Korkmayın, orduyu teslim alan yok!
02 eYLÜL 2011
Bu bayram Nebahat Teyzemizi ziyaret edemedik. Rahmetli günde en az 10 kez bir vesile bulur, hükümete veryansın ederdi. Matematik öğretmenliğinden emekli Nebahat Hanım, koyu bir CHP ve Baykal ‘taraftarı’ idi…
En az son 60 yılını rahmetli İsmet İnönü’nün dünya görüşüyle dopdolu olarak ve dolayısıyla ‘mutsuz ve huzursuz’ yaşadı. Hayatta olsaydı, televizyon ekranlarında, bir süredir iletişim atağına kalkmış olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Genelkurmay karargâhında Başkomutan sıfatıyla tebrikleri kabul ettiğini görebilseydi, ya da AK Parti Gn. Bşk. Yrd. Tanıtım ve Medya Başkanı Hüseyin Çelik Bey’in 2023’e kadar planlanan süreçle ilgili söylediklerini duyabilseydi, iyiden iyiye “ordunun teslim alındığına” inanabilir, o zaman da fücceten gidebilirdi. İnsanın biraz da haddini aşıp, “kadıncağız iyi ki bu değişime tanıklık etmek zorunda kalmamış” diyesi geliyor…
Ordunun yıllardır içinde tutulmaya çalışıldığı ‘kışla-cami’ çatışmasının bir algılama ekseni olarak artık ortadan kaldırılma zamanı gelmiştir.
Silahlı Kuvvetler’in, bir zamanlar Meclis’in ve de yargının emniyet şeridine girme hakkını kendinde bulmasıyla güvenleri sarsılmış olanların, yıllar içinde pek çok sahada “emniyet şeridi” diye bir yol kalmayacağına dair oluşmuş önyargılarının bertaraf edilmesi, ülkenin gelecek tasarımının önemli maddelerinden biri olmalıdır.
Eşi benzeri yerküre üzerinde bulunması zor bir Silahlı Kuvvetler modeli algısının yerleştirilmesi bir algı mühendisliği sorunu olarak ortaya çıkacaktır. Ne Danimarka ne de Norveç ordusudur söz konusu olan, ne İran ne de Pakistan… Çünkü Türkiye’de yaşayan insanların ortak ruhi şekillenmesinin benzediği hiçbir ülke yoktur dünyada. Atatürk boşuna “Biz bize benzeriz, efendiler” dememiştir…
İşte ‘bizim bize benzediğimiz’ ancak değişen konjonktürle birlikte yine ‘bize benzeyerek’ değişecek olan yeni konumlama ve algının yerleştirilmesi, önemli bir algı yönetimi meselesi olarak ilgili kurumların önünde durmaktadır…
Hâlâ ‘kışla-cami’ zıtlaşmasıyla bir adım ileri gideceğine inanan zihniyet, olup biteni “endişeyle” dolayısıyla “mutsuzlukla” debelenerek değerlendiriyorsa ve bu zihniyetin ciddiye alınması gerekecek ölçüde bir ‘ağırlık’ sergilemesi söz konusuysa, o zaman yeni konumlanma adına, ‘kamu diplomasisi’ ülke içine dönük bir proje olarak da ele alınabilir.
Cafer Panahi’den Ken Loach’a...
Ev hapsindeki İranlı yönetmene Antalya Film Festivali’ne katılması için izin verilip verilmeyeceğini bilemeyiz. Cafer Panahi, Cannes’a gidememişti ama belki Antalya’ya gelir. İran’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalefeti destekledi diye, 6 yıllığına özgürlüğüne el konulmuş ve de kendisine “20 yıl boyunca film yapmayacaksın!” denilmişti.
Yaptığı filmler nedeniyle yönetmenlerin cezalandırılmaları sadece İran’a mahsus bir ilkellik değil. “İşçi sınıfının yönetmeni” olarak tanınan Ken Loach’un iki eserinin yıllardır yasaklı olmasına ne diyeceğiz? Finalinde, “Toplumun mülkiyet ilişkilerini değiştirmeliyiz. Tek çözüm budur. Diğer her şey sadece propagandadır” diyen “Ladybird, Ladybird” adlı filmi, sponsorun izin vermemesi nedeniyle 40 yıldır gösterime girememiş. Bu filmin yanı sıra, Ken Loach’un Thatcher’ın politikalarını eleştiren ’83 yapımı “Question of Leadership” adlı belgesel dizisi de, ancak yönetmenin 75. yaşına basması şerefine gösterim şansını elde edebilmiş.
