Konuk Şef’ler, geleceğin müzisyenlerini simgeliyor...
15 ARALIK 2012
Yapılan işi doğru ifade edebilme ve algılatabilme sanatının en önemli araçlarından biri olan Halkla İlişkiler’in (PR) kalitesi ve etkililiği, kapitalizmin ve liberalizmin sağlıklı gelişmesiyle, demokrasiyle düz orantılıdır. ABD’de vahşi kapitalizmin ‘her şey mübah’ anlayışının bir parçası olarak Halkla İlişkiler’in ‘gerçek olmayanı ballandırma ve köpürtme’ zihniyeti, önce samimiyetin, ardından da maneviyatın ortadan kalkmasının nedenlerinden biridir. Türkiye’deki Halkla İlişkiler’in maddi gücü, ABD’ye oranlandığında çok zayıf kalsa da, esamisi bile okunmasa da, ‘samimiyet’ ve ‘maneviyat’ daireleri içinden bakıldığında bu uzmanlık alanının ülkemizdeki çok özel koşullar nedeniyle “ağır ama çok sağlam” bir rotada ilerleyeceğine dair umutlarımı hep korudum. PR çalışmalarının tümünü kapitalizmin nedeni ve çıktısı olarak görecek kadar bu işten bihaber olanların, ‘ülke markası’ denildiğinde sinir uçları hassaslaşanların, kendi yaptıkları olumlu işlerin iletişimi konusunda ne yaptıklarını hep merak etmişimdir.
Sözü, bir iletişim fenomenine getireceğim... Olağanüstü yüksek bir itibar katma değerine sahip olan ve elde edilen fonla genç yeteneklerimize yurtdışında eğitim bursu sağlayan Borusan’ın ‘Konuk Şef ve Özel Konserleri’ne... Bilindiği gibi Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası yönetiminde 2006 yılında başlayan bu muhteşem konserlerde maestro olarak sırasıyla iş adamları Ahmet Kocabıyık, Rahmi Koç, Bülent Eczacıbaşı ve ardından Cem Yılmaz’ın performanslarını izlemiştik. Sonuncusunda da Georges Bizet’nin Carmen operasından bölümler icra eden orkestrayı Ali Poyrazoğlu yönetti.
Salonun tıklım tıklım dolu olması, yine piyanodan kemana, trompetten klarnete klasik müziğin ustaları arasına katılacak öğrencilerimizin sayısının artması anlamına geliyordu. “Borusan Müzik Bursu’nu Kazananlar” diye yazarak internette duruma bir göz atarsanız, “Konuk Şef” projesinin sonuçlarıyla sizler de tıpkı benim gibi hislenir, bin türlü olumsuz gelişme karşısında kendinize ayırabileceğiniz iyi duygular alanını biraz olsun genişletmiş olursunuz. Konserin yüksek lisansını Borusan Müzik Bursu ile Britanya’daki Royal Academy of Music’te yapan genç kemancı Nihat Ağdaç’ın sahne almasıyla başlaması, işte bu ‘iyi duygular’ın zirve yaptığı anlardan birincisiydi. Şef Gürer Aykal yönetimindeki orkestra eşliğinde Nihat kardeşimiz, kemanıyla Camille Saint-Saens’ın Introducion ve Rondo Capriccioso’sunu yorumladı.
Sonra Ali Poyrazoğlu sahne aldı ve tam da kendisinden beklendiği gibi salonu alkışa boğdu elbette. Ben de kendisini keyifle izledim. Ancak üstadın iş hedefleri çok belirginleşmiş ve kabul de görmüş, sahibi bir Holding olan bu etkinliğinde, Şişli Abide-i Hürriyet Caddesi’ndeki kendi tiyatrosunun sahnesindeymiş gibi ajitatif bir siyasi söylem tutturmasının nedenlerini anlamak, alkışlamak kadar kolay değil. Sevgili Ali Porazoğlu, kendi sahnesinde elbette dilediğini yapar, isterse slogan da atar. “Konuk Şef” sahnesi ise daha farklı bir platformdur ve kendisini ayakta alkışlayanlar da, farklı dünya görüşlerine sahip oldukları için yadırgayanların olması da doğaldır. Ancak sanatın özünde olduğu gibi iletişimde her şey mübah olmadığı unutulmamalıdır.
Bir saptama daha: “Konuk Şef” etkinliklerinin ilk konseptinden uzaklaşılmaması gerekiyor. İş adamı, sanatçı ve hatta gelecek sefere medya ve siyaset dünyasından özel isimleri de projeye dahil etmekte yarar var. Mesela Güler Sabancı’yı, Mehmet Barlas’ı, Egemen Bağış’ı maestro olarak sahnede izliyor olmak...
