Bu 'tagline' intihal kokuyor
25.01.2014 - Yeni Şafak Gazetesi
Bir kurumun dışarıya karşı tüm iletişim stratejilerinin ortak tek bir hedefe hizmet etmesi gerektiğini bilenler, CHP'nin Türkiye'nin dış politikasındaki her adıma istisnasız karşı çıkmasındaki amacı en azından kuramsal olarak anlamakta güçlük çekeceklerdir. Bu tutumu, siyasi iletişim stratejileri açısından doluya da boşa da koysanız bir yere varamazsınız.
Suriye konusundaki beyanları ortadayken, şimdi de sayın Kılıçdaroğlu, Başbakan'ın AB yetkililerini ikna edemediğini söylemiş. 'İkna olup olmadıklarını AB yetkilileri açıklar. AB'nin endişeleri var' demiş. Kılıçdaroğlu bu açıklamaları nerede yapmış? Meslek örgütlerini ziyaret etmek için gittiği Konya'da.
Şaşmamak elde midir? Siyasetçinin nerede hangi mesajı vermesi gerektiğine dair o çok takdir edip bir türlü örnek alamadıkları Batılı kafanın milimi milimine dikkat ettiği 'Zaman, mekan, hedef kitle, veri, enformasyon' gibi temel parametrelerden bîhaber, gündelik politikaların gelişigüzel sürdürüldüğü bir muhalefet tavrıyla 'alternatif' olunduğu algısını yaşatmak mümkün olabilir mi?
Seçim arifesindeyiz ve 'stratejisiz bir misyon'a sahip olarak propoganda yapmaya çabalayan bir muhalefetimiz var. Oysa ki 'strateji açıklıyoruz' denilerek düzenledikleri basın toplantısında müthiş bir iddia ortaya atılıyor: 'Türkiye'nin Birleştirici Gücü'
Parti'nin 'tagline'ını açıklarken ne diyordu Salı günü Sayın Kılıçdaroğlu?
'Parti amblemimizin altında bundan sonra 'CHP Türkiye'nin birleştirici gücü' yazacak. CHP, Türkiye'nin birleştirici gücüdür ve bu güç önümüzdeki döneme damgasını vuracak güçtür'
Dakika bir gol bir; 'Birleştiricilik' iddiasının altını besleyecek, payandası olabilecek aksiyonların ısrarla ve birbiri ardına sergilenmesi gerekirken şu cümleleri CHP Genel Başkanı'ndan, hem de Anadolu'nun göbeğindeki bir şehirde işitmek nasıl bir his olmalı?
'Halka doğru söylemeliyiz. AB'nin endişeleri var. HSYK düzenlemeleriyle ilgili endişeleri var. Bir gazetede 'Onları sanki ikna ettim diyor' sayın Erdoğan. Oradaki deyim çok önemli, emin değil yüzde yüz.'
Oysa ki Başbakan, 'Paralel yapıyı somut örnekler vererek anlattım. İkna ettiğimi düşünüyorum.' demiş. Yüzde yüz emin olmasını istiyormuş Kılıçdaroğlu. Kendisi Konya'da kimleri ne kadar ikna ettiğinden emin midir acaba?
Sayın Kılıçdaroğlu'nun sözünü ettiği 'altında bu yazacak' dediği ifadeye reklam dilinde 'tagline' deniyor.
'Tagline' markanın ruhu, özü, vaadidir.
Bu vaat bazen yerleşir, markayla özdeşleştirilir; bazen de altı dolmaz, havada kalır. Bu nasıl anlaşılır? Şöyle anlaşılır: Tersten sorarsınız! 'Just do it' denince aklımıza ne geliyor? Ya da 'Connecting people'; ya da 'Globally yours'; ya da 'Evinizin her şeyi' denince... Eğer bu sorularınıza doğru yanıtlar alıyorsanız, işlem tamam demektir. Ama marka hatırlanmıyorsa, zaman, para ve insan kaynağını boşa harcamışsınız demektir.
Bu nedenle kuruluşlar tagline oluştururken büyük çaba harcar. En az kelimeyle çok şey, özellikle vaat ve marka ruhunu anlatmaktır amaç.
Bu 'birleştiricilik' meselesini Türkiye'de en iyi ANAP anlatmayı başarmıştır. '4 eğilim' dendiği zaman Turgut Özal ve ellerini başının üstünde birleştirmiş hali gelirdi akla. Biraz da bu yüzden siyasette 'birleştiricilik' az biraz 'intihal' (halk dilinde çakma deniyor) kokmuyor mu ne dersiniz?
Çünkü kimse inanmak istemiyor...
