Şöhret ve markayı yönetmek için alt yapı da yetmiyor
15 EKİM 2009
Şu Abdullah Oğuz, namı diğer ‘Apo’, adam olmaz… Tabii iletişim alanında… Türkiye’de de hayli iş yapmış ve büyük beğeni toplamış en başarılı işlerinden biri ‘Mutluluk’, ABD’de çok sayıda sinemada vizyona girmiş ve gayet de iyi tepkiler almış… Kimin haberi var?.. Benim ve çevremdeki onlarca insanın yok en azından…
Laf arasında söyledi bana da… Bir de fırça attı: “Bilen biliyor arkadaş; bak, Hıncal Uluç ile Mehmet Y. Yılmaz yazdılar!”…
Fırçayı tabii ki, misliyle kendisine iade ettim: “Ben yazmadıysam, bundan ben değil sen ve senin adamların sorumlu!”..” Gülüştük… Yeniden bir iş için ABD’ye gitmeye hazırlanıyor. Gitmeden bizim mahalledeki Bakıkçı’da bir yol BRB (Rakı-Balık-Roka) yapıyoruz..
“Los Angeless Times’da da güzel bir eleştiri çıktı film hakkında!” demez mi?..
“Yuh!..” demişim, “Millet Guggenheim’de parayla yer kiralayıp üç beş resmini duvara astırıyor, sonra da ‘Amerika’da sergi açtım!’ diye tepiniyor; sen Los Angeles Times’da boy gösteriyorsun, kimsenin haberi yok! Senden iletişim adına adam olmaz…”
“Doğru!” diyor, “TV’lere de çıkamıyorum zaten… Fazla heyecanlanıyorum..”
Türkan Şoray Hanım da bizimki gibidir. Ağzı kurur, nutku tutulur canlı yayında… İnanılır gibi değil. Onca yıldır kameralarla tutkulu bir ilişkisi olan Türkan Şoray kameralardan çekinsin… Bizim Abdullah Oğuz’un durumu da bu…
Rica ettim. E-posta ile yolladı Los Angels Times’ın 9 Ekim’de fotoğraflı olarak yayınladığı haberi… Hayli uzun… Tamamını şu adrese girip okuyabilirsiniz: http://www.latimes.com/entertainment/news/la-et-bliss9-2009oct09,0,1413227.story
Film eleştirisi Betsy Sharkey imzasını taşıyor… Sharkey filmi öve öve bitiremiyor…
Bu işten yola çıkarak Apo ve Ebru Akel’le Türkiye’de bireysel marka yönetiminin neden yerlerde süründüğünü tartıştık…
Elinde geniş iletişim olanakları ve sağlam ve prodüksiyon alt yapısı bulunan Abdullah Oğuz bunu beceremezse, kim becerecekti ki… Aynı sistem, Abru Akel’e de diğer sanatçılara da hizmet verebilirdi. Pek çok sanatçı bize iletişim sorunları ile başvurduğunda, onlara böyle bir prodüksiyon firmasının işleri yönetmesi gerektiğini söylüyorduk…
Bu arada yeri gelmişken bir kez daha açıkça ifade edelim: Bugüne kadar hiçbir sanatçıya profesyonelce iletişim danışmanlığı hizmeti vermedik. Veremedik…Sadece lütfedip fikrimizi soran eşe dosta naçizane görüşlerimizi söyledik. O kadar…
Bireysel markalarını ve/veya şöhretlerini yönetmek isteyen sanatçılara dediğimiz ise şuydu. “Prodüksiyon şirketini ya siz kurmalısınız; ya da kurulu bir sistemin içinde yer almalısınız. Peki, ne olmalı bu sistemde? Öncelikle şu departmanlar ve bunların uzmanları: Finans, hukuk, konsept geliştirme, sahne tasarımı, sosyal medya ve analog yayıncılık, giyim-kuşam, spor-sağlık, bireysel-kültürel gelişim, Ar-Ge ürün geliştirme, Pazarlama-Satış, Merchandising (yan ürünler), Fan’larla ilişkiler, medya ilişkileri ve nihayet genel anlamda iletişim stratejileri…
Bizde bunların hepsini sanatçı yapar. En fazladan bir sekreteri vardır. Hadi diyelim bir de medya ile ilişkilerini (daha doğrusu randevularını ayarlayacak) bir hanım kızımız… Biraz daha iyi kazananlarının etrafında, kolaylıkla itip kakacakları, getir görür işerini yaptıracakları parazitler, ‘yağdanlıklar’ da bulunabilir…
Para kazandığı, işler iyi gittiği sürece bunlar hiç kimseye bir şey sormazlar. Çünkü zaten her şeyi bildiklerine inanırlar. Uzmanlığa, derinlik kazanmaya hiç saygıları yoktur. Genelde “Ne var ki, bastırıp parayı yaptırırım” havası içindedirler. Klip mi yapılacak. Ver parayı yapsınlar… Hakkında iyi yazdıkları sürece medyayla canım cicim… Gittiğin yerleri önceden haber ver, yeter zaten… Kötü yazarlarsa da, fırça at; mahkemeye ver…
