Bir ‘Popstar’ ile ‘Evlenmek İstiyorum’…
02 KASIM 2003
Bazı olaylar bana, iyi bir iletişim uzmanı olmak için daha 10 fırın ekmek yemem gerektiği hatırlatır…
Şu sıra yüksek izlenme oranlarına erişen iki TV programını büyük bir merak ve araştırmacı gözle izlemeye çalışıyorum. Biri, ‘Popstar’, diğeri ‘Evlenmek istiyorum’…
İletişimciyiz ya… Merak ediyoruz bu programları kim niye beğeniyor diye… Kimin kimle aşna fişne olduğunu, ya da olmadığını anlatan Paparazzi programlarını da aynı ciddiyetle izlemeye çalışırım. Çıkarılacak çok ders vardır.
Ercan Saatçi’yi yakından tanırım. Her başarılı insan gibi düşmanı boldur. Atatürk’üne defalarca suikast düzenlemiş bir ülkede yaşıyoruz. Ercan Saatçi’nin başarılarını küçümsemeye çalışıyorlarmış. İş mi… Doğaldır… Ben Ercan Saatçi’yi severim. İşine saygılı, ailesine sevdalı, değerlerine bağlı, disiplinli, düzgün bir insandır. Hele Ahmet San… Karıncayı bile incitemez… Bu arkadaşların hataları var mıdır? Olabilir. Ben sevdiğim insanların küçük hatalarını pek görmem. Görsem bile onlarla konuşurum bunu. Ulu orta değil. Yeter ki, büyük resmi seveyim...
Bana 10 kişi gelse ve deseydi ki, “Ercan ve Ahmet’in ‘rol’ alacakları bir programda gencecik insanları ağlatana kadar rencide edecekler, aşağılayacaklar, onlara adeta işkence edecekler…”
Kesinlikle inanmazdım. Ama anlaşılan tüm formatı dışarıdan ithal olan bu programın özünde var bu ‘davranış bozukluğu’… İzleyiciler de bayılıyorlar bu işe. Coleseum’da kölelerin aslanlara yem edilmesi, ya da zavallı boğaların matadorlar tarafından boğazlanması karşısında duyulan ‘hayranlık’ gibi bir şey herhalde…
Bu ‘işten’ çıkardığım bazı dersler şöyle:
Ben, toplumun değerleriyle buluşmayan hiçbir iletişim faaliyetinin başarıya ulaşamayacağını düşünürdüm. Oysa bu iki TV programı halkın ortak değerler sisteminin semtine bile uğramıyorlar. Ve buna rağmen reyting rekorları kırıyorlar. Demek ki, Amerikan TV sisteminin temel taşlarından biri olan ‘love to hate’ (Nefret etmeyi sevmek) ülkemize de bir güzel yerleştirilmiş…
Hoş, bunların karşısında değerler sitemimizle tamamen uyum içinde olan, Süper Baba, Perihan Abla, Şehnaz Tango, İkinci Bahar, 7 Tepe İstanbul, Ekmek Teknesi, Çocuklar Duymasın, Asmalı Konak, gibi yapımlar da büyük iş yapmıştı. Ama dedim ya, o doğal olanı. Beni öteki uç ilgilendiriyor, yani kültürel ‘transformasyonun’ (dönüşüm) nereye kadar gideceği…
İlk şaşkınlıklarımdan birini, 4 yıl önce yaptırdığımız bir araştırmada yaşamıştım. O sıra iktidarı paylaşmakta olan Refah Partisi’ne oy verenlere ‘En çok hangi TV kanalını izlediklerini’ sormuştuk. Hangi kanal çıkmıştı biliyor musunuz? Reha Muhtar’lı Show TV!..
İkinci çıkardığım ders, sorulduğunda inkâr etseler de fikren gelişmiş pek çok kişinin deli gibi bu programları izledikleri… Anketlerde bunun tersi de çıkar. Sabah gazetesi için yapılan bir araştırmaya göre ülkemiz gazete okurlarının büyük çoğunluğu ayda 5-10 kitap okuyor ve en az 2-3 defa tiyatroya gidiyordu… İyi mi?..
