Bilmemek ayıp değil!..
11 Aralık 2014
Bu bir hatırlatma yazısıdır. Eleştiri değil.
Hangi açıdan bakarsanız bakın ve tabii ki aynı liseden olmamızın da kültür ve değerler açısından taşıdığı önem nedeniyle Murat Ülker Bey’e her zaman çok büyük saygı duymuşumdur.
Dün 16:30 cıvarında atmış olduğu tweet’inde demiş ki:
“Önerim, İK yerine İnsan Kıymetleri demek; ona göre önem vermek…”
Bir süre önce de MÜSİAD’da bir toplantıda duydum. İki yıl kadar önce üst düzey yöneticileriyle bir sohbet toplantısında bulunduğum Albaraka Türk’ün İK’cısı, kendisi için “İnsan Kıymetleri Yöneticisi” unvanını uygun bulmuş ve de bu kavramı ilk kez kendisinin ortaya attığını iddia etmiş.
Olabilir. Bu dostlarımızın 1999’daki makalemizi okumamış olmaları doğal. 2005’de Remzi Kitabevi tarafından ilk baskısı yayınlanmış ve ardından beş baskı yapmış, İngilizce ve Almanca’ya çevrilmiş ‘Algılama Yönetimi’ adlı kitabımızın 229. sayfasını da görmemiş olmaları doğal. İnsan Kıymetleri kavramının bizim başvurumuzla Türk Patent Enstitüsü tarafından Bersay İletişim Danışmanlığı’na tescil edildiğini bilmelerini beklemek de abes olur. Ve elbette Bersay’ın İnsan Kıymetleri Direktörü Emekli Kurmay Albay Erdoğan Erhan Bey’i de tanımıyorlardır. Ancak bu kavramı kullanmadan ve içselleştirmeden önce Google’a ‘İnsan Kıymetleri’ yazıp bir küçük araştırma yapsalar ya da asistanlarına böyle bir görev verseler görecekler ki, yukarıdaki bütün bu veriler internet ortamında zaten mebzul miktarda bulunmakta. En azından 18 Nisan 2013 tarihinde Yeni Şafak’ta yazdığımız o makaleye gözleri ilişirdi. Bakın “İnsan Kıymettir; Kaynak Değil” başlıklı yazımızda ne demişiz:
“İnsanın kaynak değil kıymet olduğuna ilişkin görüşlerimizin ilk izlerini 14 yıl önce, Mart 1999’daki bir makalemde ve ilk kitabımızda bulmak mümkün. (Bkz. Algılama Yönetimi, 2005, S. 229) Konuya dair, konferansın bilgilendirme dokümanları için hazırladığımız şu metin her şeyi özetliyor aslında:
“İnsan toplumunun üç evrimden geçtiği söylenir (Bkz. Toffler’lerin “Üç Dalga”sı): Tarım Toplumu, Sanayi Toplumu ve Bilgi Toplumu…
Tarım Toplumu’nda insan bir meta olarak görülüyor; tedavüldeki diğer gayrimenkuller ve üretim araçları gibi alınıp satılıyorlardı.
Sanayi Toplumu’nda ise insanı bu kez ‘kaynak’ olarak gördüler. Üretime sokulan, yararlanılan, artı (ya da katma) değer üretmesi özellikle istenen, tükenince de kaldırılıp bir köşeye atılan ‘kaynak’… Elektrik gibi, su gibi, enerji gibi, para gibi…
Nasıl sanayi toplumu kendisinden önceki tüm paradigmaları değiştirdiyse, Bilgi Toplumu da benzer bir dönüşümü gerçekleştirmek, insana bakışını yenilemek durumunda idi… İnsan artık kaynak değil kıymetti… Sürekli gelişebilen, yenilenen ve üretimden düşse de sahip çıkılması gereken bir kıymet… İngilizce ifade ile daha rahat edenler için ‘source’ değil ‘asset’…
Sürekli değişim içinde bulunan toplum dinamiklerinde artık, insana öncelik veren, yenilikçi – yaratıcı ürün ve hizmet modüllerini pazara sürebilen ve bütün bu işleri yönetip yürütebilecek insan kıymetlerine sahip olan kuruluşlar, sürdürülebilir bir varoluş nedeni ve rekabet gücü yakalayabilirler…
Alın bu lafları getirin siyasete koyun. Seçmene nasıl bakacaksınız? Tarım toplumundan mı, Sanayi toplumundan mı, Bilgi toplumundan mı? Hangi pencereden?
