Yeni Türkiye'yi tehdit eden iki kavram
13 EYLÜL 2014
'Yeni Türkiye'yi, henüz kavram olarak tam yerleşmeden mana değerinden düşürmeye çalışanların galiba pek çoğumuz farkındayız. Bu farklı dönem iki büyük tehlike ile karşı karşıya:
Biri müptezellik ve diğeri de hatları keskin, bu nedenle etkileşime izin vermeyen bir ideolojik şablona uydurabilmek isteğiyle savunulagelen 'Demokrasiyle İslamiyetin buluşmayacağı' yolundaki iddialardır.
Önce ilkinden başlayalım: Siyasi iletişimin en büyük düşmanlarından biri olan 'müptezellik'ten korunabilmek, uluslararası PR dünyasının keşfi diyebileceğimiz o muhteşem 'İçerik kraldır' (Content is the king) söyleminin gerçeğe dönüşmesiyle mümkün. 'Yeni Türkiye'nin sığ bir konumlandırma içinde dillere pelesenk edilmesi, bu sürece yapılabilecek en büyük ihanetlerden biridir. İçeriğiniz sağlamsa, hedef kitlenin talep ve beklentilerinin süreçler tarafından karşılanacağı vaadini içinde barındırıyorsa, Sayın Bahçeli'nin 'Yeni Türkiye Erdoğan despotizmidir' şeklindeki ifadesinde ortaya konduğu gibi 'o dedi, bu dedi' muhabbetlerinden olumsuz etkilenmeden mecraında akan nehir gibi sorunsuzca yolunu bulur.
İkinci tehlikeye gelince...
Demokrasiyle İslamiyetin bir arada düşünülemeyeceğini iddia edenler, 2002 yılının 3 Kasım'ından bu yana büyük emeklerle gelinen yolda, gelecek tasarımı çerçevesinde karşımıza çıkan 'Yeni Türkiye'ye verecekleri hasarın ne kadar farkındadırlar bilemeyiz. İslami değerler zemini üzerinde hem feodal tarım toplumu, hem sanayi ve hem de bilgi toplumuna ait özelliklerin aynı anda bir arada bulunabildiğini ve demokrasinin de, liberalizmin de Batı'ya özgü süreçlerle alâkası olmayan, tamamen Türkiye'ye has koşullar içinde var olabildiklerini düşündüğümüzde bu etkileşimin bizi diğer ülkelerden ayıran en temel farklılığımız olduğunu da gözden kaçırmayalım.
Üniversite eğitimi için İsviçre'de bulunduğum altmışlı yıllardan hatırlıyorum; örneğin Avusturya'daki Kaiserlich Königliche Universität Wien (İmparatorluk ve Krallık Üniversitesi)'nde hukuk alanında doktora tezi hâlâ Latince veriliyordu. Bu küçük örnekte olduğu gibi Batı'da kısmen de olsa çeşitli alanlarda feodalitenin izlerine rastlamak mümkün olurdu. Ancak Batı'da feodal, sanayi ve bilgi toplumları arasındaki yumuşak geçişlerle her dönemin kendi içinde tamamlandığı ve iş ya da eğitim dünyasında kurumsallaşmanın yeni dönemin kültür ve teknolojisiyle hemhal olarak insan hayatına usturupluca dahil olduğu bilinir.
Batı'da feodal dönemin izlerine sadece filmlerde ve kitaplarda rastlarsınız. (Batı'da şapka, yazı ya da harf devrimi yapıldı mı? Yapılmaz çünkü her toplumsal dönem tamamlanıncaya kadar tüm unsurlarıyla yaşar; sonra yerini bir geçiş dönemiyle yenisine terk eder.) Bizde böyle olmaz. Bizde tarım ya da sanayi veya bilgi toplumlarının ayak izleri tüm ülkede mebzul miktarda tüm yollarda bir arada görülebilir. Gündelik hayatımızda da bu üç dönemin (feodal, sanayi ve bilgi) 'yurdum insanı' diyerek kodladığımız reel karşılık hallerini her an görebilir ve de şaşırmayız. Gülümseriz sadece.