Dedim ya doğru dürüst iletişimci olabilmek için yiyeceğim çok fırın ekmek, gideceğim çok uzun yol, öğreneceğim çok şey var…
Bu haftaki iletişim dersi Cem Hakko’dan
Geçen hafta Cem Hakko imzalı bir kart aldım... Benim adım el yazısı ile yazılmış... Bu önemli. Elektronik haberleşmenin çılgın gibi yayıldığı bir ortamda iletişimi kişiselleştirmek, çok etkili olabiliyor.
Keşke Hakko’nun kartın altındaki imzası da matbu (basılı) değil ‘ıslak’ olsaydı. Etki yüzde yüz olurdu. O kadar kart tek tek imzalanır mı? Evet imzalanır...
Şöyle yazıyor kartta: “Power Group sponsorluğunda Reklamcılık Vakfı tarafından düzenlenen ‘Radyonun Gücü Buluşmaları’ dünya çapında bir ‘medya optimizasyonu’ uzmanı olan Ian Fairbrother semineriyle başlattık. Ne yazık ki siz katılamadınız. Sunduğumuz bu CD’de ilk seminerin kaydını bulacaksınız”...
Birkaç açıdan çok başarılı bir halkla ilişkiler çalışması: Birincisi ve en önemlisi, bana önemsendiğimi hissettirdi. “Demek ki, gelip gelmediğimi takip etmişler” diye düşündüm... İkincisi, Power FM’in soyunduğu sektörel sorumluluk yaklaşımının altını başarı ile çiziyor. Üçüncüsü, reklam verenlere radyonun medya olarak etkisini bilimsel olarak anlatma şansını iyi kullanıyor. Dördüncüsü, seminer ertesinde tüm taraflarla bireysel ilişki kuruyor. Ve nihayet beşincisi, Power grubunun saygınlığını reklam veren nezdinde ciddi oranda artırıyor... Yani bir taşla 5 kuş...
Cem Hakko ve bu projeyi yönetmiş olan iletişimcileri kutluyorum. İlgilenenlere ya Reklamcılık Vakfı’ndan ya da Power FM’den bu VCD’yi temin etmelerini tavsiye ederim.
Derinin iletişim gücü
Matrix’in etkisi midir, tam olarak bilmek mümkün değil, fakat deri şu günlerde giysi sektörü iletişiminde başrolde. Vakko, Çarşı, YKM, Mudo, Desa reklamlarında deri giysileri ön planda tutuyorlar.
25 yıldır tek işi deri giyim olan Derimod’un boş durması düşünülemezdi. O da Kenan Doğulu ve Tuğçe Kazaz ile anlaşarak girdi iletişim işine. Derimod’cular, kampanya ile satışların geçen yıla oranla yüzde 30 arttığını söylüyorlar. Derili kampanya, Vakko’da tüm satışları roketlemiş.
Sektörün zirvesi olarak kabul edilen “Perakende Günleri”nin hemen ardından bu zirvenin düzenleyicisi, Mağazacılık ve Perakende sektörü pazarlama uzmanı Suat Soysal’a, niçin ‘deri’ böylesine patladı diye sordum. ‘Matrix’in etkisi dışındaki açıklamaları şöyle:
Ekonominin sorunlu olduğu dönemlerde, modası kolay geçmeyen ve dayanıklı bir ürün olan deri giysi, uzun vadeli ve ekonomik bir yatırım olarak görülüyormuş... İkinci neden ‘siyah’ın bu yılki inanılmaz çıkışı. Kuruluşlar bu rengin deri ile bütünleştiğinde çok etkileyici fotoğraf verdiğini söylüyorlarmış. Yani reklam ve genel anlamda iletişim için elverişli bir durumun ortaya çıkıyormuş. Soysal, üçüncü neden olarak, kredi kartı ile taksit uygulamasının yaygınlaşmasını gösteriyor. Bu sayede orta kesimin de deri ürünlerine ulaşabilme şansının arttığını belirtiyor...
