Sevgili Savaş, gel bu savaştan vazgeç!
29 EKİM 2006
Savaş kardeşim! 1970’lerin sonu ben Hey’de ve magazin servisindeyim. Sen de gazetede. Milliyet’in o dönemki camiasından olmanın ve onca zaman içinde sınanmış bir dostluktan çıkıp gelmenin hakkı ile sana aşağıdakileri yazmaya karar verdim.
Kitabımı ve makalelerimi okuyanlar ve seminerlerimi izleyenler bilirler. Bir ara “KOBİ mantığı” diye adlandırdığım bir anlayışa takmıştım. ‘Büfeci İslam’ gibi yani... Şirketin büyüklüğü önemli değildi. Şu dört alana yatırım yapmıyorsa KOBİ mantığıyla hareket ediyor demekti: 1. İnsan Kaynakları 2. Ar-Ge 3. Pazarlama 4. Yapısal süreçler... Böyle hareket edince de büyümesi, gelişmesi mümkün değildi... Bunu söyleyeli, yazalı neredeyse 5 yıl oluyordu...
Geçenlerde çok yakın bir arkadaşımın yayınladığı bir makalede ne görsem beğenirsin? Benim ‘KOBİ Mantığı’ analizini... Bire bir aynısını. Kopyala yapıştır... Makalede ne demiş profesör arkadaşım? “Ben buna KOBİ mantığı” diyorum demiş... İyi mi?..
Sor ki, “Ne yaptın?”...
Cevap vereyim. Hiçbir şey yapmadım... Yüzlemedim dahi... Bilen bildi... Bilmeyen de bilmesin... Nedenini anlatayım...
Oyun içinde oyun
Boğaziçi Üniversitesi’nde Sinema Kulübü’nün 1975-78 yılları arasında düzenlediği, sevgili dostum Üstün Barışta’nın yönettiği Sinema Seminerleri, katılanlar üzerinde derin izler bırakmıştır. Bu seminerin rahle-i tedrisinden geçenlerden biri de, Ufuk Güldemir’in kullandığı biçimiyle benim ‘ruh ikizim’ rahmetli Ali Tara idi.
Tara ile o kurs günlerinde “klasik müzikte ısmarlama eserleri bulma” oyunu oynardık. Neydi o? Rönesans’tan başlayıp, modern döneme gelene kadar bestecileri himayeleri altına almış zengin ailelerin, yaş günü, evlilik töreni gibi etkinlikler vesilesiyle bestecilere ısmarladıkları eserleri diğerlerinden ayırmaca... Deneyin, her babayiğidin harcı değildir...
Tara hiç atlamazdı. Daha parçanın başlarındayken, “Bu ısmarlama veya bunu içinden geldiği için bestelemiş” diye tanımlar, sonradan araştırdığımızda ne kadar haklı olduğunu görürdük... Bir süre geçince bu oyundan sıkıldık. Tara, yanılmıyordu çünkü hiç...
Bir de Üstün’ün gündeme getirdiği “16 senaryo oyunu” ile beyin jimnastiği yapardık... Teoriye göre Hollywood’da çekilen 16 senaryo vardı. Özünde aynı dramlardan kaynaklanan bu 16 senaryodan takla attırılarak binlerce yeni senaryo üretilirdi... Yani özleri kendi içlerinde aynı olsa da içerikleri, biçimleri ve de fenomenleri (görüngü) farklı senaryolar doğurabilen 16 temel senaryo... Üstün, bu senaryoların özlerinin Shakespeare’den geldiğini iddia ederdi. Kıskançlık; ihtiras; nefret; desise – entrika; ihanet; aşk; merhamet; vefasızlık; tahkir – istiskal (aşağılanma); yücelme (süblimasyon); topluma, aileye, bireye ve nihayet kendine karşı ‘sorumluluklar’...
Bazen diyaloglar bile birbirine benziyordu... Bunda da bir sorun yoktu aslında. Çünkü sinemada ‘ne’ yaptığınızdan çok ‘nasıl’ yaptığınız ön plana çıkıyordu...
Mağluptur bu yolda galip
Benim sana tavsiyem, Hokkabaz olayına biraz bu pencereden bakman... O zaman belki sakinleşirsin. Çünkü Cem Yılmaz’ı “Hokkabaz’ın senaryosunu benden çaldı!” diye suçlayarak, Yılmaz’a değil bizzat kendi şahsına zarar vermekten öte herhangi bir yere varman mümkün değildir.
