Hürriyet, kendisine yakışanı yapmalı
24 EYLÜL 2006
Bazılarına göre zil takıp oynamam lazım. Ya da timsah göz yaşları dökmem... Hani timsahın, avını yerken zevkten gözleri yaşarırmış. Ali Atıf Bir’in Hürriyet’le yolları ayrıldı ya... Ben de sevineceğim...
Hiç de öyle olmadı. Akşam’da başladığımdan bu yana ‘reklam eleştirmenliği’nden adım adım uzaklaşmama, ‘algılama yönetimi’nin tüm iş alemindeki uygulamaları üzerine yazmama rağmen, Ali Atıf Hoca’nın serüvenini yakından izliyordum. Çünkü o ve ona bu olanağı tanıyan Ertuğrul Özkök çok önemli bir ilki başlatmışlardı. Ali Atıf’ın katılmadığım görüşleri, üslubu vardı. Tabii ki olacaktı. Ben uygulamadan geliyordum. O kuramdan... İki farklı kültürden geliyorduk ayrıca... Doğaldı, sonra da şiddetini aklı selime terkeden o çatışmalarımız. Ama ne olursa olsun, yıllardır ‘dokunulmazlar’ gibi iş tutulan bir sektöre birileri ilk defa büyüteç tutuyordu. Bunu da Özkök’ün vizyon ve kararlılığı ile Ali Atıf gerçekleştirmişti.
Reklam ajanslarının ondan da benden de pek hoşnut olmadıklarını biliyordum. “Reklam verenler ve ajanslar, reklam vermeyerek TV’de şiddet içeren dizi ve filmleri engellesinler!” şeklindeki demokrat (!) mantık sahiplerinin, reklamları eleştiren kalemlerin medyadan uzaklaştırılması ve yerlerine suya sabuna dokunmayan ‘cici çocukların’ gelmesinin sağlanması için bayrak açtıklarını bilmeyen kalmamıştı. Bu müdahaleye yöneticiler uzun süre direndiler. Sonra ne oldu da teslim oldular, sadece ben değil herkes merak ediyor...
“Ali Atıf Hoca danışmanlık yapıyordu. Gazeteci danışmanlık yapamaz!..” Bunu kimse yemez. Bir: Ali Atıf yıllardır danışmanlık yapıyordu. Şimdi mi hatırladılar? İki: Gazetede uzmanlık yazısı yazıp iş dünyasıyla ticari bağlantısı olmayan, danışmanlık yapmayan kaç uzman gazeteci var? Üç: İş dünyası ile ilişki içinde olmadan, uygulama içinde olmadan nasıl uzman olunacak? Bunu ‘müneccim ve/veya her şeyden anlayan gazeteciler’ dışında becerebilen var mı? Dört: Bir gün medya yok pahasına eleman çalıştırmayacak kadar güçlenir, uzmanlara serbest piyasada kazandıkları kadar ücret ödeyebilirse; o zaman örneğin Prof. Dr. Osman Müftüoğlu gibi tıp dünyasının en usta isimleri de kliniklerini kapatıp danışmanlık çalışmalarını askıya alarak gelip köşe yazarlığından elde edecekleri gelirle yaşamlarını sürdürmeyi kabul edebilirler. Ya da Sait Gürsoy gibi Eğitim Guruları dershanelerdeki işlerini bırakıp gazeteye yerleşirler... O gün gelene kadar medya rekabetçi olmak, kendi alanlarının en iyilerini çalıştırmak istiyorsa, bütün dünyada olduğu gibi en iyilerden hizmet almayı sürdürecek. Nitekim de öyle yapıyor...
O halde bu kararda gerekçe yukarıdaki maddelerden biri olamaz. AK Parti karşısında direnip Emin Çölaşan’ı aslanlar gibi koruyan, Ahmet Hakan’ı mürtecilere yem etmeyen Hürriyet yönetimi bunca zaman desteğini esirgemediği Ali Atıf Bir’i hangi gerekçe ile ‘gönderdiğini’ kamu oyu ve vicdanı karşısında açıklamalı. Medyada kurumsallaşmanın simgesi haline gelmiş bu güçlü gazeteye yakışan, bu güçlü davranıştır: “Ali Atıf şunu yaptı. Bu bizim şu ilkelerimizle bağdaşmadı. Şu kadar kez uyardık. Sonunda kendisine teşekkür ettik.”