İşin biz ilgilendiren yanı ise, deri sayesinde göze-gönüle hoş gelen reklamların artması... Haydi deri sektörü! Devam...
‘Lois-Abdül’ stili cümbüş...
Akmerkez ışıl ışıl. Anadolu yakasında Capitol de öyle... Bunlar görebildiklerim. Alış-veriş’in hızının en üst noktalara ulaştığı kasım-aralık aylarında, yılbaşının da yaklaşması ile her sene böyle şenlikli görüntüler ortaya çıkar... Yalnız bu yıl Akmerkez kendini bile aşmış... O ne cümbüş!...
Akmerkez’deki tasarım İtalyan ‘şenlik tasarımcısı’ Valerio Festi’ye aitmiş... 26 yılda 70 kadar benzer işe imza atmış Festi Bey... 226 bin ampul kullandın mı, zaten kendiliğinden şenlik oluyor...
Tasarım bana Ali Karacan ve Hilmi Yavuz’u çağrıştırdı. Karacan bu tasarıma bakıp: “Louis-Abdül” stili der geçerdi... Hilmi Yavuz ise Batılıların Türkiye’ye bakışlarındaki ‘oryantalist’ yaklaşım üzerine sayfalar dolusu nefis bir makale döktürür, o arada Orhan Pamuk’a da dokunmadan geçmezdi...
Problem tasarımcıda değil tabii ki. Onu buraya getirip sözüm ona ‘şark stili’ iş yaptıranlarda. Avrupa’da çağdaşlık alanında ödül almış bir binayı süslemek için Festi’ye ‘zirilyon’ lira ödeyeceğinize Güzel Sanatlar Akademisi’nden bir öğrenciye iki tost bir ayran ısmarlasaydınız, sizin için, bize ve çağdaş yüzümüze uygun bomba gibi modern bir ışıklandırma tasarımı yapardı. Akmerkez İstanbul’un Batı’ya dönük yüzü değil mi?
David’i sünnet edelim!
Cola Turka’da ki David’in maşallahı var. Bu ne değişim hızı?.. Önce Amerika’da evrim geçirdi. Şimdilerde Türkiye’de... Kıllı, bıyıklı hamam sefası... Arkasından mütevazı iftar sofrası... Bizim Türkler, kendilerini iftar topuna ayarlamışlar. David Baba, ezanı bekliyor... “No ezan... No iftar!”... Bizimkileri aşmış yani...
Kanal 7’nin Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Çelik dostumun tespitini hatırlattı David bana:”İslamiyet’i sonradan, ileri yaşlarda seçenler, ya da hakkıyla yaşamaya yıllar sonra karar verenler, tüm diğer Müslümanlardan çok daha radikal olurlar”... David’in davranışlarını bu çerçevede çok iyi anlıyorum.
Bir de küçük önerim var. Hamamdı, iftardı, ezandı derken David’i bir Türk kızına aşık etseniz nasıl olur, acaba? Örneğin, David aşkından bir güzel Müslümanlığı seçer, üzerinde ‘Maşallah’ yazan takkesi ve sedefli entarisi ile anlı şanlı sünnet de olurdu... Bu diziyi mükemmel kurgulayan Serdar Erener – Sinan Çetin ikilisinin gerçekleştireceği bu sahne dünya literatürüne girerdi. Yurdum insani anlaşılan Cola Turka’yı da, David’i sevdi... Bakalım nereye kadar?..
“Farklılaş Ya Da Öl!”