Tüm süreçleriyle doğru yönetilen bu projenin özellikle iletişim ayağında çok değerli bir performans sergileyen Şule Kocabıyık’ı da özel olarak kutlamak isterim. Eğer Türkiye’deki Halkla İlişkiler tarihinde Borusan’ın “Konuk Şef” projesi bir iletişim fenomeni olarak yerini alacak ve iletişim fakültelerindeki derslerde örnek olarak anlatılacaksa, bunda Şule Hanım’ın büyük payı olacaktır.
Biyografi kitaplarının izinde...
“Evet 8 bin Iraklı’nın öldürülmesi korkunç bir olaydı elbette ama bu rakam Saddam’ın her yıl öldürdüğü insan sayısından daha azdı.”
“Bir Yolculuk” (A Journey) adlı biyografi kitabında Tony Blair böyle diyor. Şimdiki Irak yönetiminin başındaki zat-ı muhteremler de kendi insanlarını -sanki bir yarıştaymış gibi- kimlerin öldürmüş olduğunu unutup Türkiye’ye karşı hasmane denilebilecek tutum içine girebiliyorlar. Diğer yandan da, anılarıyla birlikte liberalizmin ‘muhafazakâr yolculuğu’nu anlatırken, varlığından geleceğe bir iz bırakmayı hedefleyen bir siyaset adamının, Saddam’ı yok ederek ABD ile birlikte dünyayı bir zalimden kurtardığına içtenlikle inanması ve bizlerin de inanmasını beklemesi kayda geçecek bir ‘insanlık durumu’ olmalı.
Biyografi kitapları, özellikle sahibinin kaleminden çıkan bir eser olarak okura ulaşıyorsa, başka bir yazarın gözüyle anlatılan yaşam öykülerinden daha kıymetli hissi uyandırıyor. Çünkü çok daha az maskeli veya çok daha az perdeli...
Hele de gerçek bir edebiyatçı-filozof, kendi biyografisini yazma mutluluğuna erişmişse, yaşarken muhtemel okurlarıyla asırlar boyu muhabbet edebilme şansını ele geçirme ayrıcalığına da sahip olmuş demektir.
Kendi adıma ‘biyografi yazma sanatı’nda eğer bir birincilikten söz edilecek ise tüm zamanlar için ilk sıranın Goethe’ye ait olduğunu söylemek isterim. İnsan hayatına dair en değerli yorumlardan biri olarak gördüğüm şu cümleleri yazmış bir yazarın biyografisi merak edilmez mi hiç?
“Yaradılışım gereği sıradan bir insan kadar iyilik bilirim; kabullendiğim bir iyiliği unuttuğumda, ilişkilerin bir anda kötüleşmesi sonucu ortaya çıkan öfkeli bir duygu, beni çok kolay nankörlüğe sürükleyebilmiştir.
Bununla baş etmek için, ister armağan, ister değiş tokuş, ister satın alma yoluyla ya da başka bir şekilde olsun, sahip olduğum her şeyi nasıl elde ettiğimi, kimden aldığımı anımsamaktan mutlu olmaya kendimi özellikle alıştırdım.” (Yaşamımdan Şiir ve Hakikat / Goethe / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları / Hasan Âli Yücel Dizisi.)
Sahip olduğumuz her şeyi, maddi ya da manevi, hızlıca akıldan geçirip hepsine bir anda yabancılaşmak da mümkün, kendimizce ‘değerli’ bulduklarımızı kalbimizde yaşatmak da...
Sonra da dönüp kendimize bakmak ve yine ‘kendisine bakan’ bir yazarın, Goethe’nin cümlelerine kulak vermek de mümkün:
“Ben ki felsefe, / Hukuk ve tıp, / Ve bir de -ne yazık ki- teoloji, / Tahsil ettim nice meşakkatlerle. / Şimdi, ben, o acınası ahmak, / Daha önce ne denli akıllı idiysem, / Şimdi de öyleyim.” (Faust, Birinci Bölüm, Gece)
Tony Blair’i okumalı. Goethe’yi ise hayatımıza katabilmeli...
Hafta sonu için, yeni çıkan bir biyografi kitabını daha önermek isterim. Romy Schneider’ın “Aktrisin İkili Hayatı” adlı biyografisi. Yazarı, Bernard Pascuito ve çevirmeni İsmail Yerguz...
Ben de henüz okumadım. Ancak Temmuz başında Taraf’ın hiç aksatmadan okumaya çalıştığım köşesi Telesiyej’deki 'Fransa, Cannes Festival Sarayı'nda Romy Schneider'i anıyor' başlıklı yazıyı tekrar anma ihtiyacını hissettim. Şu alıntıyla:
'Romy Schneider herhangi bir oyuncu değildi. Mükemmel oynadı ama hiçbir zaman oyuncu olmadı o. Oynayarak hayatı yeniden keşfetti çünkü... Acılarını bu büyük keşfin içine gömdü adeta; filmler hayatı oldu; bütün benliğiyle, her şeyiyle arayıp da bir türlü tam anlamıyla buluşamadığı aşkla, kamera karşısında buluştu...
