UEFA Finali ‘para ve şöhret’ demek...
15 Ekim 2006 - Marketing Türkiye
Futbol ekonomisi Türkiye’de de tüm iş ve dolayısıyla iletişim dünyasının bir numaralı gündem maddesi olma yolunda hızlı adımlarla ilerliyor. Artık başlı başına sanayi haline gelen bu sektörde dönen paraları, futbol sayesinde ülkelerin sağladığı katma değer karşısında, kendimize dönüp “Biz bu işin neresindeyiz?” diye ne kadar sorsak azdır.
Bu sene lig maçlarında yine dokuz doğuran, Zico için papatya falları açan Fenerli dostlarım bir süredir koltukları kabarmış bir şekilde dolaşıyor. UEFA’nın 2009 yılındaki UEFA Kupası’nın final maçının ev sahipliğini Şükrü Saracoğlu Stadı’na vermesi Fenerlilerin kendilerine pay çıkarmasını sağladı. “Henüz bir UEFA ya da Süper Kupaları yok ama UEFA Finali oynatacak statları var! Ne mutlu size!” Bu da Galatasaraylıların züğürt tesellisi...
2009 UEFA Finali’nin İstanbul’da oynanacak olmasında en büyük pay 2005’te ev sahipliği yaptığımız Şampiyonlar Ligi Finali’nindir. “Bir İstanbul Masalı” tadında geçen final için Levent Bıçakcı federasyonunun aylarca geceli gündüzlü çalışmasını yakından izledim. Bu özverili çalışma sayesinde Olimpiyat Stadı UEFA’nın gelmiş geçmiş en başarılı final organizasyonlarından birine sahne oldu. Final öncesi ve sonrası ile futbol ekonomisinin gücünü ve ne boyutta olduğunu net bir şekilde görme fırsatını bulduk. Aşağıdaki rakamlar yıllarca bizden uzaklarda bir yerlerde oluşuyordu. Şimdi ise burada, burnumuzun dibinde...
Kimine göre alt tarafı 130 dakikalık bir maç olan bu final, ülke ekonomisine 145 milyon Euro direkt olmak üzere toplamda 390 milyon Euro katkı sağladı. Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin Şampiyonlar Ligi’nin maddi getirisine ilişkin araştırmasının sonuçları, 3 yıl sonraki UEFA finalinin sağlayacağı katma değer ile ilgili ipuçları veriyor.
50 bin yabancının sadece final maçı için geldiği İstanbul’a 4 günde tam 3 bin 155 uçak iniş kalkış gerçekleştirdi. Finalin ertesi günü toplam 818 uçağın işlem yaptığı Atatürk Havalimanı tarihinin rekorunu kırdı. 202 ülkeden canlı yayınlanan bu maç sayesinde Türkiye, kelimenin tam anlamıyla paha biçilemez bir tanıtım yaptı. Yapılan araştırmalar Şampiyonlar Ligi final maçının İstanbul’a 5.5 milyar dolara denk tanıtım olanağı sağladığını gösteriyor. Maç için gelen İtalyan taraftarları konaklama hariç kişi başı ortalama 419 dolar harcarken, İngilizler de adam başı 366 dolar bıraktılar İstanbul’a.
Eminim ki 2009’daki finalde 2005’ten de mükemmel bir organizasyon gerçekleştirilecektir ve o zamana kadar daha da zenginleşecek olan futbol ekonomisinden payımıza düşeni alıyor olacağız. Bu arada stadını finale veren FB, bir de finali oynuyor mu?..
Bileşim Medya sesini değiştirmeli
“Artık benim malım daha iyi” diye bağırma döneminin bittiğini 7’den 70’e herkes biliyor. Malının niye daha iyi olduğunu, hangi alanda yenilikçi olduğunu belirtmek bile artık standart hareketlerden sayılıyor.