Bir dijital kamera almaya kalkın. Yandınız… Başınız döner. Hangisi daha iyi diye yüzlerce örnek arasında gidip gelirsiniz. Aynı teknik özelliklere sahip hangi bilgisayar, hangi otomobil daha iyidir? Ya deterjanlardan hangisi daha beyaz yıkar?…
5 yıldızlı otellere ne demeli? Adı üstünde hepsi ‘5 yıldızlı’, yani standart. Yani hepsinde aynı kalitede hizmet ve maddi koşullar var.
Günümüzde, satın alma kararlarında maddi özellikler birinci dereceden rol oynamıyorsa, pekiyi ne rol oynuyor? Ürün ve hizmetinizi rekabetten nasıl farklılaştıracak ve satacaksınız?...
Bugünlerde tüm pazarlama ve stratejik iletişim uzmanlarının çözüm aradığı soru bu. Nasıl farklılaşacaksın ve bunu nasıl sürdüreceksin?..
Kolay iş değil. Örneğin, SABAH gazetesi üst yönetimi bu değişim süreci için hedef olarak 3 yılı seçmiş. IBM’in farklılaşma stratejisini oturtması için 5 yılın geçmesi gerekmişti.
Management Center Türkiye (MCT), 4. Pazarlama Zirvesi’nin içeriğini bu sorunun yanıtını aramak üzere oluşturmuş. Zirvenin adı: Sürdürülebilir Farklılaşma! Çok sayıda yabancı ve yerli uzmanın katılacağı etkinlik, 10-11 Aralık’da Grand Cevahir Oteli Kongre Merkezi’nde. Sponsorları: Ak Emeklilik, Siemens Mobile, Teknoloji, Edding, Barem Research, CMC, Kültür AŞ… Şu anda kayıt yaptırmış kişi sayısı 400… Nerdeyse hiç reklam yapmadan bir ay öncesinden salonun dörtte üçü dolmuş. Bilginin güç haline henüz tam anlamıyla gelemediği ülkemiz için iyi işaretler.
Ülkemizde bazılarının farklılaşmak için hâlâ sığındığı ‘imaj değiştirme’ taktiğinin ne kadar demode kaldığını anlamak için, iletişimle ilgilenen herkesin (kim ilgilenmiyor ki) katılamasa bile zirvenin belgelerini MCT’den edinmesinde yarar var.
Şu sıra yüksek izlenme oranlarına erişen iki TV programını büyük bir merak ve araştırmacı gözle izlemeye çalışıyorum. Biri, ‘Popstar’, diğeri ‘Evlenmek istiyorum’…
İletişimciyiz ya… Merak ediyoruz bu programları kim niye beğeniyor diye… Kimin kimle aşna fişne olduğunu, ya da olmadığını anlatan Paparazzi programlarını da aynı ciddiyetle izlemeye çalışırım. Çıkarılacak çok ders vardır.
Ercan Saatçi’yi yakından tanırım. Her başarılı insan gibi düşmanı boldur. Atatürk’üne defalarca suikast düzenlemiş bir ülkede yaşıyoruz. Ercan Saatçi’nin başarılarını küçümsemeye çalışıyorlarmış. İş mi… Doğaldır… Ben Ercan Saatçi’yi severim. İşine saygılı, ailesine sevdalı, değerlerine bağlı, disiplinli, düzgün bir insandır. Hele Ahmet San… Karıncayı bile incitemez… Bu arkadaşların hataları var mıdır? Olabilir. Ben sevdiğim insanların küçük hatalarını pek görmem. Görsem bile onlarla konuşurum bunu. Ulu orta değil. Yeter ki, büyük resmi seveyim...