Çünkü Osmanlı da tipik bir feodal toplumu değildi. Ruhban sınıfı da, asiller de, Batılılar'ın anladığı anlamda köleler de yoktu. Dolayısıyla yeni gelen bir toplumsal sistemle tamamen kendine özgü koşullar içinde süregiden feodalizm arasında bir geçiş dönemi de olmadı. Her yenilik mevcudun içinde eskisinin yanı sıra ve ve birlikte yollara düştü. Buna karşılık İslami değerler tüm toplumsal yapılar içinde asırlar boyu varlığını sürdürdü ve farklı yaşam tarzları arasında da yapıştırıcı güç oldu.
Yeni Türkiye'nin, farklı toplumsal yapıların kendi başlarına ve diğerlerini reddederek gelişip serpilebileceği bir ülke değil tam tersine o farklılıklar arasındaki etkileşimin bir sonucu olarak Başbakan Davutoğlu'nun ifadesiyle 'Bir ülkenin bütün unsurlarıyla ayağa kalkması'nı sağlayacak güçte olması hedeflenmektedir. Bu büyük süreç modelinin yine Başbakan Davutoğlu'nun tespitleriyle iç siyasette öznesi 'vatandaş', dış siyasette öznesi 'Türkiye' olacaktır.
Gelecek tasarımının gerçeğe dönüşebilmesinde, hedeflere uzanan 'Yeni Türkiye' yolunda müptezelliğe varan sığ tekrarlara ve Türkiye'nin kendine has yolculuğunu Batı modernleşmesiyle eş değer görme endişesinin sonucu olan 'Demokrasiyle İslamiyet bir arada yürümez' isimli bitmeyen senfoniye dikkat edilmesi, bu dönemin liderliğini sarsılmaz bir şekilde üstlenmiş olan Sayın Cumhurbaşkanımızın ideallerinin gerçekleşmesi ve süreçlerin selameti açısından çok önemlidir.
Fransa'da sosyal demokrasi nerede çakılıyor?
Daha önce de söz etmişliğim vardır. Fransa'nın Dışişleri eski bakanlarından Dominique de Villepin ile İspanya eski Kültür Bakanlarından biri olup da, 'Benim yazarlarım' dediğim çok sınırlı listemde yerini almış bulunan Jorge Semprun'un karşılıklı yazışmalarından ortaya çıkmış 'Avrupa İnsanı' adlı o muhteşem kitapla günümüz Fransa'sından gelen haberlerin öz itibarı ile zerre kadar alâkasının kalmamış olduğunu biraz da hayretler içerisinde izliyoruz.
Sarkozy hakkında yeni yolsuzluk iddiaları ve diğer yanda da 'Yoksulları sevmeyen', onlardan 'dişsizler' diye söz ettiği ileri sürülen Hollande'a dair 'özel hayat' kaynaklı haberler, Fransız siyasetinde 'sosyal demokrasi'nin yerlerde sürünen itibarını daha da dibe vurdurmaya yetti de arttı bile. Sözünü ettiğimiz 'Avrupa İnsanı' adlı kitap, siyasal bir güç olan Avrupa ile piyasa Avrupası'nın birlikte ilerlemesi gerektiği tespitinden hareketle bu kıtaya 'insanlığın kolektif vicdanını oluşturma görevi' gibi olağanüstü bir misyon yüklüyorken, 2014 yılının Fransa'sında ve tam da 'değerler' meselesinde yere çakılan bir sosyal demokrasinin yansımalarını görmek hayli ilginç ve düşündürücü.
Düşündürücü çünkü, günümüz Paris'indeki siyaset magazininde yaşanan dekadans haberlerini izlemek, Batı'nın kavramlarıyla sürekli hesaplaşma ve tartışma platformu içinde olmak yerine oraya tam bir aidiyet duygusu içinde konuşup yazan entelijansiya mensuplarının suskunluklarına tanık olmakla eş anlamlı. Susmayanlar da şöyle konuşuyor zaten:
'Sarkozy de, Hollande da bu işleri ayağa düşürdü. Oysa Mitterand'ın evlilik dışı kızı Mazarine'den Fransız halkının, liderlerini toprağa verdikleri gün haberi olmuştu...'