Medya takip ajansları arasında sayılan ancak özellikle reklam takibi konusunda uzmanlaşan Bileşim Medya da bu uzmanlığını farklı yöntemlerle duyurmaya çalışıyor. Seçtikleri yöntem de iş yapar. Hedef kitlelerinin takip ettiği yayınlara verdikleri reklam gerçekten kışkırtıcı. Bomboş bir sayfaya yapıştırılmış zarfta yazılı “Dün akşam hangi reklamın çıktığını biliyorlar” yazısı bana “Geçen yaz ne yaptığını biliyorum” filmini çağrıştırdı ve zarfı dergiden kopararak hemen açtım. Böylece ilanın kritik başarı faktörü olan meraklandırma ve okuyucuyu elinde tutma kriterini başarıyla geçtiğini söyleyebilirim. Ancak kişiye özel yolladıkları zarfın içinden çıkan tanıtım CD’si için aynısını söyleyemeyeceğim. Gayet şık görünümlü bu “cep” CD’yi açınca düş kırıklığına uğradım.
Yaklaşık bir dakika boyunca güçlü bir erkek sesi bana Bileşim Medya’nın faaliyetlerini anlattı. Ses o kadar tehditkâr ve sevimsiz ki ben Bileşim’in ne yaptığını anlamadan CD’yi çıkardım. Bu arada bana o korku filmini çağrıştıran sesin aynı zamanda benzer bir anonsla radyo spotu da hazırlamış olduğunu sonradan öğrenecektim...
Bu tip otoriter sesler bizim toplumumuzda çalışmaz. Bunu TFF’nin zamanında yaptığı “Lütfen” kampanyasında da net bir şekilde gördük. Gayet iyi duygularla hazırlanan şiddete son kampanyası spikerin sesindeki otoriter ton nedeniyle sınıfta kaldı. Bileşimciler mizah yapmaya çalışmışlar ama olmamış. CD’deki sesi de değiştirirlerse yenilikçi firma kategorisindeki yerlerini koruyabilir.
Kurum içi yayıncılığa iyi bir örnek
Günümüzde kurumlar arası rekabet, kurum içi dergilerin de önemini artırmaya devam ediyor.
Yapılan araştırmalar en iyi ve etkili iletişimin yüz yüze yapılan iletişim olduğunu ortaya koyuyor. İkinci derecede etkili iletişim ise karşımızdakinin sesimizi duyduğu zaman sağlanıyor. Üçüncü sırada yazılı ve basılı malzeme; mümkünse ıslak imzalı... Bu yüzdendir ki kurum içi dergiler çok önemli.
Hatırı sayılır itibara ve ağırlığa sahip Yabancı Sermaye Derneği’nin yayınladığı Insight dergisi de kurum içi yayınlar liginde üst sıralara oturmayı başardı. Gerçi 24 sayıdır yayınladıkları aylık dergiden, hedef kitlelerinin ne kadarı haberdar tartışılır; ancak gerek röportajları gerekse de haber çalışmaları “zor beğenen” çok uluslu şirketlerin yöneticilerini bile tatmin edecek boyutta.
İş üç nalla bir ata kalmış gibi... Yani ortada çok hoş ve etkili olabilecek bir STK dergisi var; bu derginin yaygın bir kitleye ulaşması ve hatta bu kitle ile etkileşimli bir ilişki kurması sağlanırsa, YASED’in sadece bir çıkar grubu olmadığı aynı zamanda ilgililere ciddi bilgi akışı sağlayan önemli bir kaynak olduğu gerçeği de vurgulanacaktır...
Dodge deneyimsel pazarlama ile fark yaratıyor
Onca yıl “ABD kültür emperyalizmini” eleştirmiş bir ‘genç’ olarak, Amerikan otomobillerine düşkünlüğümü açıklamakta yıllarca güçlük çektim. 60’lı 70’li yıllarda bu zaafımı yüksek sesle dile getirmekten bile çekinirdim. Şimdilerde gözümü karartıp Amerikan otomobilleriyle haşır neşir olabiliyorum...
Bu halimin nedeni çocukluğum ve gençlik yıllarımda bindiğim bütün dolmuş ve taksilerin ya Chevrolet, ya Buick, Dodge, ya da Plymouth idi... Tabii bu arada bir de izlediğimiz filmlerdekiler... Bir Kadın Bir Erkek’deki 1967 Mustang gibi... Ya da Asi Gençlik (Rebel Without A Cause) filmindeki James Dean’in aracı...
