Odalarda ışık var mı?
01 Mart 2021 - Marketing Türkiye
Gençler gibi ‘yerlisi’ olduğum söylenemez ama özellikle iş hayatında internetin nimetlerinden, hızından ve pratikliğinden en üst seviyede yararlanmaya çalışırım… Yani, internetle ‘ilişkim’ haz ve fayda ikilisini sağladığı sürece sağlamdır. Tabii bir de mesleki merak söz konusu…
O nedenle Clubhouse’u atlamam mümkün değildi… Birkaç haftadır uygulamadaki ‘odalara’ girip çıkıyor, bu yeni ürünü tecrübe ediyorum. İletişim konusunda iki ayrı odaya konuşmacı olarak davet edildiğim için işin bu yanını da gözlemleme fırsatım oldu.
Bu yeni platform, ‘ilgi alanı’ odaklı grupların oluşması yanıyla daha çok Linkedin’i çağrıştırıyor… Konuşmacılar önceden belirlense de ‘el kaldırarak’ soru sorabiliyor, katkı sunabiliyorsunuz. Tabii söz alamamanız da mümkün… Yalnızca dinlemek ya da sıkıldıysanız ‘sessizce ayrılmak’ da seçenekler arasında…
Pandeminin etkisiyle dijital ortamlardaki toplantılar önemli bir kazanımı da beraberinde getirdi: Sırayla konuşmak… Clubhouse’un doğası gereği bu nezaket kuralını bozmak mümkün değil… Aksi hâlde kimse ne dediğinizi anlamayacağı, ‘oda’ ya da ortam tahammül edilemez bir hâle geleceğinden “paşa paşa” sıranızı beklemek zorundasınız…
Biçim ve içerik bütün hâlinde ilerlediği, birbirini tamamladığı sürece başarılı sonuçlar ortaya çıkabiliyor… Clubhouse’un bu biçimsel özelliği, ortamın nezihliğini sağladığı gibi içeriğin sağlam olmasını da zorunlu kılıyor… Bunu, yürekten gelen “Çok şükür, sonunda!” nidasıyla karşıladığımızı itiraf etmeliyiz… Öyle “laga luga ile” ortalığı bulandırmak, TV’lere hâkim olan ‘didişme programı’ formatını buraya uyarlamak ve işin tadını kaçırmak -en azından şimdilik- mümkün değil. Hakikaten “Çok şükür!”
Öte yandan, bol geyikli, küfür-kıyamet odalar da yok değil… İnsanlar ne oranda sado-mazoşist olduklarına bağlı olarak buralara girebilir, uyuzlarını kaşıyabilirler…
Clubhouse’da siyasi ve fikri olarak heterojen bir ortam sağlandığını söylemek mümkün… Cuss Sunstein’in o isabetli tespitinde belirttiği, kendin söyle kendin söyle türündeki ‘yankı odası’ (echo chamber) etkisi burada henüz görülmüyor…
Bu yeni uygulama tüm dünyada ilgiyle karşılandı. Öyle ki Paul Davison ve Rohan Seth isimli iki girişimci tarafından 2020 yılında Andreessen Horowitz ve Kortschak Investments’tan 10 milyon dolar yatırım alarak kurulan Clubhouse, Şubat ayının başında açıklanan verilere göre, 1 milyar dolarlık piyasa değerine ulaşmış. Bu ilgi ticari hamleleri, iş modelindeki değişiklikleri de beraberinde getirecektir…
Özellikle ‘büyük veri’ (big data) piyasasının nelere yol açtığını, uzmanların uyarılarından ya da The Great Hack ve Social Dilemma gibi belgesellerden öğrenmek mümkün… Clubhouse’un da bu piyasanın dışında kalmayı tercih edeceğini düşünmek biraz fazla naiflik olabilir…
Bu konudaki endişelerimizi Veri Güvenliği Uzmanı Serap Günal ete kemiğe büründürmüş: “GDPR VE KVKK’ya yönelik veri güvenliğini ve gizliliğini sağladığına dair bir yönetmeliğe rastlanmıyor. Gizlilik politikaları şu an için Kaliforniya Gizlilik Yasası’nı kapsıyor. Dolayısıyla yasa, Avrupalı ve Türk kullanıcıları dâhil etmiyor. Kullanıcı verilerine, özellikle de telefon rehberindeki kişi listesine ne olduğu ya da üçüncü şahıs veya hizmetlere satılmadığına dair tamamen belirsizlik söz konusu.”
