Geçmişin kültür ve değer miraslarıyla yarışılmaz
20 KASIM 2012
Kim, Fransa’da Notre Dame’dan daha büyük bir katedral yapılmasını hayal edebilir? Ya da, Milano’daki Duomo’dan daha haşmetlisini aklından geçiren, bu konuda ülke yönetiminden talimat alan bir mimar var mıdır? Veya hangi İngiliz siyasetçi Katolik Westminster Katedrali’ni de aşabilecek bir anıtsal yapıyla kafasını meşgul eder? Kölner Dom’u gölgede bırakabilecek bir katedral yapılması örneğin Merkel’e önerilse hanımefendi acaba ne düşünürdü? Cambridge ve Oxford’daki üniversiteleri oluşturan bölümlerle mimari olarak didişmek ne kadar anlamlı olurdu? Ya da Taj Mahal’i benzerinin daha irisini yaparak aşmaya çalışmak…
İstanbul’un her yerinden görünebilecek devasa bir Cami projesi tartışmasının içinde “en büyük ve en gösterişli” olanın arayışı içindeyiz. Projeleriyle “Bu işte biz de varız!” diyen mimarlar da, sanki Osmanlı ve Selçuklu’nun yüzakı olan dev mimari eserlerle yarışmak zorundaymış gibi, kendilerine ölçü olarak asla ve kat’a aşamayacakları örnekler üzerinden yola çıkmışlar ve mesele de açıkçası pek tuhaf bir yere gelip dayanmış. Ortada birinciliğe layık bir proje yok. “Sıradaki” diğer projeyle başbaşa kalmış durumdayız.
Dücane Cündioğlu, Cuma gecesi A Haber’de Haşmet Babaoğlu ve Selahattin Yusuf’un konuğu olduğu “Kaçış Planı” adlı programda çok net olarak ifade etti:
“Ehven-i şerr, şerrin en kötüsüdür. Çünkü şerrin gerçeklik kazananıdır. Kötünün gerçekliğe dönüşebilenidir”
Sonra da tuttu ve “Simyacı” adlı romanda konu edilen o güzel meseli anlattı. Kralın eline tutuşturduğu içi yağ dolu kaşıkla sarayını gezmesini istediği çobanın hikayesini… Sarayı görmek isteyince kaşıktaki yağı döken, dökmemeye çalıştığında da sarayı temaşa edemeyen çobanı. Dücane Cündioğlu Çamlıca’ya yapılacak camiinin ‘cesametinden’ çok, ‘zarafetine’ özen gösterilmesinin altını çizerek, siyasi iradeden güzelin değerine sahip çıkarken kaşıktaki yağı dökmemelerini istirham etti.
Benim derdim de ne cesametle ne de zarafetle. Benim meselem, mirası aşıp üste çıkma güdüsüyle nereye varılmak istendiğini anlayabilmekle... Bir eserin klasikleşmesi sadece mimari bir olay değildir. Bir dünya görüşü ve duruşu meselesidir. O halde ille tarihe geçecek bir mimari eser bırakmak istiyorsanız, dünyaya hangi mesajı hangi dünya görüşü ve duruşu üzerinden vereceğiniz hakkında sağlam bir zemine basıyor olmanız gerekir. Yoksa Vatan ve Millet caddelerini hizalamış DP yöneticileri gibi fonksiyonel, bu yüzden de kalıcı olmayan görselliklerle anılmak sizin için mukadder olur.
Öte yandan“Projenin günümüzden geleceğe mesaj veriyor olması lazım. İstanbul gibi binlerce yıllık bir şehirde, böyle bir anıt 50-60 günde projelendirilecek bir yapı değildir. Dünyanın her tarafından uzmanların katılacağı, uluslararası bir yarışma açılabilir” diyen Mimar Sinan Genim’in açıklamalarına da kulak vermemiz lazım.
Çamlıca’ya yapılacak cami için Sultanahmet Camii’nin bir benzerini projelendiren iki mimar hanımefendinin, Bahar Mızrak ve Gül Totu’nun Dücane Cündioğlu’nun ve mimar Sinan Genim’in kaygılarını anlayacaklarını ve hatta projelerini geri çekmeyi düşünebileceklerini umuyorum.
Sultanahmet Camii’nin replikası, ancak Miniatürk’te olur; Çamlıca’da değil. “Orijinali mi yoksa taklidi mi?”… Bu bahse girildi mi içinden çıkması zordur? Bu ikilem üzerine söylenen ne kadar vecize varsa taklidi yerin dibine batırmaz mı?
Geleceğe maziyle yarışarak ya da kopyalayarak değil, ilham alınarak ve üzerine günümüzden katma değer getirilerek yürünür.
Sultanahmet Camii’nin mimarı Sedefkâr Mehmet Ağa’yı mezarında rahat bırakalım.
Başbakan, diplomasinin dilini değiştiriyor
“Diplomasi” denilen sanatın dış politika hedeflerine ulaşabilme stratejisiyle çok yakından alakalı olduğunu bilmek için uluslar arası ilişkiler eğitiminden geçmek gerekmiyor. Diplomatik dili kullanma becerisi de hitabet yeteneğiyle çok yakından alâkalı. Tabii ki diplomasi dili çok özel bir dil.