Bu yüzden Dodge’ın Türkiye’ye gelişi benim için çok büyük anlam taşıyor.
Hele Dodge Nitro’yu büyük bir özlemle bekliyorum. Auto Show’a getiriyorlarmış. 2007’de de piyasaya çıkıyormuş...
Bu bilgileri bir araya geldiğimiz Daimler Chrysler Pazarlama İletişimi Sorumlusu Elif Karacan, AG İletişimden İlknur Selimoğlu ve Efor’dan Olgar Ataseven’den aldım. Bana çok güzel bir armağan getirmişler. Nefis bir Dodge kitabı. Tarihi, eski ve yeni fotoğraflarıyla doyumsuz, mobilya gibi ciltlenmiş bir anı kitabı. Parayla satın almak mümkün değil. İsteyen kıskanabilir...
Deneyimsel pazarlama, artık şirketlerin başarılı olmak için ürün ve hizmetlerini kişiselleştirmek, müşterilere özel deneyimler yaşatmak zorunda olduğunu anlayıp seçtikleri bir pazarlama yöntemi. Marketing Türkiye bu konuyu bir dosya halinde geçen yıl işlemişti.
Özetle fi tarihinde bakkalın, manavın ürününün tazeliğini göstermek için yaptığı tadım aktivitesinin kurumsallaşmışı. Marketing PR’ın daha da zenginleştirilmiş hali... Amerikan Dodge, yeni girdiği Türkiye pazarında marka bilinirliliği yaratmak için deneyimsel pazarlamayı seçmiş. Amaç Kasım’daki fuara kadar 12 bin kişiye ulaşmak. Bunu da işlek caddelerde Dodge’larla gezmek, izin verilen yerlere Dodge yapıştırmaları asmak, daha önceden anlaşılan gençlerin eline Dodge dergileri vererek belli noktalarda ‘takılmalarını’ sağlamak. Satış hedefleri de yıl için 1500 adet. Hiç küçümsenmeyecek bir rakam. Kampanya o kadar şirin ki, eğer 1499 tane satar hedeflerini tutturmak için bir tane eksikleri kalırsa, onu da ben alacağım...
Bu sene lig maçlarında yine dokuz doğuran, Zico için papatya falları açan Fenerli dostlarım bir süredir koltukları kabarmış bir şekilde dolaşıyor. UEFA’nın 2009 yılındaki UEFA Kupası’nın final maçının ev sahipliğini Şükrü Saracoğlu Stadı’na vermesi Fenerlilerin kendilerine pay çıkarmasını sağladı. “Henüz bir UEFA ya da Süper Kupaları yok ama UEFA Finali oynatacak statları var! Ne mutlu size!” Bu da Galatasaraylıların züğürt tesellisi...
2009 UEFA Finali’nin İstanbul’da oynanacak olmasında en büyük pay 2005’te ev sahipliği yaptığımız Şampiyonlar Ligi Finali’nindir. “Bir İstanbul Masalı” tadında geçen final için Levent Bıçakcı federasyonunun aylarca geceli gündüzlü çalışmasını yakından izledim. Bu özverili çalışma sayesinde Olimpiyat Stadı UEFA’nın gelmiş geçmiş en başarılı final organizasyonlarından birine sahne oldu. Final öncesi ve sonrası ile futbol ekonomisinin gücünü ve ne boyutta olduğunu net bir şekilde görme fırsatını bulduk. Aşağıdaki rakamlar yıllarca bizden uzaklarda bir yerlerde oluşuyordu. Şimdi ise burada, burnumuzun dibinde...
Kimine göre alt tarafı 130 dakikalık bir maç olan bu final, ülke ekonomisine 145 milyon Euro direkt olmak üzere toplamda 390 milyon Euro katkı sağladı. Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin Şampiyonlar Ligi’nin maddi getirisine ilişkin araştırmasının sonuçları, 3 yıl sonraki UEFA finalinin sağlayacağı katma değer ile ilgili ipuçları veriyor.