İşinde beceriksiz ve sakar tip canlandırmaları neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. Beceriksiz polis (Clouseau – Peter Sellers), kadınlarla ilgili sakar (Steve Martin), her türden sakar (Jerry Lewis, Norman Wisdom); entelektüel beceriksiz (Woody Allen) vb.
Beceriksiz ve sakar sihirbaz da Cem’in uzun yıllardır ağzına doladığı bir tipleme idi. En azından ben, 90’lı yıllarda birlikte Panasonic reklamları için çalıştığımız günlerde kaç kez yaptığı canlandırmalara tanık olmuşumdur. Reklam filmlerini o dönemde çekmiş olan Hazım Başaran da hatırlayacaktır...
Sevgili Savaş Ay, diyelim ki, bizler yanlış hatırlıyoruz; 16 senaryo meselesi de yanlış. Cem Yılmaz, esinlenmiş... Hayır, adapte etmiş... Yok hayır, olduğu gibi almış... Haydi adlı adınca söyleyelim, çalmış... Diyelim ki sen bağırıyorsun... Dava açıyorsun... Cem susuyor. Yani, Almanya’da son yaptığı gibi sinirlenip debelenmiyor. Hiç sesini çıkarmıyor ve öyle duruyor. Ne olur sevgili dostum?
Vazgeçmek iyidir
Bu sorunun yanıtı geçmişte var. Haklı da olsa, bu tür işlerde “Benden çaldılar!” diye çırpınan mı kazanıyor; yoksa “Yok böyle bir şey!” deyip kenarda duran mı?
Tabii ki ikincisi. Haklılığın yasalar önünde kanıtlansa bile, çok geç kalınmış oluyor, dostum. Zaman, soluk yetmiyor...
Bilim dünyasında sık kullanılan laftır sevgili Savaş Ay kardeşim: “Bilimde itibar bulana değil, ilk yayınlayana aittir!” Yani, varsa bir fikrin, onu ya peliküle dökeceksin, ya da kâğıda... Hiç değilse bir risale gibi bile olsa ‘yayınlayacaksın!’... O zaman bile ‘esinlenenler’ çıkabilir... Bizim ‘KOBİ mantığı’nda olduğu gibi...
Bu nedenle gel sen sevgili Savaş, bu savaştan vazgeç. Çünkü bu savaşın galibi olmaz. En azından o galip sen olamazsın... Haklı olsan da olamazsın... Çünkü bu bir haklılık meselesi değildir, algılanma meselesidir...
Biliyorum; senin üzerinden rating yapmak, seni Cem’le kapıştırıp seyretmek isteyenler, “Bu memlekette namusluların cesur olması!”, gerekliliğini “Hakkın, hukukun aranmasının” ne kadar önemli olduğunu, seni delikanlılık damarından vurarak dile getirmeye çalışacaklardır. Dinleme onları Savaş Ay. Unutma, bazen vazgeçmek özgürlüktür, iktidardır!
Bu son sözümüzü, bir süre sonra başkalarının kendi sözleriymiş gibi dile getirdiklerine tanık olursan, sakın sinirlerin bozulmasın, dostum; vazgeçmek mutluluktur da...
İki film bir fıkra
Gerek Hokkabaz, gerekse Sınav’dan ağzımda kalan lezzet, bana çok sevdiğim bir fıkrayı hatırlattı. Absürd gibi durur, ama mesajı çok yerindedir.
Efendim, memleketin birinde kral, dünya güzeli kızını evlendirecek. O devirde iktidar kaba kuvvetle sağlanıyor; üretim araçları üzerinde mülkiyet, para ve bilgiyle değil. Kral da kızını ülkenin en güçlü delikanlısına verecek. Peki nasıl seçecek delikanlıyı?.. Etrafındaki bilmiş kişiler hemen çözümü üretmişler: “Bilmem ne yaylasında kimsenin yerinden kaldıramadığı bir kaya var. Onu kaldırıp üç adım taşıyan babayiğide verin prensesi!”
Haber bütün memlekete yayılmış. Ülkenin ne kadar iri kıyım delikanlısı varsa, on binlerce meraklıyla birlikte yaylaya doluşmuş. Kral ve prenses de yüksek bir yere kurulu çadırlarından olan biteni izliyorlarmış. Dev gibi adamlar başlamışlar şanslarını denemeye. Ama nafile... Kimse kayayı bırakın üç adım taşımayı, yerinden kıpırdatamıyormuş. Bir, üç, beş, on beş, 55, 155, 555 derken geriye kalmış, bir kaç tosun... Bol adaleli son delikanlı da ıkınıp sıkınıp taşı bir miktar hareket ettirse de başarısız olup pes ettiğinde, koskoca yaylaya bir sessizlik çökmüş. Yüzler asılmış... Tam kral geri dönüş talimatını verecek...
