'Gazi' Can Dündar
29 Ekim 2008 Akşam Gazetesi
Türk Dil Kurumu sözlüğünde Gazi kelimesini aradığınızda üç anlam çıkıyor karşınıza. Üçüncüsü şöyle: 'Savaştan sağ olarak dönen kimse!'..
Bu tanım Can Dündar kardeşime tam uyuyor...
Çünkü Can Dündar'ın başına çok daha büyük felaketler gelebilirdi...
Düş kırıklığı, yarattığınız beklenti ile gerçeklik arasındaki mesafenin büyüklüğü oranında büyük olur... Bu noktaya ileride tekrar döneceğiz...
Özel gösterim için Meclis Başkanı Köksal Toptan'ın da adının yer aldığı muhteşem havalı bir davetiye ile çağırıldığımız ilk gece gösterimine, 'işin içinde devlet oldu mu, boynumuz kıldan incedir', düsturundan yola çıkarak toplanıp gittik... İki elimiz kanda da olsa giderdik zaten...
Giriş, karşılama, içerideki davet, büyük çadırlar, katılımcıların niteliği ve niceliği her şey tek kelime ile mükemmeldi.
Eşim 'Dolmabahçe - Naylon çadır' ikilisinin pek uymadığını mırıldanmaya başlamış olsa da, 'Mustafa'ya Dolmabahçe yakışırdı, beş yıldızlı tren istasyonuna benzeyen otel lobisi değil' dedik kendisine... Ağzına kadar dolu iki büyük çadırdan birine attık kendimizi...
Sondan bir önce; Goran Bregovic sahne aldı. Yönettiği orkestra, filmin ana temasını çaldı. İki kadın 'klasik batı müziği tadında' bir tuhaf düet yaptılar. Sonra da film başladı...
Filmle beraber de düş kırıklıkları dizisi...
Sadece bizde değil. O gece salondan çıkan neredeyse herkeste... Herkesin sonsuz kredi açtığı Can Dündar ilk kez cepten yiyordu sanki...
Nereden kaynaklanıyordu bu düş kırıklığı? Büyük bir bölümündeki görüntüleri daha önce yüzlerce kere izlemiş olmamızdan mı? Hayır, Dündar araya en azından bir-iki farklı 'Yeni' (bilmediğimiz) görüntü koymuştu...
Peki, resmi tarih tezinin dışına mı çıkılmıştı? Hayır tam tersine; tarlada karga kovalamaktan, 10'uncu yıl nutkuna kadar her şey 'Emin Oktay'ın lise III Tarih Kitabı'na uygundu... Yüzeysel ve çok...
Peki çok mu yüceltilmiş, putlaştırılmıştı Gazi? Hayır, tam tersine yalnız, hastalıklı, cılız, ayyaş, depresyonlar içinde kıvranan, iktidarı bırakıp her an kırlara kaçmayı planlayan bir Mustafa Kemal vardı karşımızda...
Tamam da nereden geliyordu o düş kırıklığı, insanların yüzündeki o mutsuz ifade?
Ben bir tek akıllıca yanıt bulabildim bu soruya: Başkalarını bilemem, ancak bizde düş kırıklığını, beklentinin bu kadar yukarı çekilmesi yaratmıştı...
Biz 'Aslan vurması'nı beklemiştik Can Dündar'dan... Ancak o geyik vurmuştu mesela... Oysa geyik vurmuş olacağını düşünerek gitseydik tamamen tatmin olmuş olarak ayrılabilirdik o geceden...
Adı 'Mustafa'ydı mesela. Yani Atatürk'ün arkasındaki kişinin dramı... Belgeseli değil sadece... Fragmanlardan iki şey bekliyorduk: Sadece bir parça değil, baştan sona bir Bregovic şöleni... Sonra belgesel dramanın, drama yanının çok daha yoğun yaşanacağı vaadi... Atatürk rolünde yepyeni bir yaklaşım izleyecektik. Yüzünü yakından hiç göremeyeceğimiz, perdede tek bir kelime etmeyen, ne yaptığı hayal meyal seçilen bir lider değil...
O giriş sahnesinin vaadi anlatılmakla bitmez...
Film bitti çıkıyoruz... Üniversiteden bir hocama rastladım. Dedim ki: 'Keşke vaat bu kadar yüksek olmasaydı... Bu gece bana muhteşem bir şölen yaşatacağınıza dair vaatte bulunup, beni...'
Sözümü kesti hocam: 'Sonra seni profesörler evine götürmem gibi mi?'...
'Evet' dedim 'Tam da öyle... Oysa baştan profesörler evi hedefini gösterseydin, çok mutlu olabilir, en ufak düş kırıklığı yaşamazdım!..'
Mustafa tam da Can Dündar'a yakışan bir belgesel. Öncekiler gibi... Ne bir fazla ne bir eksik... Onun samimiyetinden hâlâ en küçük tereddüdüm yok... Ah şu iletişim ve konumlandırma hatası da olmasaymış... Bu savaştan sadece yaralanmadan döndüğü için değil, zafer kazanmış olduğu için sevinirdim...
Yine de eline sağlık Can Dündar.
