Korksak mı?!
16 mayıs 2024 yeni şafak
İstiklal Marşı’mızın ilk cümlesi, ülkemizin, milletimizin DNA’sının anahtarıdır: “Korkma!” O nedenle başlığa cevabımız; tabii ki hayır!
Bu millet, 15 Temmuz’un ümüğünü sıkıp kenara fırlatmış… Kalıntılarından, taktiklerinden mi korkacak…
Yine de şunu hep hatırlamalıyız: Teyakkuz hâlinde olmak, gereken tüm önlemleri almak, ihanet şebekelerinin kuyruklarını kaldırmalarını engellemek sadece devletin değil, vatanını seven tüm münevverlerin asli görevidir.
Her şeyi bir tarafa bırakalım; hükûmete ve millete ‘operasyon çekmeye’ çalışan çetemsi grubun önemli elemanlarından Serdar Sertçelik’in (dava dosyasındaki adıyla M7) yakalandıktan sonra itirafçı olmayı kabul etmesi; sonrasında elektronik kelepçe takılarak adli kontrol şartıyla serbest bırakılması ve nihayetinde elini kolunu sallaya sallaya yurt dışına kapağı atması akıllara durgunluk verecek bir süreçtir.
Biz adliye muhabiri de değiliz, hukukçu da… Ancak işin iletişim ve ilişki yönetimi boyutu, tüm diğer boyutlarından çok daha acil olarak öne çıkmaktadır.
Bu gibi durumlarda, yani krizlerde, üç soru sorulur: 1. Hasar var mı? (Yoksa, kriz de yoktur. Unutulmamalı ki ‘negatif algılama’ da bir hasardır) 2. Varsa, kaynağı ve boyutu nedir? 3. Krizin yönetiminin ve iletişiminin yönetiminin planlaması var mıdır? (Bu ikisi ayrı şeylerdir; yönetimleri de farklıdır)
Yukarıdaki üç yalın sorudan yola çıkılarak hareket edilmezse, işin sadece adalet boyutu ve baş aktörlerin cezalandırılmasıyla ilgili adımlarla yetinilirse; ortaya atılan vaatler, slogan seviyesinde kalır ve pek bir işe yaramazlar:
“Oyunlarını da kurdukları tuzakları da yerle bir edeceğiz.”
“Boyun eğersek boyumuz devrilsin.”
“Göz açtırmadık, açtırmıyoruz ve açtırmayacağız.”
“Bürokratik vesayete fırsat vermeyiz.”
“Düzenlerini başlarına yıkıyoruz, yıkmaya da devam edeceğiz.
“Sonuna kadar gidip, o yapıları adalete teslim edeceğiz.”
“Gereğini yapacağız.”
“Göz yumarsak gözümüz çıksın.”
İşin ‘iletişim boyutu’ ihmal edilir, yönetimi yapılmaz ve dahası medyaya terk edilirse tüm bu vaatler havada kalır ve etkilerini yitirirler.
Peki ne yapmalı?
1. Hız, en kritik faktördür. İletişim derhâl planlanmalı ve harekete geçilmelidir (Dosyanın tekâmülünü ya da yargı sürecinin başlamasını beklemek yanlış olur).
2. Tüm safhalar bütün açıklığı ve şeffaflığıyla (bu iki kavram birbirinden farklıdır) paylaşılmalıdır.
3. İletişimin odağında; mikro düzeydeki bilgilerden ziyade, komplonun genel hatları ve ayaklarıyla ilgili aşama aşama bilgi verilmesi yer almalıdır.
Oysa şu sırada gözlemlediğimiz kadarıyla, olayın iletişimi TV yorumcularına ve gazetecilere bırakılmış gibi…
İletişim, sürekli doldurulmak isteyen bir kanal gibidir… Onu siz doldurmazsanız, başkaları doldurur… Hem de dilediği gibi…
Günün sözü
‘‘Bir ülkede dalkavukluğun sağladığı çıkar, dürüstlüğün sağladığı çıkardan daha verimli olursa o ülke batar."
Montesquieu
Gözümüze takılanlar…
Bu millet, 15 Temmuz’un ümüğünü sıkıp kenara fırlatmış… Kalıntılarından, taktiklerinden mi korkacak…
Yine de şunu hep hatırlamalıyız: Teyakkuz hâlinde olmak, gereken tüm önlemleri almak, ihanet şebekelerinin kuyruklarını kaldırmalarını engellemek sadece devletin değil, vatanını seven tüm münevverlerin asli görevidir.
Her şeyi bir tarafa bırakalım; hükûmete ve millete ‘operasyon çekmeye’ çalışan çetemsi grubun önemli elemanlarından Serdar Sertçelik’in (dava dosyasındaki adıyla M7) yakalandıktan sonra itirafçı olmayı kabul etmesi; sonrasında elektronik kelepçe takılarak adli kontrol şartıyla serbest bırakılması ve nihayetinde elini kolunu sallaya sallaya yurt dışına kapağı atması akıllara durgunluk verecek bir süreçtir.
Biz adliye muhabiri de değiliz, hukukçu da… Ancak işin iletişim ve ilişki yönetimi boyutu, tüm diğer boyutlarından çok daha acil olarak öne çıkmaktadır.