TÜSİAD Genel Kurulu'ndan basına yansıyanlara baktığımızda, işdünyasının iki liderinden gelen taban tabana zıt diyebileceğimiz farklı değerlendirmeler dikkatimizi çekti. Biri Rahmi Koç. Diğeri TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz.
Rahmi Bey, 'Endişeli değilim. Birinci çeyrek geçsin bakacağız.' derken Muharrem Bey, 'Böyle bir ülkeye yabancı sermaye gelmez' görüşünü ifade etmiş.
Diğer yandan TÜSİAD'ın 2014 öngörülerini içeren ve toplantı öncesinde dağıtılan raporunda yüzde 3.4'lük büyüme beklendiği belirtilmiş. (Hükümetin büyüme beklentisi de yüzde 4'müş.)
'17 Aralık Öncesi ve Sonrası' diye ifade edilebilecek bir tutum farklılığının iş dünyasında varlık gösterdiğine bu sütunlarda daha önce de değindik. Ekonomide karanlık bir tablo öngören beyanların sahibi olan üst düzey yöneticilerin, kendi iş ortamlarında hesap kitap yaparken sözünü ettikleri sıkıntıları 'sadece bir ihtimal' anlamında ciddiye aldıklarına pek çoğumuz tanık oluyoruz. Fiiliyatta ciddi önlemler almadan, sözde ahlanıp vahlananların, 'Yanmaya razıyız yeter ki gitsinler!' şarkısını dillerinden düşürmeyenlerin, doğal olarak iş hayatlarını hiç mi hiç riske atmaya yanaşmayacaklarını bilmeyenimiz var mı?
Stabil bir siyaset, sağlıklı bir ekonomi ihtiyacı herkes için vazgeçilmezdir. 'Yanmaya razıyım!' diyerek ayağa kalkanların, herkes yerine oturduğunda iyot gibi açıkta kalmak istemeyecekleri gün gibi aşikârdır. İşdünyasında herkesin oksijene ihtiyacı vardır. 'Beni yak, kendini yak, her şeyi yak' diyenler de, yıllardır uygulanan sağlam ekonomi politikalarının bu depreme dayanıklı olduğunu gayet iyi biliyorlar ve söylediklerine özünde kendileri de inanmıyorlar. İnanırlarsa başka türlü davranmaları gerekeceğini bunca yılın iş zekası bilmeyecek de kim bilecek?
Bir kurumun dışarıya karşı tüm iletişim stratejilerinin ortak tek bir hedefe hizmet etmesi gerektiğini bilenler, CHP'nin Türkiye'nin dış politikasındaki her adıma istisnasız karşı çıkmasındaki amacı en azından kuramsal olarak anlamakta güçlük çekeceklerdir. Bu tutumu, siyasi iletişim stratejileri açısından doluya da boşa da koysanız bir yere varamazsınız.
Suriye konusundaki beyanları ortadayken, şimdi de sayın Kılıçdaroğlu, Başbakan'ın AB yetkililerini ikna edemediğini söylemiş. 'İkna olup olmadıklarını AB yetkilileri açıklar. AB'nin endişeleri var' demiş. Kılıçdaroğlu bu açıklamaları nerede yapmış? Meslek örgütlerini ziyaret etmek için gittiği Konya'da.
Şaşmamak elde midir? Siyasetçinin nerede hangi mesajı vermesi gerektiğine dair o çok takdir edip bir türlü örnek alamadıkları Batılı kafanın milimi milimine dikkat ettiği 'Zaman, mekan, hedef kitle, veri, enformasyon' gibi temel parametrelerden bîhaber, gündelik politikaların gelişigüzel sürdürüldüğü bir muhalefet tavrıyla 'alternatif' olunduğu algısını yaşatmak mümkün olabilir mi?
Seçim arifesindeyiz ve 'stratejisiz bir misyon'a sahip olarak propoganda yapmaya çabalayan bir muhalefetimiz var. Oysa ki 'strateji açıklıyoruz' denilerek düzenledikleri basın toplantısında müthiş bir iddia ortaya atılıyor: 'Türkiye'nin Birleştirici Gücü'
Parti'nin 'tagline'ını açıklarken ne diyordu Salı günü Sayın Kılıçdaroğlu?
'Parti amblemimizin altında bundan sonra 'CHP Türkiye'nin birleştirici gücü' yazacak. CHP, Türkiye'nin birleştirici gücüdür ve bu güç önümüzdeki döneme damgasını vuracak güçtür'
Dakika bir gol bir; 'Birleştiricilik' iddiasının altını besleyecek, payandası olabilecek aksiyonların ısrarla ve birbiri ardına sergilenmesi gerekirken şu cümleleri CHP Genel Başkanı'ndan, hem de Anadolu'nun göbeğindeki bir şehirde işitmek nasıl bir his olmalı?