O sırada cılız bir ses duyulmuş: “Ben de denemek istiyorum! Benim de bir hakkım olmalı!” Herkes sesin geldiği yöne dönmüş. Bir de bakmışlar, kaburga kemikleri sayılacak kadar zayıf, bastıbacak, sinemada Woody Allen’in canlandıracağı türden biri, ızbandut gibi askerlerin bacaklarının arasından geçip, koruma halkasını yarmaya çalışıyor. Prenses ‘yoksul, cılız ama mağrur’ gencin cesaretinden acayip etkilenmiş.
Halkın durumu da farklı değilmiş. Dev gibi delikanlıların başarısızlığı karşısında düş kırıklığına uğramış olan binlerce insan gelecek bir mucizenin ümidiyle, “Bırakın geçsin!” diye tezahürat yapmaya başlamış. O anda Kral ve kızı göz göze gelmişler. Prenses evet der gibi başını hafifçe öne eğmiş. Kral da maiyetindekilere dönüp, onay anlamına gelecek bir baş hareketi yapmış. “Yalnız bir koşulla!” diye kükremiş, “Eğer kaldıramazsa, vurun boynunu!”... Tüm yaylada nefesler tutulmuş. Sinek uçsa duyulacakmış...
Cılız genç yavaş yavaş kayanın yanına gelmiş... Prenses’e en sert yürekleri bile tuzla buz edecek bir bakış fırlatmış. Kız da bu bakışa gözlerini kırpıştırıp başını öne eğerek yanıt vermiş... Sonra “Ya Bismillah!” demiş bizim yerden bitme delikanlı, boyunun en az iki katı olan kayayı kavramış. Boynundaki damarlar patlayacakmış gibi şişmiş; yüzünden başlayarak bütün vücudu kıpkırmızı kesilmiş. O sırada halk tezahürata başlamış. Halk bağırıyor, bizimkisi asılıyormuş kayaya... Asılmış, asılmış... Sonunda... Sonunda o da kaldıramamış kayayı...
Nasıl fıkra ama...
Kitabımı ve makalelerimi okuyanlar ve seminerlerimi izleyenler bilirler. Bir ara “KOBİ mantığı” diye adlandırdığım bir anlayışa takmıştım. ‘Büfeci İslam’ gibi yani... Şirketin büyüklüğü önemli değildi. Şu dört alana yatırım yapmıyorsa KOBİ mantığıyla hareket ediyor demekti: 1. İnsan Kaynakları 2. Ar-Ge 3. Pazarlama 4. Yapısal süreçler... Böyle hareket edince de büyümesi, gelişmesi mümkün değildi... Bunu söyleyeli, yazalı neredeyse 5 yıl oluyordu...
Geçenlerde çok yakın bir arkadaşımın yayınladığı bir makalede ne görsem beğenirsin? Benim ‘KOBİ Mantığı’ analizini... Bire bir aynısını. Kopyala yapıştır... Makalede ne demiş profesör arkadaşım? “Ben buna KOBİ mantığı” diyorum demiş... İyi mi?..
Sor ki, “Ne yaptın?”...
Cevap vereyim. Hiçbir şey yapmadım... Yüzlemedim dahi... Bilen bildi... Bilmeyen de bilmesin... Nedenini anlatayım...
Oyun içinde oyun
Boğaziçi Üniversitesi’nde Sinema Kulübü’nün 1975-78 yılları arasında düzenlediği, sevgili dostum Üstün Barışta’nın yönettiği Sinema Seminerleri, katılanlar üzerinde derin izler bırakmıştır. Bu seminerin rahle-i tedrisinden geçenlerden biri de, Ufuk Güldemir’in kullandığı biçimiyle benim ‘ruh ikizim’ rahmetli Ali Tara idi.
Tara ile o kurs günlerinde “klasik müzikte ısmarlama eserleri bulma” oyunu oynardık. Neydi o? Rönesans’tan başlayıp, modern döneme gelene kadar bestecileri himayeleri altına almış zengin ailelerin, yaş günü, evlilik töreni gibi etkinlikler vesilesiyle bestecilere ısmarladıkları eserleri diğerlerinden ayırmaca... Deneyin, her babayiğidin harcı değildir...
