Üniversite ‘her şey’ değil...
15 ağustos 2024 yeni şafak
“Türk mahkemelerinde jüri, hakimin sağında mı oturur, solunda mı?..” Sınıfta önce kısa bir sessizlik oluyor. Tavana bakanlar, birbirlerine bakanlar birkaç saniye sonra cevabı bulduklarını düşündüren ışıltılı gözlerini bana dikiyorlar... Ben de içlerinden birini işaret ediyorum; “Buyurun, siz söyleyin; sağda mı, solda mı?..” Cevabı alıp bir başkasına geçiyorum...
Üniversite ikinci sınıf öğrencilerine verdiğimiz bir dersin ilk günü yıllardır bu soruyla başlıyor... Sonuç genellikle aynı; öğrencilerin yarısı “sağda oturur”, yarısı “solda” diyor...
Şöyle gür sesiyle, “Hocam, jüriyi nereden çıkardınız?! Türk mahkemelerinde jüri yok!” diyenine inanın rastlamadık!.. “İzleyiciye göre mi, hakime göre mi?” sorusu gelmiyor değil ama...
İşte öğrencilerimizin hâli pürmelali... Tabii cevaplar aslında bir sonuç... Öğrencileri suçlararak mesuliyetten kurtulamayız... Asıl mesele nedenlerde saklı... Gençlerimizin maruz kaldıkları kültür endüstrisinin kimin hegemonyası altında olduğundan eğitim sistemimize ve ailelerin öncelikleri nerelere koyduğuna kadar pek çok parametrenin sonucudur bu...
Peki üniversiteyken hâli harap bu gençlerimizin mezuniyetten sonraki durumları nasıl?.. Melih Altınok dünkü gazete yazısında bu konuya açıklık getirmiş; Eurostat verisine göre; yükseköğretim mezunlarının işsizlik oranında Türkiye’de yüzde 9,8. AB ülkelerinin ortalaması ise yüzde 3,9 imiş. Bu arada örneğin nüfusu bizimkiyle aynı olan Almanya’da üniversite öğrencisi sayısı 3 milyonken, bizde 7 milyon civarındaymış...
Algılamada durum nasıl; bir de ona bakalım... Türkiye’de herkes üniversiteye girmek istiyor. Çünkü üniversite eğitimine sahip olmak, bir anlamda hayatın zirvesine oturmak için açık bilet gibi anlaşılıyor... İtibar desen üniversite mezununda, kariyer onda, para onda... Başarı için, kültür için, uzmanlık için, sağlam bir sosyal statü için sanki tek çözüm o...
Durum böyle mi?.. Bizim sektör için gözlemlerimiz ortaya koyuyor ki; Türkçe yazıp konuşma konusunda değil üniversite, ortaokul mezununa yakışmayan bir seviye söz konusu... Üstelik bizim sektör, iletişim... Yani ilgili bölüm mezunlarının sahip olması gereken ilk uzmanlık dile hâkimiyet... Peki gençler iş dünyasına atıldıkları zaman yaşadıklarını nasıl tarif ediyorlar? “Önce okulda öğrendiklerimizi bir kenara bıraktık, iş dünyası öğrendiklerimizden çok farklı” cümlesini duymayan kalmamıştır herhâlde...
Mezunlar şaşkın, iş verenler şaşkın... Gençler ve aileleri bir hayale tutunmuş, emek ve para harcayarak iş dünyasına atılmayı dört yıl geciktirmiş... Üstelik Altınok’un da yazısında vurguladığı gibi; tıp ve bazı mühendislikler dışında üniversitelere ilginin piyasada karşılığı yok. Altınok’un yer verdiği Umberto Eco’nun müthiş tespiti de olaya gayet iyi ışık tutuyor: “Modern üniversiteler, işsizlik sorununun saklandığı park alanlarıdır.”
Bu arada bazı işlerde uzmanlaşmak için üniversite eğitimine bile ihtiyaç yokken, ancak o zaman saygınlık kazanılacağına olan inançla bu eğitim bir zorunluluk hâlini almış. Oysa mesleki eğitim için lise ya da yüksek okul düzeyinde pek çok imkân var... Gençlerin gayet güzel kariyerlere sahip olabileceği, iyi ücretlerle çalışabileceği işler uzman eksikliği nedeniyle boş...