Biri müptezellik ve diğeri de hatları keskin, bu nedenle etkileşime izin vermeyen bir ideolojik şablona uydurabilmek isteğiyle savunulagelen 'Demokrasiyle İslamiyetin buluşmayacağı' yolundaki iddialardır.
Önce ilkinden başlayalım: Siyasi iletişimin en büyük düşmanlarından biri olan 'müptezellik'ten korunabilmek, uluslararası PR dünyasının keşfi diyebileceğimiz o muhteşem 'İçerik kraldır' (Content is the king) söyleminin gerçeğe dönüşmesiyle mümkün. 'Yeni Türkiye'nin sığ bir konumlandırma içinde dillere pelesenk edilmesi, bu sürece yapılabilecek en büyük ihanetlerden biridir. İçeriğiniz sağlamsa, hedef kitlenin talep ve beklentilerinin süreçler tarafından karşılanacağı vaadini içinde barındırıyorsa, Sayın Bahçeli'nin 'Yeni Türkiye Erdoğan despotizmidir' şeklindeki ifadesinde ortaya konduğu gibi 'o dedi, bu dedi' muhabbetlerinden olumsuz etkilenmeden mecraında akan nehir gibi sorunsuzca yolunu bulur.
İkinci tehlikeye gelince...
Demokrasiyle İslamiyetin bir arada düşünülemeyeceğini iddia edenler, 2002 yılının 3 Kasım'ından bu yana büyük emeklerle gelinen yolda, gelecek tasarımı çerçevesinde karşımıza çıkan 'Yeni Türkiye'ye verecekleri hasarın ne kadar farkındadırlar bilemeyiz. İslami değerler zemini üzerinde hem feodal tarım toplumu, hem sanayi ve hem de bilgi toplumuna ait özelliklerin aynı anda bir arada bulunabildiğini ve demokrasinin de, liberalizmin de Batı'ya özgü süreçlerle alâkası olmayan, tamamen Türkiye'ye has koşullar içinde var olabildiklerini düşündüğümüzde bu etkileşimin bizi diğer ülkelerden ayıran en temel farklılığımız olduğunu da gözden kaçırmayalım.
Üniversite eğitimi için İsviçre'de bulunduğum altmışlı yıllardan hatırlıyorum; örneğin Avusturya'daki Kaiserlich Königliche Universität Wien (İmparatorluk ve Krallık Üniversitesi)'nde hukuk alanında doktora tezi hâlâ Latince veriliyordu. Bu küçük örnekte olduğu gibi Batı'da kısmen de olsa çeşitli alanlarda feodalitenin izlerine rastlamak mümkün olurdu. Ancak Batı'da feodal, sanayi ve bilgi toplumları arasındaki yumuşak geçişlerle her dönemin kendi içinde tamamlandığı ve iş ya da eğitim dünyasında kurumsallaşmanın yeni dönemin kültür ve teknolojisiyle hemhal olarak insan hayatına usturupluca dahil olduğu bilinir.
Batı'da feodal dönemin izlerine sadece filmlerde ve kitaplarda rastlarsınız. (Batı'da şapka, yazı ya da harf devrimi yapıldı mı? Yapılmaz çünkü her toplumsal dönem tamamlanıncaya kadar tüm unsurlarıyla yaşar; sonra yerini bir geçiş dönemiyle yenisine terk eder.) Bizde böyle olmaz. Bizde tarım ya da sanayi veya bilgi toplumlarının ayak izleri tüm ülkede mebzul miktarda tüm yollarda bir arada görülebilir. Gündelik hayatımızda da bu üç dönemin (feodal, sanayi ve bilgi) 'yurdum insanı' diyerek kodladığımız reel karşılık hallerini her an görebilir ve de şaşırmayız. Gülümseriz sadece.