Kriz hallerinde ve işler hafif yollu sarpa sarınca hallerini görmelisiniz… Hemen değişirler. Telefon telefon üstüne… Öncesinde ve sonrasında söz konusu olmayan iletişim stratejilerini, birdenbire ille de ‘sırasında’ uygulamaya sokmak için yırtınırlar…
Şimdi işin tuhafı şu: Yukarıda saydığım birimler ve yapılar çok az şöhret/marka adayında vardır… Çoğunluk ise böyle bir şeyi düşleyemez bile… Oysa Abdullah Oğuz’un elinin altındadır bu yapı ve ne yazık ki kullanmaz… İşte bunu anlamak zordur… Demek alt yapı yetmez; bunu üretime dönüşterecek ‘üst yapı’ da şarttır…
Şu sıra çok ilginç işler yapmak için New York’a gidiyor…
Hangimiz biliyoruz… Bilsek bile ‘nasıl’ biliyoruz…
Oysa Apo’da ‘kendilerinde olmayanları’ iyi kötü satmayı başaranlardan çok daha fazlası var…
Ben de bir içimi döksem, dedim ve…
Dar geldi… Daraldım… Sıkıldım… Yorgun, bitap düştüm…
Hangisini isterseniz kullanmaya hazırım… Yeter ki kendimi ifade edebileyim…
Gelin sıralayalım nelerden sıkıldığımı:
- Gazete ve dergilerin başlıkta, spotta, TV'lerin KJ'lerinde "açılım" lafı kullanılan haberlerinden..
- "One minute", "Daha da gelmem" esprisinden..
- Cem Garipoğlu ile ilgili eski, yeni, taze, bayat haber ve iddialardan..
- Sırf polemik olsun diye medya mensuplarının birbirlerine ‘laf geçirdikleri’ köşe yazılarından ve bunların internet ortamına yansıyanlarından..
- Kimin kimle neden kavga ettiği, ters düştüğü anlaşılmayan, sadece zeka ve espri yarıştırmaya yönelik analog ve sosyal medya yazılarından..
- Her biri birbirinden yüzeysel yarışma programlarından..
- Yine her biri birbirinin devamı ve hatta aynısı veya benzeri çekilmiş, özgünlükten uzak dizilerden..
- Sürekli aynı konukların yer aldığı ve aynı konuları konuştukları konuklu programlardan..
- Muhalefet partilerinin kendi gündemlerini oluşturamayıp sadece iktidarın gündemlerine cevap yetiştirmelerinden ve kendilerini gaza getirip kızgınlık krizi geçirmelerinden..
- Yorum ve fikirden ziyade, yeniden üretmek yerine mevcut durum tespiti yapan konulara takla attırıp temcit pilavı gibi sunan yabancı-yerli ‘guru’lardan..
- Değişmek, yenilenmek, yeniden yapılanmak, misyon, vizyon laflarından..
- Merkezin insandan ve dünya görüşünden uzaklaşıp, olaylar ve saldırılardan yana kaymasından; zırt pırt 180 derece ‘dönmesine’ rağmen her zaman o yoldaymış algısı yaratmaya çalışan ‘entelijansiyadan’..
- Herkesin her konuda bilgi sahibi olduğunu sanıp kendinde konuşma hakkı bulmasından..
- Halkı aptal yerine koyup, "bunlar bunu yer" yaklaşımını sürdürenlerden..
- Medya maydanozlarından..
- Dönüp dolaşıp aynı şeyleri yazmak durumunda olmaktan..
- İnternet ortamında adını sanını gizlemeden aslanlar gibi fikrini, görüşünü yazan herkese saygı duyduğumu, hatta zaman zaman görüşlerine katılmasam da derinlikli oldukları sürece bazılarını zevkle okuduğumu (örneğin Selim Tuncer, Serdar Kuzuloğlu, Temel Aksoy, Cem İlhan vb), zamansızlık nedeniyle bizzat uğraşamasam da bazı platformları (Twitter, FriendFeed, Ekşi sözlük, Medya Sözlük, Medyatava, OdaTV), bazı konularda çalışma arkadaşlarımın vasıtası ve yönlendirmesiyle ilgiyle izlediğimi; karşı çıktığım ve reddettiğim, kesinlikle demokratik ve insani bulmadığım yaklaşımın ise sütre gerisinden, müstear isimle, adı sanı, kim olduğu belli olmadan, harfleri kesip yapıştırarak tehdit mektubu gönderen sapıklar gibi ona buna saldıran sosyopatların davranışı olduğunu, anlatamamaktan..