Tarım toplumunda seçim vardı belki ancak, sadece seçkinler arasında yapılırdı seçim. Halka sorulmazdı. Halkın ‘seçmen’ olarak görülmesi (aynen kaynakta olduğu gibi) kapitalizm ve liberalizmin, yani sanayi toplumunun ürünüdür… Peki bilgi toplumunda halk, hedef kitleler, katılımcılar nasıl görülmelidir?... İşte bu sorunun yanıtını doğru veren siyasi parti, ipi göğüsler…
Bu hususu ayrı bir yazıda tartışırız. Şunu söylemekle yetinelim şimdilik: Bilgi toplumunda, nasıl artık müşteriyi yolunacak tavuk, çalışanı sömürülecek tüketilecek kaynak, ilişkileri ille de taraflardan birinin kazanırken diğerinin kaybettiği bir alış veriş olarak görmek yanlış; yanlış olduğu kadar eskimiş, yosun tutmuş bir bakış ise, geleceğine karar veren insanı da sadece seçmen, oy deposu olarak görmek o kadar ilkel bir bakıştır.”
İşte böyle demişiz. Kul hakkı yemek ne kadar günahsa, hakkını yedirtmek de bir o kadar talihsiz bir durum değil midir? Bu güne kadar bu ifadeyi kullananların atıfda bulunmaması, “Yahu bu kavramı acaba bizden önce bir başkası kullanmış olabilir mi?” diye en ufak bir tereddüde düşmemeleri karşısında sustuysak bu sadece nezaketimizdendir.
Keşke herkes kullansa ve insanına kaynak gibi değil kıymet gibi davransa… Ayrıca şimdiden söyleyelim ki postmodern toplumda yani Dördüncü Dalga’da ‘kıymet’ kavramı da transformasyona uğrayacak ve yerini bambaşka bir soyutlamaya terk edecektir.
Bu ‘kıymet’ yaklaşımın yaygınlaşmasına katma değer getiren herkes hayırlı bir iş yapmaktadır. Biz sadece her anlamda ‘kıymet bilmenin’ altını çizmek istedik.
Itri’nin kıymeti üzerine tartışılır mı?
Talat Halman’ın vefatı üzerine bir kez daha görüldü ki, kültür hayatımızdaki bazı isimler, farklı görüşlerdeki insanların ortak duygu dünyalarında iz bırakma başarısını gösterebiliyor.
Murat Bardakçı’nın 2012 yılında yazmış olduğu ve ifade ettiği mana açısından çok önem taşıyan bir gerçeklik, Talat Bey’in vefat haberinden sonra sosyal medyada gündeme geldi. Yüksek sanatın Türkiye topraklarındaki izlerini o mükemmel İngilizcesiyle Batı’ya, Amerika’ya, gittiği her yere taşıyan Talat Halman’ı bir kez daha tanımamıza vesile olan bu olayı nakletmekte yarar var. Murat Bardakçı’nın 2012 yılında yazdıklarından bir bölümü birlikte okuyalım:
“12 Mart darbesinden sonra başbakan olan Nihat Erim, Amerika’daki üniversitelerde Türk Edebiyatı hocalığı yapan Talât Halman’ı Kültür Bakanlığı’na getirmişti. Size belki tuhaf gelebilir ve anlamakta zorlanabilirsiniz: O yılların Türkiye’sinde Türk Müziği’nin eğitimi yasaktı, hattâ devlete ait konser salonlarında bir Türk Müziği konserinin verilmesi düşünülemezdi bile…”
“Talât Halman bu saçmalığa son vermek ve belki de bir ilki hayata geçirmek istediğinden olacak, Ankara’daki evini her cumartesi günü musiki heveslilerine ve radyonun yetenekli gençlerine açıp ders veren ve onlarla birlikte musiki icra eden bestekâr İsmail Baha Sürelsan’dan Devlet Konser Salonu’nda bir “Itrî Konseri” vermesini istedi.”