Ali Atıf Bir ile ilişiğin kesilmesi herhangi bir gazete çalışanının işine son verilmesi ile eş değer değildir. Ali Atıf Bir tartışılan bir yazardı ve siz de bu tartışılan yazarı yıllarca savundunuz. Bu yaklaşım aslında Ali Atıf benzeri her köşe yazarı için sergilenmelidir.
Bu şekilde yazara da savunma hakkı verilmiş olur. Yoksa internet ortamında imzasız, kaynaksız, kin ve kıskançlık kusan sırtlanların önüne koskoca hocayı atmış olursunuz (Burada edepli, erdemli medya sitelerini hariç tutmak gerek). Belki hoca biraz üzülür ama siz de itibar kaybedersiniz. Değer mi?..
Birleşmek kolay değildir
Bundan 4-5 sene önce halka “Hangi devlet kurumu hayatınızı zorlaştırıyor” diye sorulsaydı, ilk üç sırada mutlaka SSK yer alırdı.
Oysa bu algılama değişecek gibi. Çalışan nüfusa ‘baş belası’ diye değil ‘müşteri’ gibi bakmayı hedefleyen Sosyal Güvenlik Reformu hayata geçiriliyor. Henüz emekleme aşamasında olsa da gelişmeler umut verici.
Cuma günü Ankara’da SSK’nın 60. Yıl Müdürler Toplantısı’ndaydık. Öğleden sonraki programda bir buçuk saatlik bir konuşma yaptık. Konu ‘İlişki ve iletişim yönetimi’. Dinleyicilerin hepsi müdür... Düşünebiliyor musunuz? En zor hedef kitle... Müdür bu! Hiçbir şeyi beğenmemek görevi...
Ama öyle olmadı. Emekli Sandığı, Bağkur ve SSK’nın birleşmesiyle ortaya çıkacak Voltran’a öyle inanmışlar ki, sünger gibiler. Her şeyi almaya hazır. Başta SSK’nın genç ve atak Başkan Vekili Dr. Özkan Dalbay olmak üzere katılan tüm müdürlerin gözlerinden yaptıkları işe inanmanın heyecanını okumak mümkündü. “Üç kurumun birleşmesiyle altımızdan koltuk da gider mi?” kaygısı da yok değil tabii. Ama o kaygı ortaya koydukları vizyonun içinde eriyecek sanki. Hep horlamaya alıştığımız bir kurumun günün birinde şöyle bir vizyon ortaya koyacağına kim inanırdı: “Vatandaşların kuyruklarda günlerini kaybetmediği, dünyanın her yerinden 7 gün 24 saat hizmetlerine ulaşılan, verdiği hizmetten tatmin olunan, tam zamanında ve nitelik olarak beklentileri karşılayan, güven duyulan ve “İyi ki var!” dedirten bir Sosyal Güvenlik Kurumu.” Haydi hayırlısı...
‘Beş büyükler’ de bir hedeftir
Mansur Forutan kardeşimizden bana top atmasını rica etseydim ancak böyle bir orta yapabilirdi. Dünkü yazısında Alpet’in son reklam filminden söz etmiş. “En iyi beşinci olmak ne demek?” başlıklı yazısında konspetle tam mutabık olmadığını söylüyor: “Neden kendinizi beşinci olarak ilan ediyorsunuz ve neden rakiplerinizi de denklemin içerisine sokuyorsunuz. Bugüne kadar ben beşinci bankayım, ben beşinci yazılım şirketiyim falan diye bir iletişim metodu kullanıldığını hatırlamıyorum. Alpet'in inançlı ve azimli beşinciliğinden çok, ben ilk dördü merak ettim mesela. Sıralama şöyleymiş: POAŞ, BP, Shell ve Opet... Sevgili Ali Saydam'ın yorumunu merakla bekliyorum doğrusu!”