Tara hiç atlamazdı. Daha parçanın başlarındayken, “Bu ısmarlama veya bunu içinden geldiği için bestelemiş” diye tanımlar, sonradan araştırdığımızda ne kadar haklı olduğunu görürdük... Bir süre geçince bu oyundan sıkıldık. Tara, yanılmıyordu çünkü hiç...
Bir de Üstün’ün gündeme getirdiği “16 senaryo oyunu” ile beyin jimnastiği yapardık... Teoriye göre Hollywood’da çekilen 16 senaryo vardı. Özünde aynı dramlardan kaynaklanan bu 16 senaryodan takla attırılarak binlerce yeni senaryo üretilirdi... Yani özleri kendi içlerinde aynı olsa da içerikleri, biçimleri ve de fenomenleri (görüngü) farklı senaryolar doğurabilen 16 temel senaryo... Üstün, bu senaryoların özlerinin Shakespeare’den geldiğini iddia ederdi. Kıskançlık; ihtiras; nefret; desise – entrika; ihanet; aşk; merhamet; vefasızlık; tahkir – istiskal (aşağılanma); yücelme (süblimasyon); topluma, aileye, bireye ve nihayet kendine karşı ‘sorumluluklar’...
Bazen diyaloglar bile birbirine benziyordu... Bunda da bir sorun yoktu aslında. Çünkü sinemada ‘ne’ yaptığınızdan çok ‘nasıl’ yaptığınız ön plana çıkıyordu...
Mağluptur bu yolda galip
Benim sana tavsiyem, Hokkabaz olayına biraz bu pencereden bakman... O zaman belki sakinleşirsin. Çünkü Cem Yılmaz’ı “Hokkabaz’ın senaryosunu benden çaldı!” diye suçlayarak, Yılmaz’a değil bizzat kendi şahsına zarar vermekten öte herhangi bir yere varman mümkün değildir.
İşinde beceriksiz ve sakar tip canlandırmaları neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. Beceriksiz polis (Clouseau – Peter Sellers), kadınlarla ilgili sakar (Steve Martin), her türden sakar (Jerry Lewis, Norman Wisdom); entelektüel beceriksiz (Woody Allen) vb.
Beceriksiz ve sakar sihirbaz da Cem’in uzun yıllardır ağzına doladığı bir tipleme idi. En azından ben, 90’lı yıllarda birlikte Panasonic reklamları için çalıştığımız günlerde kaç kez yaptığı canlandırmalara tanık olmuşumdur. Reklam filmlerini o dönemde çekmiş olan Hazım Başaran da hatırlayacaktır...
Sevgili Savaş Ay, diyelim ki, bizler yanlış hatırlıyoruz; 16 senaryo meselesi de yanlış. Cem Yılmaz, esinlenmiş... Hayır, adapte etmiş... Yok hayır, olduğu gibi almış... Haydi adlı adınca söyleyelim, çalmış... Diyelim ki sen bağırıyorsun... Dava açıyorsun... Cem susuyor. Yani, Almanya’da son yaptığı gibi sinirlenip debelenmiyor. Hiç sesini çıkarmıyor ve öyle duruyor. Ne olur sevgili dostum?
Vazgeçmek iyidir
Bu sorunun yanıtı geçmişte var. Haklı da olsa, bu tür işlerde “Benden çaldılar!” diye çırpınan mı kazanıyor; yoksa “Yok böyle bir şey!” deyip kenarda duran mı?
Tabii ki ikincisi. Haklılığın yasalar önünde kanıtlansa bile, çok geç kalınmış oluyor, dostum. Zaman, soluk yetmiyor...
Bilim dünyasında sık kullanılan laftır sevgili Savaş Ay kardeşim: “Bilimde itibar bulana değil, ilk yayınlayana aittir!” Yani, varsa bir fikrin, onu ya peliküle dökeceksin, ya da kâğıda... Hiç değilse bir risale gibi bile olsa ‘yayınlayacaksın!’... O zaman bile ‘esinlenenler’ çıkabilir... Bizim ‘KOBİ mantığı’nda olduğu gibi...
Bu nedenle gel sen sevgili Savaş, bu savaştan vazgeç. Çünkü bu savaşın galibi olmaz. En azından o galip sen olamazsın... Haklı olsan da olamazsın... Çünkü bu bir haklılık meselesi değildir, algılanma meselesidir...