Bana 10 kişi gelse ve deseydi ki, “Ercan ve Ahmet’in ‘rol’ alacakları bir programda gencecik insanları ağlatana kadar rencide edecekler, aşağılayacaklar, onlara adeta işkence edecekler…”
Kesinlikle inanmazdım. Ama anlaşılan tüm formatı dışarıdan ithal olan bu programın özünde var bu ‘davranış bozukluğu’… İzleyiciler de bayılıyorlar bu işe. Coleseum’da kölelerin aslanlara yem edilmesi, ya da zavallı boğaların matadorlar tarafından boğazlanması karşısında duyulan ‘hayranlık’ gibi bir şey herhalde…
Bu ‘işten’ çıkardığım bazı dersler şöyle:
Ben, toplumun değerleriyle buluşmayan hiçbir iletişim faaliyetinin başarıya ulaşamayacağını düşünürdüm. Oysa bu iki TV programı halkın ortak değerler sisteminin semtine bile uğramıyorlar. Ve buna rağmen reyting rekorları kırıyorlar. Demek ki, Amerikan TV sisteminin temel taşlarından biri olan ‘love to hate’ (Nefret etmeyi sevmek) ülkemize de bir güzel yerleştirilmiş…
Hoş, bunların karşısında değerler sitemimizle tamamen uyum içinde olan, Süper Baba, Perihan Abla, Şehnaz Tango, İkinci Bahar, 7 Tepe İstanbul, Ekmek Teknesi, Çocuklar Duymasın, Asmalı Konak, gibi yapımlar da büyük iş yapmıştı. Ama dedim ya, o doğal olanı. Beni öteki uç ilgilendiriyor, yani kültürel ‘transformasyonun’ (dönüşüm) nereye kadar gideceği…
İlk şaşkınlıklarımdan birini, 4 yıl önce yaptırdığımız bir araştırmada yaşamıştım. O sıra iktidarı paylaşmakta olan Refah Partisi’ne oy verenlere ‘En çok hangi TV kanalını izlediklerini’ sormuştuk. Hangi kanal çıkmıştı biliyor musunuz? Reha Muhtar’lı Show TV!..
İkinci çıkardığım ders, sorulduğunda inkâr etseler de fikren gelişmiş pek çok kişinin deli gibi bu programları izledikleri… Anketlerde bunun tersi de çıkar. Sabah gazetesi için yapılan bir araştırmaya göre ülkemiz gazete okurlarının büyük çoğunluğu ayda 5-10 kitap okuyor ve en az 2-3 defa tiyatroya gidiyordu… İyi mi?..
Dedim ya doğru dürüst iletişimci olabilmek için yiyeceğim çok fırın ekmek, gideceğim çok uzun yol, öğreneceğim çok şey var…
Bu haftaki iletişim dersi Cem Hakko’dan
Geçen hafta Cem Hakko imzalı bir kart aldım... Benim adım el yazısı ile yazılmış... Bu önemli. Elektronik haberleşmenin çılgın gibi yayıldığı bir ortamda iletişimi kişiselleştirmek, çok etkili olabiliyor.
Keşke Hakko’nun kartın altındaki imzası da matbu (basılı) değil ‘ıslak’ olsaydı. Etki yüzde yüz olurdu. O kadar kart tek tek imzalanır mı? Evet imzalanır...
Şöyle yazıyor kartta: “Power Group sponsorluğunda Reklamcılık Vakfı tarafından düzenlenen ‘Radyonun Gücü Buluşmaları’ dünya çapında bir ‘medya optimizasyonu’ uzmanı olan Ian Fairbrother semineriyle başlattık. Ne yazık ki siz katılamadınız. Sunduğumuz bu CD’de ilk seminerin kaydını bulacaksınız”...
Birkaç açıdan çok başarılı bir halkla ilişkiler çalışması: Birincisi ve en önemlisi, bana önemsendiğimi hissettirdi. “Demek ki, gelip gelmediğimi takip etmişler” diye düşündüm... İkincisi, Power FM’in soyunduğu sektörel sorumluluk yaklaşımının altını başarı ile çiziyor. Üçüncüsü, reklam verenlere radyonun medya olarak etkisini bilimsel olarak anlatma şansını iyi kullanıyor. Dördüncüsü, seminer ertesinde tüm taraflarla bireysel ilişki kuruyor. Ve nihayet beşincisi, Power grubunun saygınlığını reklam veren nezdinde ciddi oranda artırıyor... Yani bir taşla 5 kuş...