Filmlerde oynamak, Romy için bir karakteri canlandırmaktan ziyade kendini, kendi içini dışarıya -seyirciye, insanlara- sunmaktı bana göre. Bakışındaki derinlik hiç kimsenin, sistemin o ele geçiremeyeceği güçte dişi ve yaratıcı bir derinlikti.. Bu da ona çok acılar çektirdi tabiatıyla.'
Bir siyaset adamı, bir filozof ve bir aktris...
İyi bir hafta sonu dileğiyle...
Sözü, bir iletişim fenomenine getireceğim... Olağanüstü yüksek bir itibar katma değerine sahip olan ve elde edilen fonla genç yeteneklerimize yurtdışında eğitim bursu sağlayan Borusan’ın ‘Konuk Şef ve Özel Konserleri’ne... Bilindiği gibi Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası yönetiminde 2006 yılında başlayan bu muhteşem konserlerde maestro olarak sırasıyla iş adamları Ahmet Kocabıyık, Rahmi Koç, Bülent Eczacıbaşı ve ardından Cem Yılmaz’ın performanslarını izlemiştik. Sonuncusunda da Georges Bizet’nin Carmen operasından bölümler icra eden orkestrayı Ali Poyrazoğlu yönetti.
Salonun tıklım tıklım dolu olması, yine piyanodan kemana, trompetten klarnete klasik müziğin ustaları arasına katılacak öğrencilerimizin sayısının artması anlamına geliyordu. “Borusan Müzik Bursu’nu Kazananlar” diye yazarak internette duruma bir göz atarsanız, “Konuk Şef” projesinin sonuçlarıyla sizler de tıpkı benim gibi hislenir, bin türlü olumsuz gelişme karşısında kendinize ayırabileceğiniz iyi duygular alanını biraz olsun genişletmiş olursunuz. Konserin yüksek lisansını Borusan Müzik Bursu ile Britanya’daki Royal Academy of Music’te yapan genç kemancı Nihat Ağdaç’ın sahne almasıyla başlaması, işte bu ‘iyi duygular’ın zirve yaptığı anlardan birincisiydi. Şef Gürer Aykal yönetimindeki orkestra eşliğinde Nihat kardeşimiz, kemanıyla Camille Saint-Saens’ın Introducion ve Rondo Capriccioso’sunu yorumladı.
Sonra Ali Poyrazoğlu sahne aldı ve tam da kendisinden beklendiği gibi salonu alkışa boğdu elbette. Ben de kendisini keyifle izledim. Ancak üstadın iş hedefleri çok belirginleşmiş ve kabul de görmüş, sahibi bir Holding olan bu etkinliğinde, Şişli Abide-i Hürriyet Caddesi’ndeki kendi tiyatrosunun sahnesindeymiş gibi ajitatif bir siyasi söylem tutturmasının nedenlerini anlamak, alkışlamak kadar kolay değil. Sevgili Ali Porazoğlu, kendi sahnesinde elbette dilediğini yapar, isterse slogan da atar. “Konuk Şef” sahnesi ise daha farklı bir platformdur ve kendisini ayakta alkışlayanlar da, farklı dünya görüşlerine sahip oldukları için yadırgayanların olması da doğaldır. Ancak sanatın özünde olduğu gibi iletişimde her şey mübah olmadığı unutulmamalıdır.
Bir saptama daha: “Konuk Şef” etkinliklerinin ilk konseptinden uzaklaşılmaması gerekiyor. İş adamı, sanatçı ve hatta gelecek sefere medya ve siyaset dünyasından özel isimleri de projeye dahil etmekte yarar var. Mesela Güler Sabancı’yı, Mehmet Barlas’ı, Egemen Bağış’ı maestro olarak sahnede izliyor olmak...
Tüm süreçleriyle doğru yönetilen bu projenin özellikle iletişim ayağında çok değerli bir performans sergileyen Şule Kocabıyık’ı da özel olarak kutlamak isterim. Eğer Türkiye’deki Halkla İlişkiler tarihinde Borusan’ın “Konuk Şef” projesi bir iletişim fenomeni olarak yerini alacak ve iletişim fakültelerindeki derslerde örnek olarak anlatılacaksa, bunda Şule Hanım’ın büyük payı olacaktır.
Biyografi kitaplarının izinde...
“Evet 8 bin Iraklı’nın öldürülmesi korkunç bir olaydı elbette ama bu rakam Saddam’ın her yıl öldürdüğü insan sayısından daha azdı.”