Siber Güvenlik Uzmanı Alev Akkoyunlu da şöyle bir uyarıda bulunmuş: “Her ne kadar yayınların sadece canlı olup kayıt yapmadığı söylense de sesiniz bir süreliğine kaydediliyor. Görüşme sırasında katılımcılar tarafından bir ‘güvenlik ihlali’ bildirilirse ses kaydı saklanabiliyor.”
Stanford Üniversitesi’nde bir program olan SIO’ya göre, Clubhouse’da bir konuşma odasının metaverisi, Çin’de bulunan sunuculara aktarılmış olabilir…
Teknolojiye ve ürünlerine temelden karşı çıkma davranışını tasvip etmem… Tıpkı ona delice bağlanmayı etmediğim gibi… Bu işlerde ne ‘aşk’ başarılı sonuçlar verir ne de ‘nefret’… Clubhouse saydığımız pek çok nedenle bir ‘ışık’ olabilir mi? Elbette olabilir… Peki, saydığımız diğer sebeplerle bizi odalarda ışıksız bırakabilir mi? O da mümkün…
O hâlde yapılması gereken kendimizi ve verimizi fazla kaptırmadan gelişmeleri izlemek, uyarılara kulak vermek, yasalarla sağlanan koruma mekanizmalarına asılmaktır…
Yalancının medyası
“Yalan haberler Twitter kullanıcılarına gerçek haberlere göre altı kat daha hızlı ulaşıyor.”
Bu tespit, ABD’deki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) 2018 yılında yapılan ve Science dergisinde yayınlanan bir araştırmaya ait.
Netflix’teki Social Dilemma adlı belgeseli izleyenler bu acı gerçekle tanışmışlardır… İzlemeyenleri ve haberi daha önce okumayanları da biz tanıştırmış olalım… Pek iç açıcı olmasa da diğer gerçeklerden haberdar olmak için belgeseli izlemenizi tavsiye ederiz…
MIT’nin araştırmasına göre, tüm bilgi kategorilerindeki ‘yalan’ ya da ‘sahte’ haberler daha hızlı ve geniş bir şekilde yayılsa da ‘birincilik’ siyasetle ilgili olanlardaymış…
Sosyal medyanın yapısı düşünüldüğünde bu ‘yalan’ların kendi kendine yayılmadığını anlamak çok da zor değil… Biz kullanıcıların bu konudaki rolünü azımsamamak lazım.
Hele ki komplo teorilerine inanmaya hazır, bilimsel ve analitik düşünceden uzak yapıda olanlar sahte haberlere inanmayı neredeyse ‘tercih’ ediyorlar…
Toplumsal çatışmalar alanında çalışan Alman bir profesör Andreas Zick, pek çok kişinin internette kafasındaki fikirleri onaylayan kanalları arayıp bulup takip ettiğini söylemiş. Yani, bu yalanları üretmeseler de yayma konusunda hatırı sayılır bir katkısı olan çoğu kimse, aslında kendi fikirlerini tasdik ettirme saikiyle hareket ediyormuş…
Londra’daki City Üniversitesi öğretim üyesi psikolog Andreas Kappes de benzer açıklamalar yapmış. Mesela, iğneden korktuğu için aşı olmak istemeyen biri, internette aşının tehlikelerine yönelik bilgilere yönelip içinde bulunduğu ‘kaçınma’ psikolojisini destekleyen metinlere ulaşıyormuş.
Öte yandan bir de hâlihazırda dijital medya platformları aracılığıyla toplanan verilerimizle oluşturulan ‘kişiye özel’ algoritmalar var… Yine Social Dilemma belgeselinde verilen bir örnekle açıklayalım… Dünyanın düz olduğu, aşının zararlı olduğu gibi komplo teorilerine dair içeriklere ‘meraklı’ bir kişinin ‘internet tercihleri’ bu yönde kayıt altına alınıyor. Onun internetteki sitelere olan ilgisini canlı tutmak için de karşısına benzer içerikler, ‘öneriler’ çıkarılıyor…
İnternetten, dijital yaşamdan çıkışımız yok… Her şeyden önce böyle bir tercihimiz yok… Üstelik bu işin karanlık yüzü kadar aydınlık da bir yüzü var. O hâlde bize düşen, başka her alanda olduğu gibi bu mecralarda da tercihimizi bilimsel ya da resmi bilgilerden yana kullanmak…
O nedenle Clubhouse’u atlamam mümkün değildi… Birkaç haftadır uygulamadaki ‘odalara’ girip çıkıyor, bu yeni ürünü tecrübe ediyorum. İletişim konusunda iki ayrı odaya konuşmacı olarak davet edildiğim için işin bu yanını da gözlemleme fırsatım oldu.