“Lisede öğrencilik senelerimdi ve gayet iyi hatırlarım: Başkentin göbeğine sanki koskoca bir bomba düşmüştü! Bir kesim ayağa kalktı, “Atatürk’ün mirası olan senfoni orkestrasına mahsus salonda teksesli alaturka müzik yapılamaz” diye tutturdu. Ardından, Milliyet Gazetesi’nde devlet sanatçısı viyolonist Suna Kan’ın bir açık mektubu yayınlandı. Suna Kan, “Devlet Konser Salonu'nda böyle bir konser verildiği takdirde devlet sanatçılığı unvânını iade edeceğini" söylüyordu.
Netice tahmin edemeyeceğiniz şekilde oldu, konser iptal edildi, Nihat Erim hadiseden birkaç hafta sonra hükümette değişiklik yaptı, Talât Halman yeni hükümette yer almadı ve Amerika’ya döndü!”
Murat Bardakçı’dan, 1971 yılında Ankara’daki Devlet Konser Salonu’nda Kültür Bakanı’nın isteğine rağmen verilemeyen Itri Konseri’nin tam 41 yıl sonra gerçekleştirilebildiğini öğreniyoruz. Allahtan UNESCO, 2011 yılını ölümlerinin 300. Yıldönümleri vesilesiyle “Itrî” ve “Nâbî Yılı” ilan etmiş de, yine Batılı’nın kırptığı göz sayesinde aynı Devlet Konser Salonu’nda iki üstadı birlikte anabilmişiz.
Hal-i pür melâlimiz budur!
80’li yıllarda Sanat Olayı dergisini çıkarırken Yayın Yönetmenimiz Attilâ İlhan da neredeyse her ay, mutlaka –imzalı ya da imzasız- bir yazı kaleme alır ve bu ‘müstemleke aydın’ tipolojisiyle özel olarak uğraşmaktan ayrı bir haz duyardı. Rahmetlinin cenazesi de, kendisini hakkın rahmetine uğurlamaya gelenlere bakarak söylemek gerekirse, Talat Halman gibi çok farklı dünya görüşünden insanımızla gönül bağı kurduğunu açıklıkla gösteriyordu. Vefatının ardından yazılanlar da.
Itrî’nin kıymeti üzerinde tartışılmayacağını söylemek bile insana nasıl zor geliyor değil mi? Tartışanlar nerede yetişti acaba, diye düşünmekten insan kendisini alamıyor.
Hangi açıdan bakarsanız bakın ve tabii ki aynı liseden olmamızın da kültür ve değerler açısından taşıdığı önem nedeniyle Murat Ülker Bey’e her zaman çok büyük saygı duymuşumdur.
Dün 16:30 cıvarında atmış olduğu tweet’inde demiş ki:
“Önerim, İK yerine İnsan Kıymetleri demek; ona göre önem vermek…”
Bir süre önce de MÜSİAD’da bir toplantıda duydum. İki yıl kadar önce üst düzey yöneticileriyle bir sohbet toplantısında bulunduğum Albaraka Türk’ün İK’cısı, kendisi için “İnsan Kıymetleri Yöneticisi” unvanını uygun bulmuş ve de bu kavramı ilk kez kendisinin ortaya attığını iddia etmiş.
Olabilir. Bu dostlarımızın 1999’daki makalemizi okumamış olmaları doğal. 2005’de Remzi Kitabevi tarafından ilk baskısı yayınlanmış ve ardından beş baskı yapmış, İngilizce ve Almanca’ya çevrilmiş ‘Algılama Yönetimi’ adlı kitabımızın 229. sayfasını da görmemiş olmaları doğal. İnsan Kıymetleri kavramının bizim başvurumuzla Türk Patent Enstitüsü tarafından Bersay İletişim Danışmanlığı’na tescil edildiğini bilmelerini beklemek de abes olur. Ve elbette Bersay’ın İnsan Kıymetleri Direktörü Emekli Kurmay Albay Erdoğan Erhan Bey’i de tanımıyorlardır. Ancak bu kavramı kullanmadan ve içselleştirmeden önce Google’a ‘İnsan Kıymetleri’ yazıp bir küçük araştırma yapsalar ya da asistanlarına böyle bir görev verseler görecekler ki, yukarıdaki bütün bu veriler internet ortamında zaten mebzul miktarda bulunmakta. En azından 18 Nisan 2013 tarihinde Yeni Şafak’ta yazdığımız o makaleye gözleri ilişirdi. Bakın “İnsan Kıymettir; Kaynak Değil” başlıklı yazımızda ne demişiz:
“İnsanın kaynak değil kıymet olduğuna ilişkin görüşlerimizin ilk izlerini 14 yıl önce, Mart 1999’daki bir makalemde ve ilk kitabımızda bulmak mümkün. (Bkz. Algılama Yönetimi, 2005, S. 229) Konuya dair, konferansın bilgilendirme dokümanları için hazırladığımız şu metin her şeyi özetliyor aslında:
“İnsan toplumunun üç evrimden geçtiği söylenir (Bkz. Toffler’lerin “Üç Dalga”sı): Tarım Toplumu, Sanayi Toplumu ve Bilgi Toplumu…
Tarım Toplumu’nda insan bir meta olarak görülüyor; tedavüldeki diğer gayrimenkuller ve üretim araçları gibi alınıp satılıyorlardı.