Çünkü Osmanlı da tipik bir feodal toplumu değildi. Ruhban sınıfı da, asiller de, Batılılar'ın anladığı anlamda köleler de yoktu. Dolayısıyla yeni gelen bir toplumsal sistemle tamamen kendine özgü koşullar içinde süregiden feodalizm arasında bir geçiş dönemi de olmadı. Her yenilik mevcudun içinde eskisinin yanı sıra ve ve birlikte yollara düştü. Buna karşılık İslami değerler tüm toplumsal yapılar içinde asırlar boyu varlığını sürdürdü ve farklı yaşam tarzları arasında da yapıştırıcı güç oldu.
Yeni Türkiye'nin, farklı toplumsal yapıların kendi başlarına ve diğerlerini reddederek gelişip serpilebileceği bir ülke değil tam tersine o farklılıklar arasındaki etkileşimin bir sonucu olarak Başbakan Davutoğlu'nun ifadesiyle 'Bir ülkenin bütün unsurlarıyla ayağa kalkması'nı sağlayacak güçte olması hedeflenmektedir. Bu büyük süreç modelinin yine Başbakan Davutoğlu'nun tespitleriyle iç siyasette öznesi 'vatandaş', dış siyasette öznesi 'Türkiye' olacaktır.
Gelecek tasarımının gerçeğe dönüşebilmesinde, hedeflere uzanan 'Yeni Türkiye' yolunda müptezelliğe varan sığ tekrarlara ve Türkiye'nin kendine has yolculuğunu Batı modernleşmesiyle eş değer görme endişesinin sonucu olan 'Demokrasiyle İslamiyet bir arada yürümez' isimli bitmeyen senfoniye dikkat edilmesi, bu dönemin liderliğini sarsılmaz bir şekilde üstlenmiş olan Sayın Cumhurbaşkanımızın ideallerinin gerçekleşmesi ve süreçlerin selameti açısından çok önemlidir.
Fransa'da sosyal demokrasi nerede çakılıyor?
Daha önce de söz etmişliğim vardır. Fransa'nın Dışişleri eski bakanlarından Dominique de Villepin ile İspanya eski Kültür Bakanlarından biri olup da, 'Benim yazarlarım' dediğim çok sınırlı listemde yerini almış bulunan Jorge Semprun'un karşılıklı yazışmalarından ortaya çıkmış 'Avrupa İnsanı' adlı o muhteşem kitapla günümüz Fransa'sından gelen haberlerin öz itibarı ile zerre kadar alâkasının kalmamış olduğunu biraz da hayretler içerisinde izliyoruz.
Sarkozy hakkında yeni yolsuzluk iddiaları ve diğer yanda da 'Yoksulları sevmeyen', onlardan 'dişsizler' diye söz ettiği ileri sürülen Hollande'a dair 'özel hayat' kaynaklı haberler, Fransız siyasetinde 'sosyal demokrasi'nin yerlerde sürünen itibarını daha da dibe vurdurmaya yetti de arttı bile. Sözünü ettiğimiz 'Avrupa İnsanı' adlı kitap, siyasal bir güç olan Avrupa ile piyasa Avrupası'nın birlikte ilerlemesi gerektiği tespitinden hareketle bu kıtaya 'insanlığın kolektif vicdanını oluşturma görevi' gibi olağanüstü bir misyon yüklüyorken, 2014 yılının Fransa'sında ve tam da 'değerler' meselesinde yere çakılan bir sosyal demokrasinin yansımalarını görmek hayli ilginç ve düşündürücü.
Düşündürücü çünkü, günümüz Paris'indeki siyaset magazininde yaşanan dekadans haberlerini izlemek, Batı'nın kavramlarıyla sürekli hesaplaşma ve tartışma platformu içinde olmak yerine oraya tam bir aidiyet duygusu içinde konuşup yazan entelijansiya mensuplarının suskunluklarına tanık olmakla eş anlamlı. Susmayanlar da şöyle konuşuyor zaten:
'Sarkozy de, Hollande da bu işleri ayağa düşürdü. Oysa Mitterand'ın evlilik dışı kızı Mazarine'den Fransız halkının, liderlerini toprağa verdikleri gün haberi olmuştu...'