Cem Hakko ve bu projeyi yönetmiş olan iletişimcileri kutluyorum. İlgilenenlere ya Reklamcılık Vakfı’ndan ya da Power FM’den bu VCD’yi temin etmelerini tavsiye ederim.
Derinin iletişim gücü
Matrix’in etkisi midir, tam olarak bilmek mümkün değil, fakat deri şu günlerde giysi sektörü iletişiminde başrolde. Vakko, Çarşı, YKM, Mudo, Desa reklamlarında deri giysileri ön planda tutuyorlar.
25 yıldır tek işi deri giyim olan Derimod’un boş durması düşünülemezdi. O da Kenan Doğulu ve Tuğçe Kazaz ile anlaşarak girdi iletişim işine. Derimod’cular, kampanya ile satışların geçen yıla oranla yüzde 30 arttığını söylüyorlar. Derili kampanya, Vakko’da tüm satışları roketlemiş.
Sektörün zirvesi olarak kabul edilen “Perakende Günleri”nin hemen ardından bu zirvenin düzenleyicisi, Mağazacılık ve Perakende sektörü pazarlama uzmanı Suat Soysal’a, niçin ‘deri’ böylesine patladı diye sordum. ‘Matrix’in etkisi dışındaki açıklamaları şöyle:
Ekonominin sorunlu olduğu dönemlerde, modası kolay geçmeyen ve dayanıklı bir ürün olan deri giysi, uzun vadeli ve ekonomik bir yatırım olarak görülüyormuş... İkinci neden ‘siyah’ın bu yılki inanılmaz çıkışı. Kuruluşlar bu rengin deri ile bütünleştiğinde çok etkileyici fotoğraf verdiğini söylüyorlarmış. Yani reklam ve genel anlamda iletişim için elverişli bir durumun ortaya çıkıyormuş. Soysal, üçüncü neden olarak, kredi kartı ile taksit uygulamasının yaygınlaşmasını gösteriyor. Bu sayede orta kesimin de deri ürünlerine ulaşabilme şansının arttığını belirtiyor...
İşin biz ilgilendiren yanı ise, deri sayesinde göze-gönüle hoş gelen reklamların artması... Haydi deri sektörü! Devam...
‘Lois-Abdül’ stili cümbüş...
Akmerkez ışıl ışıl. Anadolu yakasında Capitol de öyle... Bunlar görebildiklerim. Alış-veriş’in hızının en üst noktalara ulaştığı kasım-aralık aylarında, yılbaşının da yaklaşması ile her sene böyle şenlikli görüntüler ortaya çıkar... Yalnız bu yıl Akmerkez kendini bile aşmış... O ne cümbüş!...
Akmerkez’deki tasarım İtalyan ‘şenlik tasarımcısı’ Valerio Festi’ye aitmiş... 26 yılda 70 kadar benzer işe imza atmış Festi Bey... 226 bin ampul kullandın mı, zaten kendiliğinden şenlik oluyor...
Tasarım bana Ali Karacan ve Hilmi Yavuz’u çağrıştırdı. Karacan bu tasarıma bakıp: “Louis-Abdül” stili der geçerdi... Hilmi Yavuz ise Batılıların Türkiye’ye bakışlarındaki ‘oryantalist’ yaklaşım üzerine sayfalar dolusu nefis bir makale döktürür, o arada Orhan Pamuk’a da dokunmadan geçmezdi...
Problem tasarımcıda değil tabii ki. Onu buraya getirip sözüm ona ‘şark stili’ iş yaptıranlarda. Avrupa’da çağdaşlık alanında ödül almış bir binayı süslemek için Festi’ye ‘zirilyon’ lira ödeyeceğinize Güzel Sanatlar Akademisi’nden bir öğrenciye iki tost bir ayran ısmarlasaydınız, sizin için, bize ve çağdaş yüzümüze uygun bomba gibi modern bir ışıklandırma tasarımı yapardı. Akmerkez İstanbul’un Batı’ya dönük yüzü değil mi?