Sanayi Toplumu’nda ise insanı bu kez ‘kaynak’ olarak gördüler. Üretime sokulan, yararlanılan, artı (ya da katma) değer üretmesi özellikle istenen, tükenince de kaldırılıp bir köşeye atılan ‘kaynak’… Elektrik gibi, su gibi, enerji gibi, para gibi…
Nasıl sanayi toplumu kendisinden önceki tüm paradigmaları değiştirdiyse, Bilgi Toplumu da benzer bir dönüşümü gerçekleştirmek, insana bakışını yenilemek durumunda idi… İnsan artık kaynak değil kıymetti… Sürekli gelişebilen, yenilenen ve üretimden düşse de sahip çıkılması gereken bir kıymet… İngilizce ifade ile daha rahat edenler için ‘source’ değil ‘asset’…
Sürekli değişim içinde bulunan toplum dinamiklerinde artık, insana öncelik veren, yenilikçi – yaratıcı ürün ve hizmet modüllerini pazara sürebilen ve bütün bu işleri yönetip yürütebilecek insan kıymetlerine sahip olan kuruluşlar, sürdürülebilir bir varoluş nedeni ve rekabet gücü yakalayabilirler…
Alın bu lafları getirin siyasete koyun. Seçmene nasıl bakacaksınız? Tarım toplumundan mı, Sanayi toplumundan mı, Bilgi toplumundan mı? Hangi pencereden?
Tarım toplumunda seçim vardı belki ancak, sadece seçkinler arasında yapılırdı seçim. Halka sorulmazdı. Halkın ‘seçmen’ olarak görülmesi (aynen kaynakta olduğu gibi) kapitalizm ve liberalizmin, yani sanayi toplumunun ürünüdür… Peki bilgi toplumunda halk, hedef kitleler, katılımcılar nasıl görülmelidir?... İşte bu sorunun yanıtını doğru veren siyasi parti, ipi göğüsler…
Bu hususu ayrı bir yazıda tartışırız. Şunu söylemekle yetinelim şimdilik: Bilgi toplumunda, nasıl artık müşteriyi yolunacak tavuk, çalışanı sömürülecek tüketilecek kaynak, ilişkileri ille de taraflardan birinin kazanırken diğerinin kaybettiği bir alış veriş olarak görmek yanlış; yanlış olduğu kadar eskimiş, yosun tutmuş bir bakış ise, geleceğine karar veren insanı da sadece seçmen, oy deposu olarak görmek o kadar ilkel bir bakıştır.”
İşte böyle demişiz. Kul hakkı yemek ne kadar günahsa, hakkını yedirtmek de bir o kadar talihsiz bir durum değil midir? Bu güne kadar bu ifadeyi kullananların atıfda bulunmaması, “Yahu bu kavramı acaba bizden önce bir başkası kullanmış olabilir mi?” diye en ufak bir tereddüde düşmemeleri karşısında sustuysak bu sadece nezaketimizdendir.
Keşke herkes kullansa ve insanına kaynak gibi değil kıymet gibi davransa… Ayrıca şimdiden söyleyelim ki postmodern toplumda yani Dördüncü Dalga’da ‘kıymet’ kavramı da transformasyona uğrayacak ve yerini bambaşka bir soyutlamaya terk edecektir.
Bu ‘kıymet’ yaklaşımın yaygınlaşmasına katma değer getiren herkes hayırlı bir iş yapmaktadır. Biz sadece her anlamda ‘kıymet bilmenin’ altını çizmek istedik.
