Ne utanç duyalım, ne de gurur...
22 ARALIK 2012
“Nar gibi domates ve beyaz peynir / Bir parça ekmekle ne güzel yenir” ya da “Baltalar elimizde uzun ip belimizde / Biz gideriz ormana hey ormana!” diyen okul şarkılarımız eşliğinde bembeyaz patiska örtülü masalar etrafında el çırparak kutlardık “Yerli Malı” haftalarımızı. Evden okula taşıdığımız ve masa üstlerinde sergilediğimiz ceviz, badem, elma, armut, üzüm gibi yemiş ve meyveleri afiyetle yer, arta kalan olursa da paylaştırıp tekrar eve götürürdük. Götürecek fazla bir ‘yerli malımız’ olmamasına hayıflanıp durduğumu hiç unutmamışımdır… Topu iğnemizi bile kendimizin üretemediği yıllardı… Milattan öncesinden söz etmiyorum… Şunun şurasında 30 – 40 yıl bir şey…
Göktürk-2 uydusuyla ilgili olarak Habertürk’te Fatih Altaylı ‘gurur’, Hürriyet’te Yılmaz Özdil ‘utanç’ duyguları arasında gidip gelirken ben de çocukluğumun o seçilmiş ‘bir örnek’ yaşam üslubu içindeki ‘biz’den, bugünün “dünyadaki biz”ine doğru kendi hayatım üzerinden dönem dönem düşünme ihtiyacı duydum.
Sonuçta ‘özetle’, Türkiye’nin kat ettiği yollara bakarak, bugün geldiğimiz noktada, ‘olması gereken’in gerçekleştiğini, bu nedenle gururlanmanın da utanç duymanın da mevcut durum analizinden çok bireysel bir dünya görüşü ve yorum farkı olduğunu düşündüm.
“Bu uyduyu biz de yapsak, Fransız da yapsa, Amerikalı da yapsa, İtalyan da yapsa içinde kullanılacak malzemeler aynı yerlerden gelecek” diyen Fatih Altaylı’ya elbette katılıyorum. Her parçası tek bir ülkeden karşılanmış teknolojik bir ürün, özellikle bir ‘sistem aracı’ görenimiz var mıdır? Ayrıca neden görelim ki? Çağımızda marka soyut bir kavramdır. Bir sistemi yönetebilme kabileyetinin adı, ödülüdür…
Yerli Malı Haftası ritüelinde simgelenen koskoca bir “İlle de tamamı biz” zihniyetinin kaynağını aldığı gen haritasında, Cumhuriyet’in ‘bir millet inşa etmek’ projesiyle oluşturulan homojen toplumun idealize edilen tüm özelliklerini bulabiliriz aslında.
“Bir örneklik” projesi de diyebiliriz bu çok da zorunlu ‘aidiyet’ farkındalığı oluşturma projesine... Liberalizmin, bireysel hak ve özgürlüklerin, demokrasinin, ekolojinin falan, değil kavram olarak, sözcük olarak bile dilimize geçmediği dönemlerin duygu dünyasını bugün bir ‘daüssıla’ özlemiyle, nostaljik hislerle yaşatmaya çalışmanın nasıl olup da bir yurtseverlik hasleti olarak sunulduğunu anlamak doğrusu çok kolay değil.
1937 yılında Anayasa’ya laiklik ilkesinin girdiğini ve Fransız menşeli bir ‘modernist’, İngiliz modeli ‘hümanist’ ülke oluşturma çabalarının ancak 50’li yıllarda çok partili hayata geçişle birlikte şekillendiğini ve “Bir örneklik” projesinin dünyaya, dolayısıyla etkileşime açıldığını hatırlayalım. “Bir örneklik”i bize mahsus bir kusur olarak da görmemek lazım. Sadece Nazi resmi geçitlerinin ritmi ve militarizmin ruhunu hatırlamamız ‘kusur’ anlamında işlerin nerelere kaymış olduğunun da açık bir simgesi olup çıkar zaten. Kusurlar, yüzyılın kusuruydu...