İletişim disiplini açısından bakıldığında da diplomatik dilde “monşer üslubu” ile bu üslubun tam tersi olan “kodlamadan, içinden nasıl geliyorsa öyle konuşmak” arasındaki olması gereken sağlıklı alana dikkat çekmemiz gerekir.
Başbakan Mısır’da, Kahire Üniversitesi’nde yaptığı konuşmayla gençlerin gönlünü fethetti. Onların heyecanına denk düşen, duygusal ve Suriye konusunda da mevcut uluslar arası sistemin çözüm üretemeyişi tespiti ile bir o kadar da gerçekçi bir konuşma yaptı.
Davos’daki “One Minute” sempatisinin Kahireli gençler üzerindeki etkisi azalmamış olmalı, diye düşünürken Başbakan’ın dünya üzerindeki etkili liderler arasında “küresel vicdan”dan söz eden tek isim olduğunu ve bu özelliğinin de kendisini ayrıcalıklı kıldığını fark etmemek olası değil.
Selahattin ile TEB ne kadar uyuşuyor?..
Olgun Şimşek, “Yalan Dünya” dizisinin en sempati toplayan oyuncularından biri. Birbirine zıt iki karakteri (Selahattin ve ikizi Ahmet Çakaler) olağanüstü yeteneğiyle canlandırıyor. Gülistan Kocabaş’ın kocası Selahattin olarak her türlü absürd işin içine çok rahatlıkla girip çıkabilen ve sempatiklikle en sulu cinsten yapışkanlığa uzanan bukelamun halleriyle bir komiklik resmigeçidi sergiliyor. Seveni olduğu kadar sanırım sahiciliği nedeniyle kendisine kıl olanların da sayısı hayli kabarık. Sanatçımızın başrolünü oynadığı, bol ödüllü “Gözetleme Kulesi” adlı filmi de vizyonda... İzlemedim ama duyduğuma göre Şimşek orada da döktürmüş…
Olgun Bey Selahattin rolünü bu kez olduğu gibi Türkiye Ekonomi Bankası (TEB) reklamına taşımış. Amaç dikkat çekmekse, tamam; olmuş… Ancak peki ya tutarlılık? Selahattin karakterinin marka vaadiyle TEB’in marka vaadi ne kadar üst üste geliyor sizce…
“Canım önemli mi? Adam ne güzel oynamış!” Evet, şahane oynamış. Problem de bu ya zaten…
“İletişimin 3C”sinden biri aksıyor. Hatırlayalım: 1. Yaratıcılık (Creativity), 2. Tutarlılık (Consistency), 3. Süreklilik. (Continuity)
Hangisi aksıyor dersiniz? Elbette ikincisi... Yani ‘tutarlılık.’
Diğerleri muazzam olsa da, bir C topallıyorsa, bildiğimiz kadarıyla, ‘güzel’ de olsa reklam çalışmıyor…
İstanbul’un her yerinden görünebilecek devasa bir Cami projesi tartışmasının içinde “en büyük ve en gösterişli” olanın arayışı içindeyiz. Projeleriyle “Bu işte biz de varız!” diyen mimarlar da, sanki Osmanlı ve Selçuklu’nun yüzakı olan dev mimari eserlerle yarışmak zorundaymış gibi, kendilerine ölçü olarak asla ve kat’a aşamayacakları örnekler üzerinden yola çıkmışlar ve mesele de açıkçası pek tuhaf bir yere gelip dayanmış. Ortada birinciliğe layık bir proje yok. “Sıradaki” diğer projeyle başbaşa kalmış durumdayız.
Dücane Cündioğlu, Cuma gecesi A Haber’de Haşmet Babaoğlu ve Selahattin Yusuf’un konuğu olduğu “Kaçış Planı” adlı programda çok net olarak ifade etti:
“Ehven-i şerr, şerrin en kötüsüdür. Çünkü şerrin gerçeklik kazananıdır. Kötünün gerçekliğe dönüşebilenidir”
Sonra da tuttu ve “Simyacı” adlı romanda konu edilen o güzel meseli anlattı. Kralın eline tutuşturduğu içi yağ dolu kaşıkla sarayını gezmesini istediği çobanın hikayesini… Sarayı görmek isteyince kaşıktaki yağı döken, dökmemeye çalıştığında da sarayı temaşa edemeyen çobanı. Dücane Cündioğlu Çamlıca’ya yapılacak camiinin ‘cesametinden’ çok, ‘zarafetine’ özen gösterilmesinin altını çizerek, siyasi iradeden güzelin değerine sahip çıkarken kaşıktaki yağı dökmemelerini istirham etti.