50 bin yabancının sadece final maçı için geldiği İstanbul’a 4 günde tam 3 bin 155 uçak iniş kalkış gerçekleştirdi. Finalin ertesi günü toplam 818 uçağın işlem yaptığı Atatürk Havalimanı tarihinin rekorunu kırdı. 202 ülkeden canlı yayınlanan bu maç sayesinde Türkiye, kelimenin tam anlamıyla paha biçilemez bir tanıtım yaptı. Yapılan araştırmalar Şampiyonlar Ligi final maçının İstanbul’a 5.5 milyar dolara denk tanıtım olanağı sağladığını gösteriyor. Maç için gelen İtalyan taraftarları konaklama hariç kişi başı ortalama 419 dolar harcarken, İngilizler de adam başı 366 dolar bıraktılar İstanbul’a.
Eminim ki 2009’daki finalde 2005’ten de mükemmel bir organizasyon gerçekleştirilecektir ve o zamana kadar daha da zenginleşecek olan futbol ekonomisinden payımıza düşeni alıyor olacağız. Bu arada stadını finale veren FB, bir de finali oynuyor mu?..
Bileşim Medya sesini değiştirmeli
“Artık benim malım daha iyi” diye bağırma döneminin bittiğini 7’den 70’e herkes biliyor. Malının niye daha iyi olduğunu, hangi alanda yenilikçi olduğunu belirtmek bile artık standart hareketlerden sayılıyor.
Medya takip ajansları arasında sayılan ancak özellikle reklam takibi konusunda uzmanlaşan Bileşim Medya da bu uzmanlığını farklı yöntemlerle duyurmaya çalışıyor. Seçtikleri yöntem de iş yapar. Hedef kitlelerinin takip ettiği yayınlara verdikleri reklam gerçekten kışkırtıcı. Bomboş bir sayfaya yapıştırılmış zarfta yazılı “Dün akşam hangi reklamın çıktığını biliyorlar” yazısı bana “Geçen yaz ne yaptığını biliyorum” filmini çağrıştırdı ve zarfı dergiden kopararak hemen açtım. Böylece ilanın kritik başarı faktörü olan meraklandırma ve okuyucuyu elinde tutma kriterini başarıyla geçtiğini söyleyebilirim. Ancak kişiye özel yolladıkları zarfın içinden çıkan tanıtım CD’si için aynısını söyleyemeyeceğim. Gayet şık görünümlü bu “cep” CD’yi açınca düş kırıklığına uğradım.
Yaklaşık bir dakika boyunca güçlü bir erkek sesi bana Bileşim Medya’nın faaliyetlerini anlattı. Ses o kadar tehditkâr ve sevimsiz ki ben Bileşim’in ne yaptığını anlamadan CD’yi çıkardım. Bu arada bana o korku filmini çağrıştıran sesin aynı zamanda benzer bir anonsla radyo spotu da hazırlamış olduğunu sonradan öğrenecektim...
Bu tip otoriter sesler bizim toplumumuzda çalışmaz. Bunu TFF’nin zamanında yaptığı “Lütfen” kampanyasında da net bir şekilde gördük. Gayet iyi duygularla hazırlanan şiddete son kampanyası spikerin sesindeki otoriter ton nedeniyle sınıfta kaldı. Bileşimciler mizah yapmaya çalışmışlar ama olmamış. CD’deki sesi de değiştirirlerse yenilikçi firma kategorisindeki yerlerini koruyabilir.
Kurum içi yayıncılığa iyi bir örnek
Günümüzde kurumlar arası rekabet, kurum içi dergilerin de önemini artırmaya devam ediyor.
Yapılan araştırmalar en iyi ve etkili iletişimin yüz yüze yapılan iletişim olduğunu ortaya koyuyor. İkinci derecede etkili iletişim ise karşımızdakinin sesimizi duyduğu zaman sağlanıyor. Üçüncü sırada yazılı ve basılı malzeme; mümkünse ıslak imzalı... Bu yüzdendir ki kurum içi dergiler çok önemli.