İranlı yönetmen Cafer Panahi ile İngiliz yönetmen Ken Loach’un yaşadığı kader ortaklığı, “Yorgun Savaşçı”sı yakılan Halit Refiğ’in yaşadığı travma yanında solda sıfır kalır… Hani 12 Eylül yaklaşıyor ya; anmadan geçmeyelim dedik…
En az son 60 yılını rahmetli İsmet İnönü’nün dünya görüşüyle dopdolu olarak ve dolayısıyla ‘mutsuz ve huzursuz’ yaşadı. Hayatta olsaydı, televizyon ekranlarında, bir süredir iletişim atağına kalkmış olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Genelkurmay karargâhında Başkomutan sıfatıyla tebrikleri kabul ettiğini görebilseydi, ya da AK Parti Gn. Bşk. Yrd. Tanıtım ve Medya Başkanı Hüseyin Çelik Bey’in 2023’e kadar planlanan süreçle ilgili söylediklerini duyabilseydi, iyiden iyiye “ordunun teslim alındığına” inanabilir, o zaman da fücceten gidebilirdi. İnsanın biraz da haddini aşıp, “kadıncağız iyi ki bu değişime tanıklık etmek zorunda kalmamış” diyesi geliyor…
Ordunun yıllardır içinde tutulmaya çalışıldığı ‘kışla-cami’ çatışmasının bir algılama ekseni olarak artık ortadan kaldırılma zamanı gelmiştir.
Silahlı Kuvvetler’in, bir zamanlar Meclis’in ve de yargının emniyet şeridine girme hakkını kendinde bulmasıyla güvenleri sarsılmış olanların, yıllar içinde pek çok sahada “emniyet şeridi” diye bir yol kalmayacağına dair oluşmuş önyargılarının bertaraf edilmesi, ülkenin gelecek tasarımının önemli maddelerinden biri olmalıdır.
Eşi benzeri yerküre üzerinde bulunması zor bir Silahlı Kuvvetler modeli algısının yerleştirilmesi bir algı mühendisliği sorunu olarak ortaya çıkacaktır. Ne Danimarka ne de Norveç ordusudur söz konusu olan, ne İran ne de Pakistan… Çünkü Türkiye’de yaşayan insanların ortak ruhi şekillenmesinin benzediği hiçbir ülke yoktur dünyada. Atatürk boşuna “Biz bize benzeriz, efendiler” dememiştir…
İşte ‘bizim bize benzediğimiz’ ancak değişen konjonktürle birlikte yine ‘bize benzeyerek’ değişecek olan yeni konumlama ve algının yerleştirilmesi, önemli bir algı yönetimi meselesi olarak ilgili kurumların önünde durmaktadır…
Hâlâ ‘kışla-cami’ zıtlaşmasıyla bir adım ileri gideceğine inanan zihniyet, olup biteni “endişeyle” dolayısıyla “mutsuzlukla” debelenerek değerlendiriyorsa ve bu zihniyetin ciddiye alınması gerekecek ölçüde bir ‘ağırlık’ sergilemesi söz konusuysa, o zaman yeni konumlanma adına, ‘kamu diplomasisi’ ülke içine dönük bir proje olarak da ele alınabilir.
Cafer Panahi’den Ken Loach’a...
Ev hapsindeki İranlı yönetmene Antalya Film Festivali’ne katılması için izin verilip verilmeyeceğini bilemeyiz. Cafer Panahi, Cannes’a gidememişti ama belki Antalya’ya gelir. İran’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalefeti destekledi diye, 6 yıllığına özgürlüğüne el konulmuş ve de kendisine “20 yıl boyunca film yapmayacaksın!” denilmişti.
Yaptığı filmler nedeniyle yönetmenlerin cezalandırılmaları sadece İran’a mahsus bir ilkellik değil. “İşçi sınıfının yönetmeni” olarak tanınan Ken Loach’un iki eserinin yıllardır yasaklı olmasına ne diyeceğiz? Finalinde, “Toplumun mülkiyet ilişkilerini değiştirmeliyiz. Tek çözüm budur. Diğer her şey sadece propagandadır” diyen “Ladybird, Ladybird” adlı filmi, sponsorun izin vermemesi nedeniyle 40 yıldır gösterime girememiş. Bu filmin yanı sıra, Ken Loach’un Thatcher’ın politikalarını eleştiren ’83 yapımı “Question of Leadership” adlı belgesel dizisi de, ancak yönetmenin 75. yaşına basması şerefine gösterim şansını elde edebilmiş.
İranlı yönetmen Cafer Panahi ile İngiliz yönetmen Ken Loach’un yaşadığı kader ortaklığı, “Yorgun Savaşçı”sı yakılan Halit Refiğ’in yaşadığı travma yanında solda sıfır kalır… Hani 12 Eylül yaklaşıyor ya; anmadan geçmeyelim dedik…