Benim derdim de ne cesametle ne de zarafetle. Benim meselem, mirası aşıp üste çıkma güdüsüyle nereye varılmak istendiğini anlayabilmekle... Bir eserin klasikleşmesi sadece mimari bir olay değildir. Bir dünya görüşü ve duruşu meselesidir. O halde ille tarihe geçecek bir mimari eser bırakmak istiyorsanız, dünyaya hangi mesajı hangi dünya görüşü ve duruşu üzerinden vereceğiniz hakkında sağlam bir zemine basıyor olmanız gerekir. Yoksa Vatan ve Millet caddelerini hizalamış DP yöneticileri gibi fonksiyonel, bu yüzden de kalıcı olmayan görselliklerle anılmak sizin için mukadder olur.
Öte yandan“Projenin günümüzden geleceğe mesaj veriyor olması lazım. İstanbul gibi binlerce yıllık bir şehirde, böyle bir anıt 50-60 günde projelendirilecek bir yapı değildir. Dünyanın her tarafından uzmanların katılacağı, uluslararası bir yarışma açılabilir” diyen Mimar Sinan Genim’in açıklamalarına da kulak vermemiz lazım.
Çamlıca’ya yapılacak cami için Sultanahmet Camii’nin bir benzerini projelendiren iki mimar hanımefendinin, Bahar Mızrak ve Gül Totu’nun Dücane Cündioğlu’nun ve mimar Sinan Genim’in kaygılarını anlayacaklarını ve hatta projelerini geri çekmeyi düşünebileceklerini umuyorum.
Sultanahmet Camii’nin replikası, ancak Miniatürk’te olur; Çamlıca’da değil. “Orijinali mi yoksa taklidi mi?”… Bu bahse girildi mi içinden çıkması zordur? Bu ikilem üzerine söylenen ne kadar vecize varsa taklidi yerin dibine batırmaz mı?
Geleceğe maziyle yarışarak ya da kopyalayarak değil, ilham alınarak ve üzerine günümüzden katma değer getirilerek yürünür.
Sultanahmet Camii’nin mimarı Sedefkâr Mehmet Ağa’yı mezarında rahat bırakalım.
Başbakan, diplomasinin dilini değiştiriyor
“Diplomasi” denilen sanatın dış politika hedeflerine ulaşabilme stratejisiyle çok yakından alakalı olduğunu bilmek için uluslar arası ilişkiler eğitiminden geçmek gerekmiyor. Diplomatik dili kullanma becerisi de hitabet yeteneğiyle çok yakından alâkalı. Tabii ki diplomasi dili çok özel bir dil.
İletişim disiplini açısından bakıldığında da diplomatik dilde “monşer üslubu” ile bu üslubun tam tersi olan “kodlamadan, içinden nasıl geliyorsa öyle konuşmak” arasındaki olması gereken sağlıklı alana dikkat çekmemiz gerekir.
Başbakan Mısır’da, Kahire Üniversitesi’nde yaptığı konuşmayla gençlerin gönlünü fethetti. Onların heyecanına denk düşen, duygusal ve Suriye konusunda da mevcut uluslar arası sistemin çözüm üretemeyişi tespiti ile bir o kadar da gerçekçi bir konuşma yaptı.
Davos’daki “One Minute” sempatisinin Kahireli gençler üzerindeki etkisi azalmamış olmalı, diye düşünürken Başbakan’ın dünya üzerindeki etkili liderler arasında “küresel vicdan”dan söz eden tek isim olduğunu ve bu özelliğinin de kendisini ayrıcalıklı kıldığını fark etmemek olası değil.
Selahattin ile TEB ne kadar uyuşuyor?..
Olgun Şimşek, “Yalan Dünya” dizisinin en sempati toplayan oyuncularından biri. Birbirine zıt iki karakteri (Selahattin ve ikizi Ahmet Çakaler) olağanüstü yeteneğiyle canlandırıyor. Gülistan Kocabaş’ın kocası Selahattin olarak her türlü absürd işin içine çok rahatlıkla girip çıkabilen ve sempatiklikle en sulu cinsten yapışkanlığa uzanan bukelamun halleriyle bir komiklik resmigeçidi sergiliyor. Seveni olduğu kadar sanırım sahiciliği nedeniyle kendisine kıl olanların da sayısı hayli kabarık. Sanatçımızın başrolünü oynadığı, bol ödüllü “Gözetleme Kulesi” adlı filmi de vizyonda... İzlemedim ama duyduğuma göre Şimşek orada da döktürmüş…
Olgun Bey Selahattin rolünü bu kez olduğu gibi Türkiye Ekonomi Bankası (TEB) reklamına taşımış. Amaç dikkat çekmekse, tamam; olmuş… Ancak peki ya tutarlılık? Selahattin karakterinin marka vaadiyle TEB’in marka vaadi ne kadar üst üste geliyor sizce…
“Canım önemli mi? Adam ne güzel oynamış!” Evet, şahane oynamış. Problem de bu ya zaten…
“İletişimin 3C”sinden biri aksıyor. Hatırlayalım: 1. Yaratıcılık (Creativity), 2. Tutarlılık (Consistency), 3. Süreklilik. (Continuity)
Hangisi aksıyor dersiniz? Elbette ikincisi... Yani ‘tutarlılık.’
Diğerleri muazzam olsa da, bir C topallıyorsa, bildiğimiz kadarıyla, ‘güzel’ de olsa reklam çalışmıyor…