David’i sünnet edelim!
Cola Turka’da ki David’in maşallahı var. Bu ne değişim hızı?.. Önce Amerika’da evrim geçirdi. Şimdilerde Türkiye’de... Kıllı, bıyıklı hamam sefası... Arkasından mütevazı iftar sofrası... Bizim Türkler, kendilerini iftar topuna ayarlamışlar. David Baba, ezanı bekliyor... “No ezan... No iftar!”... Bizimkileri aşmış yani...
Kanal 7’nin Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Çelik dostumun tespitini hatırlattı David bana:”İslamiyet’i sonradan, ileri yaşlarda seçenler, ya da hakkıyla yaşamaya yıllar sonra karar verenler, tüm diğer Müslümanlardan çok daha radikal olurlar”... David’in davranışlarını bu çerçevede çok iyi anlıyorum.
Bir de küçük önerim var. Hamamdı, iftardı, ezandı derken David’i bir Türk kızına aşık etseniz nasıl olur, acaba? Örneğin, David aşkından bir güzel Müslümanlığı seçer, üzerinde ‘Maşallah’ yazan takkesi ve sedefli entarisi ile anlı şanlı sünnet de olurdu... Bu diziyi mükemmel kurgulayan Serdar Erener – Sinan Çetin ikilisinin gerçekleştireceği bu sahne dünya literatürüne girerdi. Yurdum insani anlaşılan Cola Turka’yı da, David’i sevdi... Bakalım nereye kadar?..
“Farklılaş Ya Da Öl!”
Bir dijital kamera almaya kalkın. Yandınız… Başınız döner. Hangisi daha iyi diye yüzlerce örnek arasında gidip gelirsiniz. Aynı teknik özelliklere sahip hangi bilgisayar, hangi otomobil daha iyidir? Ya deterjanlardan hangisi daha beyaz yıkar?…
5 yıldızlı otellere ne demeli? Adı üstünde hepsi ‘5 yıldızlı’, yani standart. Yani hepsinde aynı kalitede hizmet ve maddi koşullar var.
Günümüzde, satın alma kararlarında maddi özellikler birinci dereceden rol oynamıyorsa, pekiyi ne rol oynuyor? Ürün ve hizmetinizi rekabetten nasıl farklılaştıracak ve satacaksınız?...
Bugünlerde tüm pazarlama ve stratejik iletişim uzmanlarının çözüm aradığı soru bu. Nasıl farklılaşacaksın ve bunu nasıl sürdüreceksin?..
Kolay iş değil. Örneğin, SABAH gazetesi üst yönetimi bu değişim süreci için hedef olarak 3 yılı seçmiş. IBM’in farklılaşma stratejisini oturtması için 5 yılın geçmesi gerekmişti.
Management Center Türkiye (MCT), 4. Pazarlama Zirvesi’nin içeriğini bu sorunun yanıtını aramak üzere oluşturmuş. Zirvenin adı: Sürdürülebilir Farklılaşma! Çok sayıda yabancı ve yerli uzmanın katılacağı etkinlik, 10-11 Aralık’da Grand Cevahir Oteli Kongre Merkezi’nde. Sponsorları: Ak Emeklilik, Siemens Mobile, Teknoloji, Edding, Barem Research, CMC, Kültür AŞ… Şu anda kayıt yaptırmış kişi sayısı 400… Nerdeyse hiç reklam yapmadan bir ay öncesinden salonun dörtte üçü dolmuş. Bilginin güç haline henüz tam anlamıyla gelemediği ülkemiz için iyi işaretler.
Ülkemizde bazılarının farklılaşmak için hâlâ sığındığı ‘imaj değiştirme’ taktiğinin ne kadar demode kaldığını anlamak için, iletişimle ilgilenen herkesin (kim ilgilenmiyor ki) katılamasa bile zirvenin belgelerini MCT’den edinmesinde yarar var.