“Bir Yolculuk” (A Journey) adlı biyografi kitabında Tony Blair böyle diyor. Şimdiki Irak yönetiminin başındaki zat-ı muhteremler de kendi insanlarını -sanki bir yarıştaymış gibi- kimlerin öldürmüş olduğunu unutup Türkiye’ye karşı hasmane denilebilecek tutum içine girebiliyorlar. Diğer yandan da, anılarıyla birlikte liberalizmin ‘muhafazakâr yolculuğu’nu anlatırken, varlığından geleceğe bir iz bırakmayı hedefleyen bir siyaset adamının, Saddam’ı yok ederek ABD ile birlikte dünyayı bir zalimden kurtardığına içtenlikle inanması ve bizlerin de inanmasını beklemesi kayda geçecek bir ‘insanlık durumu’ olmalı.
Biyografi kitapları, özellikle sahibinin kaleminden çıkan bir eser olarak okura ulaşıyorsa, başka bir yazarın gözüyle anlatılan yaşam öykülerinden daha kıymetli hissi uyandırıyor. Çünkü çok daha az maskeli veya çok daha az perdeli...
Hele de gerçek bir edebiyatçı-filozof, kendi biyografisini yazma mutluluğuna erişmişse, yaşarken muhtemel okurlarıyla asırlar boyu muhabbet edebilme şansını ele geçirme ayrıcalığına da sahip olmuş demektir.
Kendi adıma ‘biyografi yazma sanatı’nda eğer bir birincilikten söz edilecek ise tüm zamanlar için ilk sıranın Goethe’ye ait olduğunu söylemek isterim. İnsan hayatına dair en değerli yorumlardan biri olarak gördüğüm şu cümleleri yazmış bir yazarın biyografisi merak edilmez mi hiç?
“Yaradılışım gereği sıradan bir insan kadar iyilik bilirim; kabullendiğim bir iyiliği unuttuğumda, ilişkilerin bir anda kötüleşmesi sonucu ortaya çıkan öfkeli bir duygu, beni çok kolay nankörlüğe sürükleyebilmiştir.
Bununla baş etmek için, ister armağan, ister değiş tokuş, ister satın alma yoluyla ya da başka bir şekilde olsun, sahip olduğum her şeyi nasıl elde ettiğimi, kimden aldığımı anımsamaktan mutlu olmaya kendimi özellikle alıştırdım.” (Yaşamımdan Şiir ve Hakikat / Goethe / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları / Hasan Âli Yücel Dizisi.)
Sahip olduğumuz her şeyi, maddi ya da manevi, hızlıca akıldan geçirip hepsine bir anda yabancılaşmak da mümkün, kendimizce ‘değerli’ bulduklarımızı kalbimizde yaşatmak da...
Sonra da dönüp kendimize bakmak ve yine ‘kendisine bakan’ bir yazarın, Goethe’nin cümlelerine kulak vermek de mümkün:
“Ben ki felsefe, / Hukuk ve tıp, / Ve bir de -ne yazık ki- teoloji, / Tahsil ettim nice meşakkatlerle. / Şimdi, ben, o acınası ahmak, / Daha önce ne denli akıllı idiysem, / Şimdi de öyleyim.” (Faust, Birinci Bölüm, Gece)
Tony Blair’i okumalı. Goethe’yi ise hayatımıza katabilmeli...
Hafta sonu için, yeni çıkan bir biyografi kitabını daha önermek isterim. Romy Schneider’ın “Aktrisin İkili Hayatı” adlı biyografisi. Yazarı, Bernard Pascuito ve çevirmeni İsmail Yerguz...
Ben de henüz okumadım. Ancak Temmuz başında Taraf’ın hiç aksatmadan okumaya çalıştığım köşesi Telesiyej’deki 'Fransa, Cannes Festival Sarayı'nda Romy Schneider'i anıyor' başlıklı yazıyı tekrar anma ihtiyacını hissettim. Şu alıntıyla:
'Romy Schneider herhangi bir oyuncu değildi. Mükemmel oynadı ama hiçbir zaman oyuncu olmadı o. Oynayarak hayatı yeniden keşfetti çünkü... Acılarını bu büyük keşfin içine gömdü adeta; filmler hayatı oldu; bütün benliğiyle, her şeyiyle arayıp da bir türlü tam anlamıyla buluşamadığı aşkla, kamera karşısında buluştu...
Filmlerde oynamak, Romy için bir karakteri canlandırmaktan ziyade kendini, kendi içini dışarıya -seyirciye, insanlara- sunmaktı bana göre. Bakışındaki derinlik hiç kimsenin, sistemin o ele geçiremeyeceği güçte dişi ve yaratıcı bir derinlikti.. Bu da ona çok acılar çektirdi tabiatıyla.'
Bir siyaset adamı, bir filozof ve bir aktris...
İyi bir hafta sonu dileğiyle...