Not: Tüm okurlarımızın Cumhuriyet Bayramı'nı en içten dileklerimle kutlarım
Türk Dil Kurumu sözlüğünde Gazi kelimesini aradığınızda üç anlam çıkıyor karşınıza. Üçüncüsü şöyle: 'Savaştan sağ olarak dönen kimse!'..
Bu tanım Can Dündar kardeşime tam uyuyor...
Çünkü Can Dündar'ın başına çok daha büyük felaketler gelebilirdi...
Düş kırıklığı, yarattığınız beklenti ile gerçeklik arasındaki mesafenin büyüklüğü oranında büyük olur... Bu noktaya ileride tekrar döneceğiz...
Özel gösterim için Meclis Başkanı Köksal Toptan'ın da adının yer aldığı muhteşem havalı bir davetiye ile çağırıldığımız ilk gece gösterimine, 'işin içinde devlet oldu mu, boynumuz kıldan incedir', düsturundan yola çıkarak toplanıp gittik... İki elimiz kanda da olsa giderdik zaten...
Giriş, karşılama, içerideki davet, büyük çadırlar, katılımcıların niteliği ve niceliği her şey tek kelime ile mükemmeldi.
Eşim 'Dolmabahçe - Naylon çadır' ikilisinin pek uymadığını mırıldanmaya başlamış olsa da, 'Mustafa'ya Dolmabahçe yakışırdı, beş yıldızlı tren istasyonuna benzeyen otel lobisi değil' dedik kendisine... Ağzına kadar dolu iki büyük çadırdan birine attık kendimizi...
Sondan bir önce; Goran Bregovic sahne aldı. Yönettiği orkestra, filmin ana temasını çaldı. İki kadın 'klasik batı müziği tadında' bir tuhaf düet yaptılar. Sonra da film başladı...
Filmle beraber de düş kırıklıkları dizisi...
Sadece bizde değil. O gece salondan çıkan neredeyse herkeste... Herkesin sonsuz kredi açtığı Can Dündar ilk kez cepten yiyordu sanki...
Nereden kaynaklanıyordu bu düş kırıklığı? Büyük bir bölümündeki görüntüleri daha önce yüzlerce kere izlemiş olmamızdan mı? Hayır, Dündar araya en azından bir-iki farklı 'Yeni' (bilmediğimiz) görüntü koymuştu...
Peki, resmi tarih tezinin dışına mı çıkılmıştı? Hayır tam tersine; tarlada karga kovalamaktan, 10'uncu yıl nutkuna kadar her şey 'Emin Oktay'ın lise III Tarih Kitabı'na uygundu... Yüzeysel ve çok...
Peki çok mu yüceltilmiş, putlaştırılmıştı Gazi? Hayır, tam tersine yalnız, hastalıklı, cılız, ayyaş, depresyonlar içinde kıvranan, iktidarı bırakıp her an kırlara kaçmayı planlayan bir Mustafa Kemal vardı karşımızda...
Tamam da nereden geliyordu o düş kırıklığı, insanların yüzündeki o mutsuz ifade?
Ben bir tek akıllıca yanıt bulabildim bu soruya: Başkalarını bilemem, ancak bizde düş kırıklığını, beklentinin bu kadar yukarı çekilmesi yaratmıştı...
Biz 'Aslan vurması'nı beklemiştik Can Dündar'dan... Ancak o geyik vurmuştu mesela... Oysa geyik vurmuş olacağını düşünerek gitseydik tamamen tatmin olmuş olarak ayrılabilirdik o geceden...
Adı 'Mustafa'ydı mesela. Yani Atatürk'ün arkasındaki kişinin dramı... Belgeseli değil sadece... Fragmanlardan iki şey bekliyorduk: Sadece bir parça değil, baştan sona bir Bregovic şöleni... Sonra belgesel dramanın, drama yanının çok daha yoğun yaşanacağı vaadi... Atatürk rolünde yepyeni bir yaklaşım izleyecektik. Yüzünü yakından hiç göremeyeceğimiz, perdede tek bir kelime etmeyen, ne yaptığı hayal meyal seçilen bir lider değil...
O giriş sahnesinin vaadi anlatılmakla bitmez...
Film bitti çıkıyoruz... Üniversiteden bir hocama rastladım. Dedim ki: 'Keşke vaat bu kadar yüksek olmasaydı... Bu gece bana muhteşem bir şölen yaşatacağınıza dair vaatte bulunup, beni...'
Sözümü kesti hocam: 'Sonra seni profesörler evine götürmem gibi mi?'...
'Evet' dedim 'Tam da öyle... Oysa baştan profesörler evi hedefini gösterseydin, çok mutlu olabilir, en ufak düş kırıklığı yaşamazdım!..'
Mustafa tam da Can Dündar'a yakışan bir belgesel. Öncekiler gibi... Ne bir fazla ne bir eksik... Onun samimiyetinden hâlâ en küçük tereddüdüm yok... Ah şu iletişim ve konumlandırma hatası da olmasaymış... Bu savaştan sadece yaralanmadan döndüğü için değil, zafer kazanmış olduğu için sevinirdim...
Yine de eline sağlık Can Dündar.
Not: Tüm okurlarımızın Cumhuriyet Bayramı'nı en içten dileklerimle kutlarım