Proaktif diplomasinin dış politikada ve ekonomide Türkiye’ye sağladığı itibar katmadeğerini yurtdışında yaşayan vatandaşlarımıza sormadan bu konu üzerinde ahkâm kesmemekte yarar var. “Medeniyetlerde ‘ben’ algılaması” ve “tarihte özne olmak” ya da “Türkiye’nin küresel aktörlerle ilişkisi “complementary (tamamlayıcı, mütemmim) ilişki”dir vb. kavramlar ve tespitlerle Türkiye son 10 yıldır tanıştı. Ancak Cumhuriyetimizde bu farklı özgüven duygusunun kaynağını elbette Kurtuluş Savaşı’ndan başlatarak, dönüm noktalarını da 50’li yıllar, Özal’lı yıllar ve Tayyip Bey’li yıllar olarak sıralayıp bugünlere taşırsak, ülkemizdeki dünyayla bağlantılı her olaya ‘yerli malı haftası’ hazırlığı yapan ilkokul öğretmeni naifliğiyle bakmaktan da kendimizi korumuş oluruz. Bugü yerli bir otomobil yapmaya kalksak, sizce kaçta kaçı tamamen ‘yerli’ olacaktır… Yerli olan fikirdir, zihniyettir, markadır çağımızda; parçalar değil. Ve büyük ustanın söylediği gibi “Bütün parçalardan fazladır”…
Türkiye, üzerinden sıçrayarak atladığı bu kilometre taşlarından günümüze sancılar çekerek ‘olması gerektiği’ gibi çıkmasını bilmiştir. Dünyadaki çıkışlarımız ve son Göktürk-2 uygulamasıyla işte tam da bu nedenlerden ötürü gurur da, utanç da duymanın manası yoktur.
Hangi duyuyorsanız duyun, en azından Perşembe akşamı canlı yayında dinlediğim, uyduyu Norveçte’ki istasyondan yönetmeye çalışan yaratıcıları gencecik Türk mühendislerine kulak verin ve onlara saygı duymaya çalışın…
Subjektif iyilik halini ölçmek zor...
“Geçen yıl iyi dinlendiniz mi? Saygı gördünüz mü? Çok fazla gülümsediniz ya da güldünüz mü? Enteresan bir şey duyup yaptınız mı? Önceki gününüzden keyif aldınız mı?”
Gallup şirketi, 148 ülkeden yaklaşık 150 bin kişiye bu soruları sormuş. Türkiye 132. sırada yeralmış. Oysa ki kendi kendimize yaptığımız araştırmalarda pek bir mutlu sonuçlar çıkıyor. Araştırmaya göre en mutlu insanların yaşadığı 10 ülkeden 7’si Latin Amerika’da bulunuyormuş. Panama, Paraguay mutlulukta ön sırayı kapanların başında geliyor. ABD 33. sırayı alırken, Almanya, Fransa ve Somali ile birlikte 47. sıraya oturmuşlar. Şaşırtıcı sonuçlardan biri de İskandinav ülkelerinin ilk 10 arasına girememiş olması. Refah ile mutluluk ayrıştırmışlar anlaşılan bu kez…
Yine dünya ölçeklerinde ilginç sonuçlara göre (64 bin sürücü ile yapılmış) her 100 Türk’ten 60’ı araç kullanırken cep telefonuyla konuşuyor, 55’i de mesaj yazıyormuş.
Bu iki araştırmayı ilk akla gelen düşüncelerle yorumlayacak olsak dünya genelinde mutluluktan nasibini çok almamış ve risk almaktan hoşlanan bir ülke fotoğrafı ortaya çıkıyor, denilebilir. Ancak unutulmasın ki, subjektif iyilik halini ölçmek sanıldığı kadar kolay değildir…
‘Taraf’tan sadece bir harf kaldırınca…
Şirince'ye takılanlardan bazıları “İnanmıyoruz ama geldik” demişler.
Ben bu zihniyete bayılıyorum. Anketlerde “Fikrim yok” diyen küçük bir yüzde vardır ve bu küçük yüzde çok çekişmeli durumlarda sonucu da olumsuz etkileyebilir. Seçimlerde de son anda “fikirleri gelir” ve oylarının kime yaradığını da sonradan farkına varıp pişman bile olurlar. Fikri olmayanlardan korkmak lazım. ‘Taraf’ olmak ile (Taraf’tan bir tek T’yi kaldırınca geride kalan) ‘Araf’ta olmak arasındaki farkla da ilgisi yoktur bu ‘fikirsizler’in...