'Halka doğru söylemeliyiz. AB'nin endişeleri var. HSYK düzenlemeleriyle ilgili endişeleri var. Bir gazetede 'Onları sanki ikna ettim diyor' sayın Erdoğan. Oradaki deyim çok önemli, emin değil yüzde yüz.'
Oysa ki Başbakan, 'Paralel yapıyı somut örnekler vererek anlattım. İkna ettiğimi düşünüyorum.' demiş. Yüzde yüz emin olmasını istiyormuş Kılıçdaroğlu. Kendisi Konya'da kimleri ne kadar ikna ettiğinden emin midir acaba?
Sayın Kılıçdaroğlu'nun sözünü ettiği 'altında bu yazacak' dediği ifadeye reklam dilinde 'tagline' deniyor.
'Tagline' markanın ruhu, özü, vaadidir.
Bu vaat bazen yerleşir, markayla özdeşleştirilir; bazen de altı dolmaz, havada kalır. Bu nasıl anlaşılır? Şöyle anlaşılır: Tersten sorarsınız! 'Just do it' denince aklımıza ne geliyor? Ya da 'Connecting people'; ya da 'Globally yours'; ya da 'Evinizin her şeyi' denince... Eğer bu sorularınıza doğru yanıtlar alıyorsanız, işlem tamam demektir. Ama marka hatırlanmıyorsa, zaman, para ve insan kaynağını boşa harcamışsınız demektir.
Bu nedenle kuruluşlar tagline oluştururken büyük çaba harcar. En az kelimeyle çok şey, özellikle vaat ve marka ruhunu anlatmaktır amaç.
Bu 'birleştiricilik' meselesini Türkiye'de en iyi ANAP anlatmayı başarmıştır. '4 eğilim' dendiği zaman Turgut Özal ve ellerini başının üstünde birleştirmiş hali gelirdi akla. Biraz da bu yüzden siyasette 'birleştiricilik' az biraz 'intihal' (halk dilinde çakma deniyor) kokmuyor mu ne dersiniz?
Çünkü kimse inanmak istemiyor...
TÜSİAD Genel Kurulu'ndan basına yansıyanlara baktığımızda, işdünyasının iki liderinden gelen taban tabana zıt diyebileceğimiz farklı değerlendirmeler dikkatimizi çekti. Biri Rahmi Koç. Diğeri TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz.
Rahmi Bey, 'Endişeli değilim. Birinci çeyrek geçsin bakacağız.' derken Muharrem Bey, 'Böyle bir ülkeye yabancı sermaye gelmez' görüşünü ifade etmiş.
Diğer yandan TÜSİAD'ın 2014 öngörülerini içeren ve toplantı öncesinde dağıtılan raporunda yüzde 3.4'lük büyüme beklendiği belirtilmiş. (Hükümetin büyüme beklentisi de yüzde 4'müş.)
'17 Aralık Öncesi ve Sonrası' diye ifade edilebilecek bir tutum farklılığının iş dünyasında varlık gösterdiğine bu sütunlarda daha önce de değindik. Ekonomide karanlık bir tablo öngören beyanların sahibi olan üst düzey yöneticilerin, kendi iş ortamlarında hesap kitap yaparken sözünü ettikleri sıkıntıları 'sadece bir ihtimal' anlamında ciddiye aldıklarına pek çoğumuz tanık oluyoruz. Fiiliyatta ciddi önlemler almadan, sözde ahlanıp vahlananların, 'Yanmaya razıyız yeter ki gitsinler!' şarkısını dillerinden düşürmeyenlerin, doğal olarak iş hayatlarını hiç mi hiç riske atmaya yanaşmayacaklarını bilmeyenimiz var mı?
Stabil bir siyaset, sağlıklı bir ekonomi ihtiyacı herkes için vazgeçilmezdir. 'Yanmaya razıyım!' diyerek ayağa kalkanların, herkes yerine oturduğunda iyot gibi açıkta kalmak istemeyecekleri gün gibi aşikârdır. İşdünyasında herkesin oksijene ihtiyacı vardır. 'Beni yak, kendini yak, her şeyi yak' diyenler de, yıllardır uygulanan sağlam ekonomi politikalarının bu depreme dayanıklı olduğunu gayet iyi biliyorlar ve söylediklerine özünde kendileri de inanmıyorlar. İnanırlarsa başka türlü davranmaları gerekeceğini bunca yılın iş zekası bilmeyecek de kim bilecek?