Itri’nin kıymeti üzerine tartışılır mı?
Talat Halman’ın vefatı üzerine bir kez daha görüldü ki, kültür hayatımızdaki bazı isimler, farklı görüşlerdeki insanların ortak duygu dünyalarında iz bırakma başarısını gösterebiliyor.
Murat Bardakçı’nın 2012 yılında yazmış olduğu ve ifade ettiği mana açısından çok önem taşıyan bir gerçeklik, Talat Bey’in vefat haberinden sonra sosyal medyada gündeme geldi. Yüksek sanatın Türkiye topraklarındaki izlerini o mükemmel İngilizcesiyle Batı’ya, Amerika’ya, gittiği her yere taşıyan Talat Halman’ı bir kez daha tanımamıza vesile olan bu olayı nakletmekte yarar var. Murat Bardakçı’nın 2012 yılında yazdıklarından bir bölümü birlikte okuyalım:
“12 Mart darbesinden sonra başbakan olan Nihat Erim, Amerika’daki üniversitelerde Türk Edebiyatı hocalığı yapan Talât Halman’ı Kültür Bakanlığı’na getirmişti. Size belki tuhaf gelebilir ve anlamakta zorlanabilirsiniz: O yılların Türkiye’sinde Türk Müziği’nin eğitimi yasaktı, hattâ devlete ait konser salonlarında bir Türk Müziği konserinin verilmesi düşünülemezdi bile…”
“Talât Halman bu saçmalığa son vermek ve belki de bir ilki hayata geçirmek istediğinden olacak, Ankara’daki evini her cumartesi günü musiki heveslilerine ve radyonun yetenekli gençlerine açıp ders veren ve onlarla birlikte musiki icra eden bestekâr İsmail Baha Sürelsan’dan Devlet Konser Salonu’nda bir “Itrî Konseri” vermesini istedi.”
“Lisede öğrencilik senelerimdi ve gayet iyi hatırlarım: Başkentin göbeğine sanki koskoca bir bomba düşmüştü! Bir kesim ayağa kalktı, “Atatürk’ün mirası olan senfoni orkestrasına mahsus salonda teksesli alaturka müzik yapılamaz” diye tutturdu. Ardından, Milliyet Gazetesi’nde devlet sanatçısı viyolonist Suna Kan’ın bir açık mektubu yayınlandı. Suna Kan, “Devlet Konser Salonu'nda böyle bir konser verildiği takdirde devlet sanatçılığı unvânını iade edeceğini" söylüyordu.
Netice tahmin edemeyeceğiniz şekilde oldu, konser iptal edildi, Nihat Erim hadiseden birkaç hafta sonra hükümette değişiklik yaptı, Talât Halman yeni hükümette yer almadı ve Amerika’ya döndü!”
Murat Bardakçı’dan, 1971 yılında Ankara’daki Devlet Konser Salonu’nda Kültür Bakanı’nın isteğine rağmen verilemeyen Itri Konseri’nin tam 41 yıl sonra gerçekleştirilebildiğini öğreniyoruz. Allahtan UNESCO, 2011 yılını ölümlerinin 300. Yıldönümleri vesilesiyle “Itrî” ve “Nâbî Yılı” ilan etmiş de, yine Batılı’nın kırptığı göz sayesinde aynı Devlet Konser Salonu’nda iki üstadı birlikte anabilmişiz.
Hal-i pür melâlimiz budur!
80’li yıllarda Sanat Olayı dergisini çıkarırken Yayın Yönetmenimiz Attilâ İlhan da neredeyse her ay, mutlaka –imzalı ya da imzasız- bir yazı kaleme alır ve bu ‘müstemleke aydın’ tipolojisiyle özel olarak uğraşmaktan ayrı bir haz duyardı. Rahmetlinin cenazesi de, kendisini hakkın rahmetine uğurlamaya gelenlere bakarak söylemek gerekirse, Talat Halman gibi çok farklı dünya görüşünden insanımızla gönül bağı kurduğunu açıklıkla gösteriyordu. Vefatının ardından yazılanlar da.
Itrî’nin kıymeti üzerinde tartışılmayacağını söylemek bile insana nasıl zor geliyor değil mi? Tartışanlar nerede yetişti acaba, diye düşünmekten insan kendisini alamıyor.