- İkinci kitabımın ne zaman yayınlanacağının sorulmasından..
- Kilo aldığımın tespit edilmesinden..
- Sevdiklerimle yeterince zaman geçirememekten..
Laf arasında söyledi bana da… Bir de fırça attı: “Bilen biliyor arkadaş; bak, Hıncal Uluç ile Mehmet Y. Yılmaz yazdılar!”…
Fırçayı tabii ki, misliyle kendisine iade ettim: “Ben yazmadıysam, bundan ben değil sen ve senin adamların sorumlu!”..” Gülüştük… Yeniden bir iş için ABD’ye gitmeye hazırlanıyor. Gitmeden bizim mahalledeki Bakıkçı’da bir yol BRB (Rakı-Balık-Roka) yapıyoruz..
“Los Angeless Times’da da güzel bir eleştiri çıktı film hakkında!” demez mi?..
“Yuh!..” demişim, “Millet Guggenheim’de parayla yer kiralayıp üç beş resmini duvara astırıyor, sonra da ‘Amerika’da sergi açtım!’ diye tepiniyor; sen Los Angeles Times’da boy gösteriyorsun, kimsenin haberi yok! Senden iletişim adına adam olmaz…”
“Doğru!” diyor, “TV’lere de çıkamıyorum zaten… Fazla heyecanlanıyorum..”
Türkan Şoray Hanım da bizimki gibidir. Ağzı kurur, nutku tutulur canlı yayında… İnanılır gibi değil. Onca yıldır kameralarla tutkulu bir ilişkisi olan Türkan Şoray kameralardan çekinsin… Bizim Abdullah Oğuz’un durumu da bu…
Rica ettim. E-posta ile yolladı Los Angels Times’ın 9 Ekim’de fotoğraflı olarak yayınladığı haberi… Hayli uzun… Tamamını şu adrese girip okuyabilirsiniz: http://www.latimes.com/entertainment/news/la-et-bliss9-2009oct09,0,1413227.story
Film eleştirisi Betsy Sharkey imzasını taşıyor… Sharkey filmi öve öve bitiremiyor…
Bu işten yola çıkarak Apo ve Ebru Akel’le Türkiye’de bireysel marka yönetiminin neden yerlerde süründüğünü tartıştık…
Elinde geniş iletişim olanakları ve sağlam ve prodüksiyon alt yapısı bulunan Abdullah Oğuz bunu beceremezse, kim becerecekti ki… Aynı sistem, Abru Akel’e de diğer sanatçılara da hizmet verebilirdi. Pek çok sanatçı bize iletişim sorunları ile başvurduğunda, onlara böyle bir prodüksiyon firmasının işleri yönetmesi gerektiğini söylüyorduk…
Bu arada yeri gelmişken bir kez daha açıkça ifade edelim: Bugüne kadar hiçbir sanatçıya profesyonelce iletişim danışmanlığı hizmeti vermedik. Veremedik…Sadece lütfedip fikrimizi soran eşe dosta naçizane görüşlerimizi söyledik. O kadar…
Bireysel markalarını ve/veya şöhretlerini yönetmek isteyen sanatçılara dediğimiz ise şuydu. “Prodüksiyon şirketini ya siz kurmalısınız; ya da kurulu bir sistemin içinde yer almalısınız. Peki, ne olmalı bu sistemde? Öncelikle şu departmanlar ve bunların uzmanları: Finans, hukuk, konsept geliştirme, sahne tasarımı, sosyal medya ve analog yayıncılık, giyim-kuşam, spor-sağlık, bireysel-kültürel gelişim, Ar-Ge ürün geliştirme, Pazarlama-Satış, Merchandising (yan ürünler), Fan’larla ilişkiler, medya ilişkileri ve nihayet genel anlamda iletişim stratejileri…
Bizde bunların hepsini sanatçı yapar. En fazladan bir sekreteri vardır. Hadi diyelim bir de medya ile ilişkilerini (daha doğrusu randevularını ayarlayacak) bir hanım kızımız… Biraz daha iyi kazananlarının etrafında, kolaylıkla itip kakacakları, getir görür işerini yaptıracakları parazitler, ‘yağdanlıklar’ da bulunabilir…
Para kazandığı, işler iyi gittiği sürece bunlar hiç kimseye bir şey sormazlar. Çünkü zaten her şeyi bildiklerine inanırlar. Uzmanlığa, derinlik kazanmaya hiç saygıları yoktur. Genelde “Ne var ki, bastırıp parayı yaptırırım” havası içindedirler. Klip mi yapılacak. Ver parayı yapsınlar… Hakkında iyi yazdıkları sürece medyayla canım cicim… Gittiğin yerleri önceden haber ver, yeter zaten… Kötü yazarlarsa da, fırça at; mahkemeye ver…