Hatırı sayılır itibara ve ağırlığa sahip Yabancı Sermaye Derneği’nin yayınladığı Insight dergisi de kurum içi yayınlar liginde üst sıralara oturmayı başardı. Gerçi 24 sayıdır yayınladıkları aylık dergiden, hedef kitlelerinin ne kadarı haberdar tartışılır; ancak gerek röportajları gerekse de haber çalışmaları “zor beğenen” çok uluslu şirketlerin yöneticilerini bile tatmin edecek boyutta.
İş üç nalla bir ata kalmış gibi... Yani ortada çok hoş ve etkili olabilecek bir STK dergisi var; bu derginin yaygın bir kitleye ulaşması ve hatta bu kitle ile etkileşimli bir ilişki kurması sağlanırsa, YASED’in sadece bir çıkar grubu olmadığı aynı zamanda ilgililere ciddi bilgi akışı sağlayan önemli bir kaynak olduğu gerçeği de vurgulanacaktır...
Dodge deneyimsel pazarlama ile fark yaratıyor
Onca yıl “ABD kültür emperyalizmini” eleştirmiş bir ‘genç’ olarak, Amerikan otomobillerine düşkünlüğümü açıklamakta yıllarca güçlük çektim. 60’lı 70’li yıllarda bu zaafımı yüksek sesle dile getirmekten bile çekinirdim. Şimdilerde gözümü karartıp Amerikan otomobilleriyle haşır neşir olabiliyorum...
Bu halimin nedeni çocukluğum ve gençlik yıllarımda bindiğim bütün dolmuş ve taksilerin ya Chevrolet, ya Buick, Dodge, ya da Plymouth idi... Tabii bu arada bir de izlediğimiz filmlerdekiler... Bir Kadın Bir Erkek’deki 1967 Mustang gibi... Ya da Asi Gençlik (Rebel Without A Cause) filmindeki James Dean’in aracı...
Bu yüzden Dodge’ın Türkiye’ye gelişi benim için çok büyük anlam taşıyor.
Hele Dodge Nitro’yu büyük bir özlemle bekliyorum. Auto Show’a getiriyorlarmış. 2007’de de piyasaya çıkıyormuş...
Bu bilgileri bir araya geldiğimiz Daimler Chrysler Pazarlama İletişimi Sorumlusu Elif Karacan, AG İletişimden İlknur Selimoğlu ve Efor’dan Olgar Ataseven’den aldım. Bana çok güzel bir armağan getirmişler. Nefis bir Dodge kitabı. Tarihi, eski ve yeni fotoğraflarıyla doyumsuz, mobilya gibi ciltlenmiş bir anı kitabı. Parayla satın almak mümkün değil. İsteyen kıskanabilir...
Deneyimsel pazarlama, artık şirketlerin başarılı olmak için ürün ve hizmetlerini kişiselleştirmek, müşterilere özel deneyimler yaşatmak zorunda olduğunu anlayıp seçtikleri bir pazarlama yöntemi. Marketing Türkiye bu konuyu bir dosya halinde geçen yıl işlemişti.
Özetle fi tarihinde bakkalın, manavın ürününün tazeliğini göstermek için yaptığı tadım aktivitesinin kurumsallaşmışı. Marketing PR’ın daha da zenginleştirilmiş hali... Amerikan Dodge, yeni girdiği Türkiye pazarında marka bilinirliliği yaratmak için deneyimsel pazarlamayı seçmiş. Amaç Kasım’daki fuara kadar 12 bin kişiye ulaşmak. Bunu da işlek caddelerde Dodge’larla gezmek, izin verilen yerlere Dodge yapıştırmaları asmak, daha önceden anlaşılan gençlerin eline Dodge dergileri vererek belli noktalarda ‘takılmalarını’ sağlamak. Satış hedefleri de yıl için 1500 adet. Hiç küçümsenmeyecek bir rakam. Kampanya o kadar şirin ki, eğer 1499 tane satar hedeflerini tutturmak için bir tane eksikleri kalırsa, onu da ben alacağım...