Bu yeni platform, ‘ilgi alanı’ odaklı grupların oluşması yanıyla daha çok Linkedin’i çağrıştırıyor… Konuşmacılar önceden belirlense de ‘el kaldırarak’ soru sorabiliyor, katkı sunabiliyorsunuz. Tabii söz alamamanız da mümkün… Yalnızca dinlemek ya da sıkıldıysanız ‘sessizce ayrılmak’ da seçenekler arasında…
Pandeminin etkisiyle dijital ortamlardaki toplantılar önemli bir kazanımı da beraberinde getirdi: Sırayla konuşmak… Clubhouse’un doğası gereği bu nezaket kuralını bozmak mümkün değil… Aksi hâlde kimse ne dediğinizi anlamayacağı, ‘oda’ ya da ortam tahammül edilemez bir hâle geleceğinden “paşa paşa” sıranızı beklemek zorundasınız…
Biçim ve içerik bütün hâlinde ilerlediği, birbirini tamamladığı sürece başarılı sonuçlar ortaya çıkabiliyor… Clubhouse’un bu biçimsel özelliği, ortamın nezihliğini sağladığı gibi içeriğin sağlam olmasını da zorunlu kılıyor… Bunu, yürekten gelen “Çok şükür, sonunda!” nidasıyla karşıladığımızı itiraf etmeliyiz… Öyle “laga luga ile” ortalığı bulandırmak, TV’lere hâkim olan ‘didişme programı’ formatını buraya uyarlamak ve işin tadını kaçırmak -en azından şimdilik- mümkün değil. Hakikaten “Çok şükür!”
Öte yandan, bol geyikli, küfür-kıyamet odalar da yok değil… İnsanlar ne oranda sado-mazoşist olduklarına bağlı olarak buralara girebilir, uyuzlarını kaşıyabilirler…
Clubhouse’da siyasi ve fikri olarak heterojen bir ortam sağlandığını söylemek mümkün… Cuss Sunstein’in o isabetli tespitinde belirttiği, kendin söyle kendin söyle türündeki ‘yankı odası’ (echo chamber) etkisi burada henüz görülmüyor…
Bu yeni uygulama tüm dünyada ilgiyle karşılandı. Öyle ki Paul Davison ve Rohan Seth isimli iki girişimci tarafından 2020 yılında Andreessen Horowitz ve Kortschak Investments’tan 10 milyon dolar yatırım alarak kurulan Clubhouse, Şubat ayının başında açıklanan verilere göre, 1 milyar dolarlık piyasa değerine ulaşmış. Bu ilgi ticari hamleleri, iş modelindeki değişiklikleri de beraberinde getirecektir…
Özellikle ‘büyük veri’ (big data) piyasasının nelere yol açtığını, uzmanların uyarılarından ya da The Great Hack ve Social Dilemma gibi belgesellerden öğrenmek mümkün… Clubhouse’un da bu piyasanın dışında kalmayı tercih edeceğini düşünmek biraz fazla naiflik olabilir…
Bu konudaki endişelerimizi Veri Güvenliği Uzmanı Serap Günal ete kemiğe büründürmüş: “GDPR VE KVKK’ya yönelik veri güvenliğini ve gizliliğini sağladığına dair bir yönetmeliğe rastlanmıyor. Gizlilik politikaları şu an için Kaliforniya Gizlilik Yasası’nı kapsıyor. Dolayısıyla yasa, Avrupalı ve Türk kullanıcıları dâhil etmiyor. Kullanıcı verilerine, özellikle de telefon rehberindeki kişi listesine ne olduğu ya da üçüncü şahıs veya hizmetlere satılmadığına dair tamamen belirsizlik söz konusu.”