Kriz hallerinde ve işler hafif yollu sarpa sarınca hallerini görmelisiniz… Hemen değişirler. Telefon telefon üstüne… Öncesinde ve sonrasında söz konusu olmayan iletişim stratejilerini, birdenbire ille de ‘sırasında’ uygulamaya sokmak için yırtınırlar…
Şimdi işin tuhafı şu: Yukarıda saydığım birimler ve yapılar çok az şöhret/marka adayında vardır… Çoğunluk ise böyle bir şeyi düşleyemez bile… Oysa Abdullah Oğuz’un elinin altındadır bu yapı ve ne yazık ki kullanmaz… İşte bunu anlamak zordur… Demek alt yapı yetmez; bunu üretime dönüşterecek ‘üst yapı’ da şarttır…
Şu sıra çok ilginç işler yapmak için New York’a gidiyor…
Hangimiz biliyoruz… Bilsek bile ‘nasıl’ biliyoruz…
Oysa Apo’da ‘kendilerinde olmayanları’ iyi kötü satmayı başaranlardan çok daha fazlası var…
Ben de bir içimi döksem, dedim ve…
Dar geldi… Daraldım… Sıkıldım… Yorgun, bitap düştüm…
Hangisini isterseniz kullanmaya hazırım… Yeter ki kendimi ifade edebileyim…
Gelin sıralayalım nelerden sıkıldığımı:
- Gazete ve dergilerin başlıkta, spotta, TV'lerin KJ'lerinde "açılım" lafı kullanılan haberlerinden..
- "One minute", "Daha da gelmem" esprisinden..
- Cem Garipoğlu ile ilgili eski, yeni, taze, bayat haber ve iddialardan..
- Sırf polemik olsun diye medya mensuplarının birbirlerine ‘laf geçirdikleri’ köşe yazılarından ve bunların internet ortamına yansıyanlarından..
- Kimin kimle neden kavga ettiği, ters düştüğü anlaşılmayan, sadece zeka ve espri yarıştırmaya yönelik analog ve sosyal medya yazılarından..
- Her biri birbirinden yüzeysel yarışma programlarından..
- Yine her biri birbirinin devamı ve hatta aynısı veya benzeri çekilmiş, özgünlükten uzak dizilerden..
- Sürekli aynı konukların yer aldığı ve aynı konuları konuştukları konuklu programlardan..
- Muhalefet partilerinin kendi gündemlerini oluşturamayıp sadece iktidarın gündemlerine cevap yetiştirmelerinden ve kendilerini gaza getirip kızgınlık krizi geçirmelerinden..
- Yorum ve fikirden ziyade, yeniden üretmek yerine mevcut durum tespiti yapan konulara takla attırıp temcit pilavı gibi sunan yabancı-yerli ‘guru’lardan..
- Değişmek, yenilenmek, yeniden yapılanmak, misyon, vizyon laflarından..
- Merkezin insandan ve dünya görüşünden uzaklaşıp, olaylar ve saldırılardan yana kaymasından; zırt pırt 180 derece ‘dönmesine’ rağmen her zaman o yoldaymış algısı yaratmaya çalışan ‘entelijansiyadan’..
- Herkesin her konuda bilgi sahibi olduğunu sanıp kendinde konuşma hakkı bulmasından..
- Halkı aptal yerine koyup, "bunlar bunu yer" yaklaşımını sürdürenlerden..
- Medya maydanozlarından..
- Dönüp dolaşıp aynı şeyleri yazmak durumunda olmaktan..
- İnternet ortamında adını sanını gizlemeden aslanlar gibi fikrini, görüşünü yazan herkese saygı duyduğumu, hatta zaman zaman görüşlerine katılmasam da derinlikli oldukları sürece bazılarını zevkle okuduğumu (örneğin Selim Tuncer, Serdar Kuzuloğlu, Temel Aksoy, Cem İlhan vb), zamansızlık nedeniyle bizzat uğraşamasam da bazı platformları (Twitter, FriendFeed, Ekşi sözlük, Medya Sözlük, Medyatava, OdaTV), bazı konularda çalışma arkadaşlarımın vasıtası ve yönlendirmesiyle ilgiyle izlediğimi; karşı çıktığım ve reddettiğim, kesinlikle demokratik ve insani bulmadığım yaklaşımın ise sütre gerisinden, müstear isimle, adı sanı, kim olduğu belli olmadan, harfleri kesip yapıştırarak tehdit mektubu gönderen sapıklar gibi ona buna saldıran sosyopatların davranışı olduğunu, anlatamamaktan..
- İkinci kitabımın ne zaman yayınlanacağının sorulmasından..
- Kilo aldığımın tespit edilmesinden..
- Sevdiklerimle yeterince zaman geçirememekten..