Bu gibi durumlarda, yani krizlerde, üç soru sorulur: 1. Hasar var mı? (Yoksa, kriz de yoktur. Unutulmamalı ki ‘negatif algılama’ da bir hasardır) 2. Varsa, kaynağı ve boyutu nedir? 3. Krizin yönetiminin ve iletişiminin yönetiminin planlaması var mıdır? (Bu ikisi ayrı şeylerdir; yönetimleri de farklıdır)
Yukarıdaki üç yalın sorudan yola çıkılarak hareket edilmezse, işin sadece adalet boyutu ve baş aktörlerin cezalandırılmasıyla ilgili adımlarla yetinilirse; ortaya atılan vaatler, slogan seviyesinde kalır ve pek bir işe yaramazlar:
“Oyunlarını da kurdukları tuzakları da yerle bir edeceğiz.”
“Boyun eğersek boyumuz devrilsin.”
“Göz açtırmadık, açtırmıyoruz ve açtırmayacağız.”
“Bürokratik vesayete fırsat vermeyiz.”
“Düzenlerini başlarına yıkıyoruz, yıkmaya da devam edeceğiz.
“Sonuna kadar gidip, o yapıları adalete teslim edeceğiz.”
“Gereğini yapacağız.”
“Göz yumarsak gözümüz çıksın.”
İşin ‘iletişim boyutu’ ihmal edilir, yönetimi yapılmaz ve dahası medyaya terk edilirse tüm bu vaatler havada kalır ve etkilerini yitirirler.
Peki ne yapmalı?
1. Hız, en kritik faktördür. İletişim derhâl planlanmalı ve harekete geçilmelidir (Dosyanın tekâmülünü ya da yargı sürecinin başlamasını beklemek yanlış olur).
2. Tüm safhalar bütün açıklığı ve şeffaflığıyla (bu iki kavram birbirinden farklıdır) paylaşılmalıdır.
3. İletişimin odağında; mikro düzeydeki bilgilerden ziyade, komplonun genel hatları ve ayaklarıyla ilgili aşama aşama bilgi verilmesi yer almalıdır.
Oysa şu sırada gözlemlediğimiz kadarıyla, olayın iletişimi TV yorumcularına ve gazetecilere bırakılmış gibi…
İletişim, sürekli doldurulmak isteyen bir kanal gibidir… Onu siz doldurmazsanız, başkaları doldurur… Hem de dilediği gibi…
Günün sözü
‘‘Bir ülkede dalkavukluğun sağladığı çıkar, dürüstlüğün sağladığı çıkardan daha verimli olursa o ülke batar."
Montesquieu
Gözümüze takılanlar…
- İletişim hizmetlerinin ülkemizdeki büyük bir eksiğiydi; poll… Yani 3-5 soruluk, halkın ya da hedef kitlenin nabzını tutan anketler… Özellikle ABD’de siyasiler hapşırsa, daha siz “çok yaşa” diyemeden hemen bir poll yayınlanır; en önemli özellikleri de hızlarıdır zaten… Şimdilerde ülkemizdeki bu boşluğu Areda Survey’in doldurmaya başladığını görüyoruz. İşte son günlerin önemli gündemleri için yaptıkları farklı araştırmalardan birkaç örnek: Türk halkının yüzde 85,4’ü İsrail-Filistin meselesinde Batılı ülkelerin tavrını “Katliama destek oluyorlar” şeklinde yorumluyormuş. Halkın yüzde 62,2’si, Türk savunma sanayi alanındaki gelişmelerin güven duygusunu artırdığını belirtmiş. Toplumun yüzde 69,4’ü Erdoğan ile Özel’in görüşmesini olumlu karşılıyormuş. Türk halkının yüzde 73,2’si, DEM Parti’yi PKK güdümünde hareket eden bir parti olarak görüyormuş (Feyza Nur Akdeniz, Areda).
- Markaların sosyal medya mecralardaki performansını ölçümleyen SocialBrands’in Mayıs ayı sonuçlarında; Netflix birinci sırada yer almış. Baykar savunma sanayisindeki teknolojisiyle sosyal medya kullanıcılarının ilgisini çekmeye devam etmiş ve ikinci sıraya yerleşmiş. Onu, yine savunma sanayisinden Aselsan izlemiş. Takipçi sayısı ve artışı, ileti türleri, etkileşim ve türleri gibi 30’dan fazla kriterle markaların Facebook, X ve Instagram’daki performanslarını değerlendiren araştırma ve ‘başarılı’ markaların aksiyonları, bu yolda ilerlemek isteyenlere örnek olabilir… Tabii bu başarının yalnızca sosyal medyadaki faaliyetlerden kaynaklanmadığını, stratejik iletişim ve marka yönetiminin sonucu olduğunu da unutmamak gerek…
- Yapay zekâ teknolojisi OpenAI ChatGPT’nin “GPT-4o” adlı güncellemesi bizim genç arkadaşları pek bir heyecanlandırdı. Yeni modelde konuşma, görselle ve sesle başlatılabilecek, grafikler yorumlatılabilecek ve bu konuşmalar gerçek zamanlı yürütülebilecekmiş. Uygulamanın ücretsiz hâle geldiği açıklamasıyla heyecan daha da katlanmış durumda… İki hususu hatırlamakta yarar var: İlki, insana özgü olan ruh meselesidir; iletişim çalışmalarına gerekli olan manayı kazandırır ve hiçbir teknolojiyle taklit edilemez… İkincisi ise meşhur bir söz, önemli bir tespit; “Ücretsizse, ürün sizsiniz…”