Biliyorum; senin üzerinden rating yapmak, seni Cem’le kapıştırıp seyretmek isteyenler, “Bu memlekette namusluların cesur olması!”, gerekliliğini “Hakkın, hukukun aranmasının” ne kadar önemli olduğunu, seni delikanlılık damarından vurarak dile getirmeye çalışacaklardır. Dinleme onları Savaş Ay. Unutma, bazen vazgeçmek özgürlüktür, iktidardır!
Bu son sözümüzü, bir süre sonra başkalarının kendi sözleriymiş gibi dile getirdiklerine tanık olursan, sakın sinirlerin bozulmasın, dostum; vazgeçmek mutluluktur da...
İki film bir fıkra
Gerek Hokkabaz, gerekse Sınav’dan ağzımda kalan lezzet, bana çok sevdiğim bir fıkrayı hatırlattı. Absürd gibi durur, ama mesajı çok yerindedir.
Efendim, memleketin birinde kral, dünya güzeli kızını evlendirecek. O devirde iktidar kaba kuvvetle sağlanıyor; üretim araçları üzerinde mülkiyet, para ve bilgiyle değil. Kral da kızını ülkenin en güçlü delikanlısına verecek. Peki nasıl seçecek delikanlıyı?.. Etrafındaki bilmiş kişiler hemen çözümü üretmişler: “Bilmem ne yaylasında kimsenin yerinden kaldıramadığı bir kaya var. Onu kaldırıp üç adım taşıyan babayiğide verin prensesi!”
Haber bütün memlekete yayılmış. Ülkenin ne kadar iri kıyım delikanlısı varsa, on binlerce meraklıyla birlikte yaylaya doluşmuş. Kral ve prenses de yüksek bir yere kurulu çadırlarından olan biteni izliyorlarmış. Dev gibi adamlar başlamışlar şanslarını denemeye. Ama nafile... Kimse kayayı bırakın üç adım taşımayı, yerinden kıpırdatamıyormuş. Bir, üç, beş, on beş, 55, 155, 555 derken geriye kalmış, bir kaç tosun... Bol adaleli son delikanlı da ıkınıp sıkınıp taşı bir miktar hareket ettirse de başarısız olup pes ettiğinde, koskoca yaylaya bir sessizlik çökmüş. Yüzler asılmış... Tam kral geri dönüş talimatını verecek...
O sırada cılız bir ses duyulmuş: “Ben de denemek istiyorum! Benim de bir hakkım olmalı!” Herkes sesin geldiği yöne dönmüş. Bir de bakmışlar, kaburga kemikleri sayılacak kadar zayıf, bastıbacak, sinemada Woody Allen’in canlandıracağı türden biri, ızbandut gibi askerlerin bacaklarının arasından geçip, koruma halkasını yarmaya çalışıyor. Prenses ‘yoksul, cılız ama mağrur’ gencin cesaretinden acayip etkilenmiş.
Halkın durumu da farklı değilmiş. Dev gibi delikanlıların başarısızlığı karşısında düş kırıklığına uğramış olan binlerce insan gelecek bir mucizenin ümidiyle, “Bırakın geçsin!” diye tezahürat yapmaya başlamış. O anda Kral ve kızı göz göze gelmişler. Prenses evet der gibi başını hafifçe öne eğmiş. Kral da maiyetindekilere dönüp, onay anlamına gelecek bir baş hareketi yapmış. “Yalnız bir koşulla!” diye kükremiş, “Eğer kaldıramazsa, vurun boynunu!”... Tüm yaylada nefesler tutulmuş. Sinek uçsa duyulacakmış...
Cılız genç yavaş yavaş kayanın yanına gelmiş... Prenses’e en sert yürekleri bile tuzla buz edecek bir bakış fırlatmış. Kız da bu bakışa gözlerini kırpıştırıp başını öne eğerek yanıt vermiş... Sonra “Ya Bismillah!” demiş bizim yerden bitme delikanlı, boyunun en az iki katı olan kayayı kavramış. Boynundaki damarlar patlayacakmış gibi şişmiş; yüzünden başlayarak bütün vücudu kıpkırmızı kesilmiş. O sırada halk tezahürata başlamış. Halk bağırıyor, bizimkisi asılıyormuş kayaya... Asılmış, asılmış... Sonunda... Sonunda o da kaldıramamış kayayı...
Nasıl fıkra ama...