Mansur cin gibi. İşin yumuşak karnını yakalamış...
Reklamı hazırlayan M.A.R.K.A Ajansının sahibi Hulusi Derici’yi aradım. “Bu nasıl iş?” dedim, “Beşinci olacağım, diye sahaya çıkılır mı? Alpet’in iş hedefi bu mu?”
“Tabii ki bu” dedi Hulusi, “Gerçekçiler. Birinci olacağız diye çıkıp bütün inandırıcılıklarını yitirselerdi daha mı iyi olurdu? Türkiye’de 450 civarında istasyon, Arnavutluk ve KKTC’de pazar liderliği... Buna rağmen 5 büyükler içinde olacağız diyorlar. 5 yıllık bir şirket olmalarına, bayilerden gelen baskıya rağmen alt yapı çalışmalarını bitirmeden reklama girmek istememişler.”
Derici’nin görüşleri içinde en önemlisi bu ilk 5 içinde olma algısının Alpet’in iş hedefi olması... Gerisi lafı güzaf... İletişimcinin işi müşterinin algı hedefini gerçekleştirmektir. Futbola ve Turkcell Süper Lig’e yapılan gönderme, 4 büyüklerin arasına katılma hedefi... Alpet istediği algı sonucuna ulaşmış. Derici’ye bugüne kadar 70 film çekmiş olan yönetmen Henry Barges de gerçekten kuş kondurmuş...
Hulusi’ye bir de “Alpet’in renkleri neden al değil de, Mavi – Yeşil – Beyaz?” diye sordum. “Alpet’deki ‘Al’ kırmızıdan değil Altınbaş Holding’deki ‘Al’dan geliyor”, dedi. Kurumsal renkler aslında müphemiyet yaratmamalı ve izahat gerektirmemeli...
Gelelim Forutan’un sorusuna. Onu çok iyi anlıyorum ve kendisine de katılıyorum. Ben olsam böyle bir şey yapmazdım. Ama ben reklamcı değilim. İletişimde aslolan, mal sahibinin hedefidir. Bizim mantığımız değil. Bence hedef tutmuş ve Alpet en azından ilk dört dışındaki diğer rekabetten sıyrılmış...
Hiç de öyle olmadı. Akşam’da başladığımdan bu yana ‘reklam eleştirmenliği’nden adım adım uzaklaşmama, ‘algılama yönetimi’nin tüm iş alemindeki uygulamaları üzerine yazmama rağmen, Ali Atıf Hoca’nın serüvenini yakından izliyordum. Çünkü o ve ona bu olanağı tanıyan Ertuğrul Özkök çok önemli bir ilki başlatmışlardı. Ali Atıf’ın katılmadığım görüşleri, üslubu vardı. Tabii ki olacaktı. Ben uygulamadan geliyordum. O kuramdan... İki farklı kültürden geliyorduk ayrıca... Doğaldı, sonra da şiddetini aklı selime terkeden o çatışmalarımız. Ama ne olursa olsun, yıllardır ‘dokunulmazlar’ gibi iş tutulan bir sektöre birileri ilk defa büyüteç tutuyordu. Bunu da Özkök’ün vizyon ve kararlılığı ile Ali Atıf gerçekleştirmişti.
Reklam ajanslarının ondan da benden de pek hoşnut olmadıklarını biliyordum. “Reklam verenler ve ajanslar, reklam vermeyerek TV’de şiddet içeren dizi ve filmleri engellesinler!” şeklindeki demokrat (!) mantık sahiplerinin, reklamları eleştiren kalemlerin medyadan uzaklaştırılması ve yerlerine suya sabuna dokunmayan ‘cici çocukların’ gelmesinin sağlanması için bayrak açtıklarını bilmeyen kalmamıştı. Bu müdahaleye yöneticiler uzun süre direndiler. Sonra ne oldu da teslim oldular, sadece ben değil herkes merak ediyor...