“Bize hergün kıyamet” diyenlerdir onlar... “Farketmez” derler ve katiyen “kasmazlar” kendilerini... Vasatlıkla aralarındaki ilişki üzerine herhalde sayfalarca makale yazılabilir. Her yerdedirler; Şirince ne ki?
Göktürk-2 uydusuyla ilgili olarak Habertürk’te Fatih Altaylı ‘gurur’, Hürriyet’te Yılmaz Özdil ‘utanç’ duyguları arasında gidip gelirken ben de çocukluğumun o seçilmiş ‘bir örnek’ yaşam üslubu içindeki ‘biz’den, bugünün “dünyadaki biz”ine doğru kendi hayatım üzerinden dönem dönem düşünme ihtiyacı duydum.
Sonuçta ‘özetle’, Türkiye’nin kat ettiği yollara bakarak, bugün geldiğimiz noktada, ‘olması gereken’in gerçekleştiğini, bu nedenle gururlanmanın da utanç duymanın da mevcut durum analizinden çok bireysel bir dünya görüşü ve yorum farkı olduğunu düşündüm.
“Bu uyduyu biz de yapsak, Fransız da yapsa, Amerikalı da yapsa, İtalyan da yapsa içinde kullanılacak malzemeler aynı yerlerden gelecek” diyen Fatih Altaylı’ya elbette katılıyorum. Her parçası tek bir ülkeden karşılanmış teknolojik bir ürün, özellikle bir ‘sistem aracı’ görenimiz var mıdır? Ayrıca neden görelim ki? Çağımızda marka soyut bir kavramdır. Bir sistemi yönetebilme kabileyetinin adı, ödülüdür…
Yerli Malı Haftası ritüelinde simgelenen koskoca bir “İlle de tamamı biz” zihniyetinin kaynağını aldığı gen haritasında, Cumhuriyet’in ‘bir millet inşa etmek’ projesiyle oluşturulan homojen toplumun idealize edilen tüm özelliklerini bulabiliriz aslında.
“Bir örneklik” projesi de diyebiliriz bu çok da zorunlu ‘aidiyet’ farkındalığı oluşturma projesine... Liberalizmin, bireysel hak ve özgürlüklerin, demokrasinin, ekolojinin falan, değil kavram olarak, sözcük olarak bile dilimize geçmediği dönemlerin duygu dünyasını bugün bir ‘daüssıla’ özlemiyle, nostaljik hislerle yaşatmaya çalışmanın nasıl olup da bir yurtseverlik hasleti olarak sunulduğunu anlamak doğrusu çok kolay değil.
1937 yılında Anayasa’ya laiklik ilkesinin girdiğini ve Fransız menşeli bir ‘modernist’, İngiliz modeli ‘hümanist’ ülke oluşturma çabalarının ancak 50’li yıllarda çok partili hayata geçişle birlikte şekillendiğini ve “Bir örneklik” projesinin dünyaya, dolayısıyla etkileşime açıldığını hatırlayalım. “Bir örneklik”i bize mahsus bir kusur olarak da görmemek lazım. Sadece Nazi resmi geçitlerinin ritmi ve militarizmin ruhunu hatırlamamız ‘kusur’ anlamında işlerin nerelere kaymış olduğunun da açık bir simgesi olup çıkar zaten. Kusurlar, yüzyılın kusuruydu...