Peki ne yapmalı? İyi ve doğru bir üniversite eğitiminin, oradaki kazanımların çok değerli olduğunun hakkını önce bir teslim edelim. Ancak her meslek için şart olmadığının da... Bu mesleklere yönelinmesinin önündeki en önemli bariyerin itibar olduğunu da saptamak gerekir... Sıradan bir üniversite mezununun, örneğin iyi bir mermer ustasından ya da tesisatçıdan evla olmadığının anlatılması, toplumun bu konuda ikna edilmesi önemlidir.
Günün sözü
“Eğitim, kafayı geliştirmek demektir; belleği doldurmak değil.”
Mark Twain
İletişim Aklı 55
İletişim Aklı, geliştirdiği ve sunduğu uzmanlığın soyut ve herkesin hayatında mutlaka bulunan alanlar üzerine olmasıyla sınanmaktadır. İletişim konusunda herkesin bir fikri olduğunu bilir, buna rağmen sosyal bilimler başta olmak üzere akademik çalışmalara dayanarak ‘doğru yolu’ göstermekle yükümlüdür.
Gözümüze takılanlar…
Üniversite ikinci sınıf öğrencilerine verdiğimiz bir dersin ilk günü yıllardır bu soruyla başlıyor... Sonuç genellikle aynı; öğrencilerin yarısı “sağda oturur”, yarısı “solda” diyor...
Şöyle gür sesiyle, “Hocam, jüriyi nereden çıkardınız?! Türk mahkemelerinde jüri yok!” diyenine inanın rastlamadık!.. “İzleyiciye göre mi, hakime göre mi?” sorusu gelmiyor değil ama...
İşte öğrencilerimizin hâli pürmelali... Tabii cevaplar aslında bir sonuç... Öğrencileri suçlararak mesuliyetten kurtulamayız... Asıl mesele nedenlerde saklı... Gençlerimizin maruz kaldıkları kültür endüstrisinin kimin hegemonyası altında olduğundan eğitim sistemimize ve ailelerin öncelikleri nerelere koyduğuna kadar pek çok parametrenin sonucudur bu...
Peki üniversiteyken hâli harap bu gençlerimizin mezuniyetten sonraki durumları nasıl?.. Melih Altınok dünkü gazete yazısında bu konuya açıklık getirmiş; Eurostat verisine göre; yükseköğretim mezunlarının işsizlik oranında Türkiye’de yüzde 9,8. AB ülkelerinin ortalaması ise yüzde 3,9 imiş. Bu arada örneğin nüfusu bizimkiyle aynı olan Almanya’da üniversite öğrencisi sayısı 3 milyonken, bizde 7 milyon civarındaymış...
Algılamada durum nasıl; bir de ona bakalım... Türkiye’de herkes üniversiteye girmek istiyor. Çünkü üniversite eğitimine sahip olmak, bir anlamda hayatın zirvesine oturmak için açık bilet gibi anlaşılıyor... İtibar desen üniversite mezununda, kariyer onda, para onda... Başarı için, kültür için, uzmanlık için, sağlam bir sosyal statü için sanki tek çözüm o...
Durum böyle mi?.. Bizim sektör için gözlemlerimiz ortaya koyuyor ki; Türkçe yazıp konuşma konusunda değil üniversite, ortaokul mezununa yakışmayan bir seviye söz konusu... Üstelik bizim sektör, iletişim... Yani ilgili bölüm mezunlarının sahip olması gereken ilk uzmanlık dile hâkimiyet... Peki gençler iş dünyasına atıldıkları zaman yaşadıklarını nasıl tarif ediyorlar? “Önce okulda öğrendiklerimizi bir kenara bıraktık, iş dünyası öğrendiklerimizden çok farklı” cümlesini duymayan kalmamıştır herhâlde...
Mezunlar şaşkın, iş verenler şaşkın... Gençler ve aileleri bir hayale tutunmuş, emek ve para harcayarak iş dünyasına atılmayı dört yıl geciktirmiş... Üstelik Altınok’un da yazısında vurguladığı gibi; tıp ve bazı mühendislikler dışında üniversitelere ilginin piyasada karşılığı yok. Altınok’un yer verdiği Umberto Eco’nun müthiş tespiti de olaya gayet iyi ışık tutuyor: “Modern üniversiteler, işsizlik sorununun saklandığı park alanlarıdır.”