“Ali Atıf Hoca danışmanlık yapıyordu. Gazeteci danışmanlık yapamaz!..” Bunu kimse yemez. Bir: Ali Atıf yıllardır danışmanlık yapıyordu. Şimdi mi hatırladılar? İki: Gazetede uzmanlık yazısı yazıp iş dünyasıyla ticari bağlantısı olmayan, danışmanlık yapmayan kaç uzman gazeteci var? Üç: İş dünyası ile ilişki içinde olmadan, uygulama içinde olmadan nasıl uzman olunacak? Bunu ‘müneccim ve/veya her şeyden anlayan gazeteciler’ dışında becerebilen var mı? Dört: Bir gün medya yok pahasına eleman çalıştırmayacak kadar güçlenir, uzmanlara serbest piyasada kazandıkları kadar ücret ödeyebilirse; o zaman örneğin Prof. Dr. Osman Müftüoğlu gibi tıp dünyasının en usta isimleri de kliniklerini kapatıp danışmanlık çalışmalarını askıya alarak gelip köşe yazarlığından elde edecekleri gelirle yaşamlarını sürdürmeyi kabul edebilirler. Ya da Sait Gürsoy gibi Eğitim Guruları dershanelerdeki işlerini bırakıp gazeteye yerleşirler... O gün gelene kadar medya rekabetçi olmak, kendi alanlarının en iyilerini çalıştırmak istiyorsa, bütün dünyada olduğu gibi en iyilerden hizmet almayı sürdürecek. Nitekim de öyle yapıyor...
O halde bu kararda gerekçe yukarıdaki maddelerden biri olamaz. AK Parti karşısında direnip Emin Çölaşan’ı aslanlar gibi koruyan, Ahmet Hakan’ı mürtecilere yem etmeyen Hürriyet yönetimi bunca zaman desteğini esirgemediği Ali Atıf Bir’i hangi gerekçe ile ‘gönderdiğini’ kamu oyu ve vicdanı karşısında açıklamalı. Medyada kurumsallaşmanın simgesi haline gelmiş bu güçlü gazeteye yakışan, bu güçlü davranıştır: “Ali Atıf şunu yaptı. Bu bizim şu ilkelerimizle bağdaşmadı. Şu kadar kez uyardık. Sonunda kendisine teşekkür ettik.”
Ali Atıf Bir ile ilişiğin kesilmesi herhangi bir gazete çalışanının işine son verilmesi ile eş değer değildir. Ali Atıf Bir tartışılan bir yazardı ve siz de bu tartışılan yazarı yıllarca savundunuz. Bu yaklaşım aslında Ali Atıf benzeri her köşe yazarı için sergilenmelidir.
Bu şekilde yazara da savunma hakkı verilmiş olur. Yoksa internet ortamında imzasız, kaynaksız, kin ve kıskançlık kusan sırtlanların önüne koskoca hocayı atmış olursunuz (Burada edepli, erdemli medya sitelerini hariç tutmak gerek). Belki hoca biraz üzülür ama siz de itibar kaybedersiniz. Değer mi?..
Birleşmek kolay değildir
Bundan 4-5 sene önce halka “Hangi devlet kurumu hayatınızı zorlaştırıyor” diye sorulsaydı, ilk üç sırada mutlaka SSK yer alırdı.
Oysa bu algılama değişecek gibi. Çalışan nüfusa ‘baş belası’ diye değil ‘müşteri’ gibi bakmayı hedefleyen Sosyal Güvenlik Reformu hayata geçiriliyor. Henüz emekleme aşamasında olsa da gelişmeler umut verici.
Cuma günü Ankara’da SSK’nın 60. Yıl Müdürler Toplantısı’ndaydık. Öğleden sonraki programda bir buçuk saatlik bir konuşma yaptık. Konu ‘İlişki ve iletişim yönetimi’. Dinleyicilerin hepsi müdür... Düşünebiliyor musunuz? En zor hedef kitle... Müdür bu! Hiçbir şeyi beğenmemek görevi...