Proaktif diplomasinin dış politikada ve ekonomide Türkiye’ye sağladığı itibar katmadeğerini yurtdışında yaşayan vatandaşlarımıza sormadan bu konu üzerinde ahkâm kesmemekte yarar var. “Medeniyetlerde ‘ben’ algılaması” ve “tarihte özne olmak” ya da “Türkiye’nin küresel aktörlerle ilişkisi “complementary (tamamlayıcı, mütemmim) ilişki”dir vb. kavramlar ve tespitlerle Türkiye son 10 yıldır tanıştı. Ancak Cumhuriyetimizde bu farklı özgüven duygusunun kaynağını elbette Kurtuluş Savaşı’ndan başlatarak, dönüm noktalarını da 50’li yıllar, Özal’lı yıllar ve Tayyip Bey’li yıllar olarak sıralayıp bugünlere taşırsak, ülkemizdeki dünyayla bağlantılı her olaya ‘yerli malı haftası’ hazırlığı yapan ilkokul öğretmeni naifliğiyle bakmaktan da kendimizi korumuş oluruz. Bugü yerli bir otomobil yapmaya kalksak, sizce kaçta kaçı tamamen ‘yerli’ olacaktır… Yerli olan fikirdir, zihniyettir, markadır çağımızda; parçalar değil. Ve büyük ustanın söylediği gibi “Bütün parçalardan fazladır”…
Türkiye, üzerinden sıçrayarak atladığı bu kilometre taşlarından günümüze sancılar çekerek ‘olması gerektiği’ gibi çıkmasını bilmiştir. Dünyadaki çıkışlarımız ve son Göktürk-2 uygulamasıyla işte tam da bu nedenlerden ötürü gurur da, utanç da duymanın manası yoktur.
Hangi duyuyorsanız duyun, en azından Perşembe akşamı canlı yayında dinlediğim, uyduyu Norveçte’ki istasyondan yönetmeye çalışan yaratıcıları gencecik Türk mühendislerine kulak verin ve onlara saygı duymaya çalışın…
Subjektif iyilik halini ölçmek zor...
“Geçen yıl iyi dinlendiniz mi? Saygı gördünüz mü? Çok fazla gülümsediniz ya da güldünüz mü? Enteresan bir şey duyup yaptınız mı? Önceki gününüzden keyif aldınız mı?”
Gallup şirketi, 148 ülkeden yaklaşık 150 bin kişiye bu soruları sormuş. Türkiye 132. sırada yeralmış. Oysa ki kendi kendimize yaptığımız araştırmalarda pek bir mutlu sonuçlar çıkıyor. Araştırmaya göre en mutlu insanların yaşadığı 10 ülkeden 7’si Latin Amerika’da bulunuyormuş. Panama, Paraguay mutlulukta ön sırayı kapanların başında geliyor. ABD 33. sırayı alırken, Almanya, Fransa ve Somali ile birlikte 47. sıraya oturmuşlar. Şaşırtıcı sonuçlardan biri de İskandinav ülkelerinin ilk 10 arasına girememiş olması. Refah ile mutluluk ayrıştırmışlar anlaşılan bu kez…
Yine dünya ölçeklerinde ilginç sonuçlara göre (64 bin sürücü ile yapılmış) her 100 Türk’ten 60’ı araç kullanırken cep telefonuyla konuşuyor, 55’i de mesaj yazıyormuş.
Bu iki araştırmayı ilk akla gelen düşüncelerle yorumlayacak olsak dünya genelinde mutluluktan nasibini çok almamış ve risk almaktan hoşlanan bir ülke fotoğrafı ortaya çıkıyor, denilebilir. Ancak unutulmasın ki, subjektif iyilik halini ölçmek sanıldığı kadar kolay değildir…
‘Taraf’tan sadece bir harf kaldırınca…
Şirince'ye takılanlardan bazıları “İnanmıyoruz ama geldik” demişler.
Ben bu zihniyete bayılıyorum. Anketlerde “Fikrim yok” diyen küçük bir yüzde vardır ve bu küçük yüzde çok çekişmeli durumlarda sonucu da olumsuz etkileyebilir. Seçimlerde de son anda “fikirleri gelir” ve oylarının kime yaradığını da sonradan farkına varıp pişman bile olurlar. Fikri olmayanlardan korkmak lazım. ‘Taraf’ olmak ile (Taraf’tan bir tek T’yi kaldırınca geride kalan) ‘Araf’ta olmak arasındaki farkla da ilgisi yoktur bu ‘fikirsizler’in...
“Bize hergün kıyamet” diyenlerdir onlar... “Farketmez” derler ve katiyen “kasmazlar” kendilerini... Vasatlıkla aralarındaki ilişki üzerine herhalde sayfalarca makale yazılabilir. Her yerdedirler; Şirince ne ki?