Bu arada bazı işlerde uzmanlaşmak için üniversite eğitimine bile ihtiyaç yokken, ancak o zaman saygınlık kazanılacağına olan inançla bu eğitim bir zorunluluk hâlini almış. Oysa mesleki eğitim için lise ya da yüksek okul düzeyinde pek çok imkân var... Gençlerin gayet güzel kariyerlere sahip olabileceği, iyi ücretlerle çalışabileceği işler uzman eksikliği nedeniyle boş...
Peki ne yapmalı? İyi ve doğru bir üniversite eğitiminin, oradaki kazanımların çok değerli olduğunun hakkını önce bir teslim edelim. Ancak her meslek için şart olmadığının da... Bu mesleklere yönelinmesinin önündeki en önemli bariyerin itibar olduğunu da saptamak gerekir... Sıradan bir üniversite mezununun, örneğin iyi bir mermer ustasından ya da tesisatçıdan evla olmadığının anlatılması, toplumun bu konuda ikna edilmesi önemlidir.
Günün sözü
“Eğitim, kafayı geliştirmek demektir; belleği doldurmak değil.”
Mark Twain
İletişim Aklı 55
İletişim Aklı, geliştirdiği ve sunduğu uzmanlığın soyut ve herkesin hayatında mutlaka bulunan alanlar üzerine olmasıyla sınanmaktadır. İletişim konusunda herkesin bir fikri olduğunu bilir, buna rağmen sosyal bilimler başta olmak üzere akademik çalışmalara dayanarak ‘doğru yolu’ göstermekle yükümlüdür.
Gözümüze takılanlar…
- AB ülkeleri tarafından kabul edilen ve dünyanın ilk “Yapay Zekâ Yasası” olarak anılan kurallar, Ağustos başında yürürlüğe girdi. Bundan sonra AB üyesi 27 ülkenin bu alandaki düzenlemelerini yasalararıyla uyumlu hâle getirmesi bekleniyormuş. Kurallar, yapay zekâ sistemlerinin ‘topluma zarar verme seviyesi’ne göre gruplandırılmış. Risk derecesi arttıkça kurallar katılaşıyormuş. Örneğin, ulaşım, sınav puanlaması, cerrahi işlemler, istihdam prosedürleri, banka kredileri için yapılan değerlendirmeler, vize başvurularının incelenmesi gibi insan hayatını ciddi ölçüde etkileyebilecek, sağlığını tehdit edebilecek alanlar “yüksek riskli” olarak sınıflandırılmış. Avrupa’da yer yerinden oynamadı, kimse “Hani benim ifade özgürlüğüm” bahanesiyle ortalığı bulandırmadı. Yasa, tam tersine, insan haklarını koruma perspektifiyle kabullenilmiş görünüyor. Bizdeki Avrupa hayranları şaşırıp kalmışlardır herhâlde...
- Henley & Partners tarafından, Uluslararası Hava Taşımacılığı Birliği’nin (IATA) resmî verileriye düzenli olarak yayınlanan “Pasaport Endeksi”ne göre; Singapur, “Dünyanın En Güçlü Pasaportu” unvanını yeniden devralmış. Endeksin en alt sırasında Afganistan yer alırken, geçen yıl 52. sıradaki Türk Pasaportu 7 basamak yükselerek dünyanın en güçlü 45. pasaportu olmuş. Bilindiği gibi dünyadaki kazanımlar, büyüklük, güç ve liderlik birden fazla parametreyle ölçülüyor. Bu bağlamda; örneğin geleneksel ekonomi, askeri güç “sert güç” (hard power) kategorisine giren parametreler... Bunlar her ne kadar ‘olmazsa olmaz’ sayılsa da marka değeri açısından yeterli değiller. Pasaportumuzun ne kadar değerli olduğu ise sanatta, kültürde, sporda, eğitimde, bilimde ortaya koyduğumuz başarılar, ürünler gibi “yumuşak güç” (soft power) kapsamındaki kıymetlerimizden...