Siber Güvenlik Uzmanı Alev Akkoyunlu da şöyle bir uyarıda bulunmuş: “Her ne kadar yayınların sadece canlı olup kayıt yapmadığı söylense de sesiniz bir süreliğine kaydediliyor. Görüşme sırasında katılımcılar tarafından bir ‘güvenlik ihlali’ bildirilirse ses kaydı saklanabiliyor.”
Stanford Üniversitesi’nde bir program olan SIO’ya göre, Clubhouse’da bir konuşma odasının metaverisi, Çin’de bulunan sunuculara aktarılmış olabilir…
Teknolojiye ve ürünlerine temelden karşı çıkma davranışını tasvip etmem… Tıpkı ona delice bağlanmayı etmediğim gibi… Bu işlerde ne ‘aşk’ başarılı sonuçlar verir ne de ‘nefret’… Clubhouse saydığımız pek çok nedenle bir ‘ışık’ olabilir mi? Elbette olabilir… Peki, saydığımız diğer sebeplerle bizi odalarda ışıksız bırakabilir mi? O da mümkün…
O hâlde yapılması gereken kendimizi ve verimizi fazla kaptırmadan gelişmeleri izlemek, uyarılara kulak vermek, yasalarla sağlanan koruma mekanizmalarına asılmaktır…
Yalancının medyası
“Yalan haberler Twitter kullanıcılarına gerçek haberlere göre altı kat daha hızlı ulaşıyor.”
Bu tespit, ABD’deki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) 2018 yılında yapılan ve Science dergisinde yayınlanan bir araştırmaya ait.
Netflix’teki Social Dilemma adlı belgeseli izleyenler bu acı gerçekle tanışmışlardır… İzlemeyenleri ve haberi daha önce okumayanları da biz tanıştırmış olalım… Pek iç açıcı olmasa da diğer gerçeklerden haberdar olmak için belgeseli izlemenizi tavsiye ederiz…
MIT’nin araştırmasına göre, tüm bilgi kategorilerindeki ‘yalan’ ya da ‘sahte’ haberler daha hızlı ve geniş bir şekilde yayılsa da ‘birincilik’ siyasetle ilgili olanlardaymış…
Sosyal medyanın yapısı düşünüldüğünde bu ‘yalan’ların kendi kendine yayılmadığını anlamak çok da zor değil… Biz kullanıcıların bu konudaki rolünü azımsamamak lazım.
Hele ki komplo teorilerine inanmaya hazır, bilimsel ve analitik düşünceden uzak yapıda olanlar sahte haberlere inanmayı neredeyse ‘tercih’ ediyorlar…
Toplumsal çatışmalar alanında çalışan Alman bir profesör Andreas Zick, pek çok kişinin internette kafasındaki fikirleri onaylayan kanalları arayıp bulup takip ettiğini söylemiş. Yani, bu yalanları üretmeseler de yayma konusunda hatırı sayılır bir katkısı olan çoğu kimse, aslında kendi fikirlerini tasdik ettirme saikiyle hareket ediyormuş…
Londra’daki City Üniversitesi öğretim üyesi psikolog Andreas Kappes de benzer açıklamalar yapmış. Mesela, iğneden korktuğu için aşı olmak istemeyen biri, internette aşının tehlikelerine yönelik bilgilere yönelip içinde bulunduğu ‘kaçınma’ psikolojisini destekleyen metinlere ulaşıyormuş.
Öte yandan bir de hâlihazırda dijital medya platformları aracılığıyla toplanan verilerimizle oluşturulan ‘kişiye özel’ algoritmalar var… Yine Social Dilemma belgeselinde verilen bir örnekle açıklayalım… Dünyanın düz olduğu, aşının zararlı olduğu gibi komplo teorilerine dair içeriklere ‘meraklı’ bir kişinin ‘internet tercihleri’ bu yönde kayıt altına alınıyor. Onun internetteki sitelere olan ilgisini canlı tutmak için de karşısına benzer içerikler, ‘öneriler’ çıkarılıyor…
İnternetten, dijital yaşamdan çıkışımız yok… Her şeyden önce böyle bir tercihimiz yok… Üstelik bu işin karanlık yüzü kadar aydınlık da bir yüzü var. O hâlde bize düşen, başka her alanda olduğu gibi bu mecralarda da tercihimizi bilimsel ya da resmi bilgilerden yana kullanmak…