Ama öyle olmadı. Emekli Sandığı, Bağkur ve SSK’nın birleşmesiyle ortaya çıkacak Voltran’a öyle inanmışlar ki, sünger gibiler. Her şeyi almaya hazır. Başta SSK’nın genç ve atak Başkan Vekili Dr. Özkan Dalbay olmak üzere katılan tüm müdürlerin gözlerinden yaptıkları işe inanmanın heyecanını okumak mümkündü. “Üç kurumun birleşmesiyle altımızdan koltuk da gider mi?” kaygısı da yok değil tabii. Ama o kaygı ortaya koydukları vizyonun içinde eriyecek sanki. Hep horlamaya alıştığımız bir kurumun günün birinde şöyle bir vizyon ortaya koyacağına kim inanırdı: “Vatandaşların kuyruklarda günlerini kaybetmediği, dünyanın her yerinden 7 gün 24 saat hizmetlerine ulaşılan, verdiği hizmetten tatmin olunan, tam zamanında ve nitelik olarak beklentileri karşılayan, güven duyulan ve “İyi ki var!” dedirten bir Sosyal Güvenlik Kurumu.” Haydi hayırlısı...
‘Beş büyükler’ de bir hedeftir
Mansur Forutan kardeşimizden bana top atmasını rica etseydim ancak böyle bir orta yapabilirdi. Dünkü yazısında Alpet’in son reklam filminden söz etmiş. “En iyi beşinci olmak ne demek?” başlıklı yazısında konspetle tam mutabık olmadığını söylüyor: “Neden kendinizi beşinci olarak ilan ediyorsunuz ve neden rakiplerinizi de denklemin içerisine sokuyorsunuz. Bugüne kadar ben beşinci bankayım, ben beşinci yazılım şirketiyim falan diye bir iletişim metodu kullanıldığını hatırlamıyorum. Alpet'in inançlı ve azimli beşinciliğinden çok, ben ilk dördü merak ettim mesela. Sıralama şöyleymiş: POAŞ, BP, Shell ve Opet... Sevgili Ali Saydam'ın yorumunu merakla bekliyorum doğrusu!”
Mansur cin gibi. İşin yumuşak karnını yakalamış...
Reklamı hazırlayan M.A.R.K.A Ajansının sahibi Hulusi Derici’yi aradım. “Bu nasıl iş?” dedim, “Beşinci olacağım, diye sahaya çıkılır mı? Alpet’in iş hedefi bu mu?”
“Tabii ki bu” dedi Hulusi, “Gerçekçiler. Birinci olacağız diye çıkıp bütün inandırıcılıklarını yitirselerdi daha mı iyi olurdu? Türkiye’de 450 civarında istasyon, Arnavutluk ve KKTC’de pazar liderliği... Buna rağmen 5 büyükler içinde olacağız diyorlar. 5 yıllık bir şirket olmalarına, bayilerden gelen baskıya rağmen alt yapı çalışmalarını bitirmeden reklama girmek istememişler.”
Derici’nin görüşleri içinde en önemlisi bu ilk 5 içinde olma algısının Alpet’in iş hedefi olması... Gerisi lafı güzaf... İletişimcinin işi müşterinin algı hedefini gerçekleştirmektir. Futbola ve Turkcell Süper Lig’e yapılan gönderme, 4 büyüklerin arasına katılma hedefi... Alpet istediği algı sonucuna ulaşmış. Derici’ye bugüne kadar 70 film çekmiş olan yönetmen Henry Barges de gerçekten kuş kondurmuş...
Hulusi’ye bir de “Alpet’in renkleri neden al değil de, Mavi – Yeşil – Beyaz?” diye sordum. “Alpet’deki ‘Al’ kırmızıdan değil Altınbaş Holding’deki ‘Al’dan geliyor”, dedi. Kurumsal renkler aslında müphemiyet yaratmamalı ve izahat gerektirmemeli...
Gelelim Forutan’un sorusuna. Onu çok iyi anlıyorum ve kendisine de katılıyorum. Ben olsam böyle bir şey yapmazdım. Ama ben reklamcı değilim. İletişimde aslolan, mal sahibinin hedefidir. Bizim mantığımız değil. Bence hedef tutmuş ve Alpet en azından ilk dört dışındaki diğer rekabetten sıyrılmış...