaratan işadamlarının arasında bizimkini de görmemiz hakikaten acı vermişti.
Sonradan öğrendiğimize göre 'Cemaat'e yakın' ne kadar şirket varsa onların PR konkurlarını da bizimki 'Ben Cemaat'e yakınım' diyerek alır dururmuş.
Henüz 17 ve 25 Aralık darbe girişimleri başlamamıştı. Buna rağmen üzülmüştüm. Çünkü gelecek bazen uzun sürmeyebiliyordu...
Nitekim aynı arkadaşı aynı iftar yemeğinde yine en ön sıralarda AK Parti'lilerden daha da heyecanlı bir şekilde Başbakan'ı alkışlarken görmek beni hiç şaşırtmadı. Öyle ya, tersinden okunan 'zeitgeist' onlara göre böyle bir şeydi.
Tersinden okunan bu kavramı, 'oportünizm', 'Makyavelizm', Osmanlıcası ile söyleyelim 'eyyamcılık' olarak algılayanlar, beni artık şaşırtmıyor. İyiliğimiz dokunan, iletişim dünyasına kazandırdığımız her bir değerin arkamızdan düşmanca tavır takınmasına da şaşmıyoruz. Hz. Ali efendimize atfedilen rivayet orada da yardımımıza koşuyor:
'Bir gün adamın biri Hz. Ali'ye gelir ve şöyle der: 'Ey Ali! Falanca adam seni öldürmek istiyormuş.' Hz. Ali bir süre düşünür ve cevap verir: 'Hayır. O beni öldüremez.' Neden diye sorduğunda ise verdiği cevap çok ilginçtir:
'Ben O'na hiç iyilik yapmadım ki!'...