5 ‘Musibet’ üzerine 5 Reklam filmi
26 EKİM 2003
Bazı reklamlar sadece bir ürün ve hizmeti satın alma kararını etkilemeye yaramazlar. Verdikleri mesajlarla bir anda kendi gündemlerini kendileri yaratırlar.
Son günlerde izlediğim bu tür beş reklam var: Akbank, Garanti Emeklilik, Sana, Tansaş ve Turkcell...
Bu markalar son haftalarda ‘5 değişik (bizce) musibet’ konusuna değiniyorlar: Sıradanlık, Sağlıksız yaşamak, sağlıksız yemek, israf ve tembellik...
Akbank reklamında ‘standartlar’ adı altında yaşamın tekdüzeliğine karşı çıkış var. Çocuk yaştan başlayarak etrafımızı saran sıradanlık, müthiş bir şiirsellikle anlatılıyor. Finalde Akbank’ın tüm bu sıradanlıkları yaşamımızdan atmamızı sağlayacak tek çözümmüş gibi sunulmasını bazılarımız abartılı bulabilir. Ama içimizden ciddi miktarda izleyiciye “Yahu benim hayatım nasıl acaba?” diye düşündürdüğü tartışılmaz...
Garanti Emeklilik ise Osman Müftüoğlu’nun TV programına ve sağlık sayfasına destek vererek yürüttüğü “İkinci Bahar” kampanyasında, hayli farklı bir mesajı işliyor: “Sen hele kendi yaşamını adam gibi sağlıklı yönetmeyi öğren, ben senin emeklilikte para işlerini hallederim!” Onun da değindiği, yaşamımızdaki bir başka ‘musibet’: Sağlığı bozuk para gibi harcamak!
Sana’ya gelince o cânım yemek yeme alışkanlıklarımızın zaman içinde yok olup gitmesine, doğallığın yerini yapaylığın almasına dikkat çekiyor... İçinde meyve olmayan sentetik meyve (!) suları, içinde kakao olmayan çikolatalar, her şeyi içeren beslenme hapları vs... Bir yandan sağlıklı beslenme, biyolojik ürünlere kısmi talep artarken, öte yandan kitle iletişim araçlarıyla dengesiz ve sentetik beslenme çok daha baskın bir hızla yaygınlaştırılmıyor mu?..
Tansaş ise, son kampanyasında bilinçsizce yapılan alış-verişe ve israfa karşı çıkıyor. Hani normalde tüketimi körüklemesi gerekir ya... Tam tersini yapıyor. Basında çıkan haberlere bakılırsa da son bir sene içinde bu ‘ters köşe’ tavırlarıyla (Tüketici hakları vs.) hayli başarılı oldular.
Turkcell, Kadir Çöpdemir’in (‘Ekmek Teknesi’nden Kirli) ve Raga Oktay’ın (Celo) oynadığı film ile başka çarpıcı bir konuyu beyinlerde gündeme getiriyor: Tembellik... Yine Bertolt Brecht’i anımsamadan geçemedim. ‘7 Ölümcül Günah” adlı oyunda Brecht,“Her türlü ‘yük’ün başlangıcı tembelliktir” diyor...
Radyo ve bazı düzeyi tartışılır TV programlarından hatırladığım Çöpdemir’in bundan sonraki kariyeri artık belli: Türkiye’nin en başarılı karakter oyuncularından biri olacak... Hem TV dizisinde hem de bu reklam filminde harikalar yaratıyor...
Yukarıda sözünü ettiğim kampanyaların özellikle TV reklamlarında bazı oyunuculuk tarzları, bir takım teknik yapım yanlışları, bu işten iyi anladığını zannedenleri ciddi miktarda rahatsız etmiş olabilir. Benim dikkatimi çeken başka bir şey: Ülkemizin 5 önemli markasının aynı anda 5 değişik toplumsal sorunu gündeme getirmesi ve bunu yaparken kendi markalarıyla bu konuları başarıyla ilişkilendirmeleri. Toplumun duyarlı olduğu noktalara dokunmak, bam tellerini tıngırdatmak reklam dünyasında bir taşla birkaç kuş vurmaya yarayabiliyor...
Bir ‘Popstar ile Evlenmek İstiyorum’…
Şu sıra yüksek izlenme oranlarına erişen iki TV programını büyük bir merak ve araştırmacı gözle izlemeye çalışıyorum. Biri, ‘Popstar’, diğeri ‘Evlenmek istiyorum’…
İletişimciyiz ya… Merak ediyoruz bu programları kim niye beğeniyor diye… Kimin kimle aşna fişne olduğunu, ya da olmadığını anlatan Paparazzi programlarını da aynı ciddiyetle izlemeye çalışırım. Çıkarılacak çok ders vardır.
İşte çıkardığım bazı dersler:
Ben, toplumun değerleriyle buluşmayan hiçbir iletişim faaliyetinin başarıya ulaşamayacağını düşünürdüm. Oysa bunlar halkın ortak değerler sisteminin semtine bile uğramıyorlar. Ve buna rağmen reyting rekorları kırıyorlar. Demek ki, Amerikan TV sisteminin temel taşlarından biri olan ‘love to hate’ (Nefret etmeyi sevmek) ülkemize de bir güzel yerleştirilmiş…
Hoş, bunların karşısında değerler sitemimizle tamamen çakışan, Süper Baba, Perihan Abla, Şehnaz Tango, İkinci Bahar, 7 Tepe İstanbul, Ekmek Teknesi, Çocuklar Duymasın, Asmalı Konak, gibi yapımlar da büyük iş yapmıştı. Ama dedim ya, o doğal olan. Beni öteki uç ilgilendiriyor, yani kültürel ‘transformasyonun’ (dönüşüm) nereye kadar gideceği…
İlk şaşkınlıklarımdan birini, 4 yıl önce yaptırdığımız bir araştırmada yaşamıştım. O sıra iktidarı paylaşmakta olan Refah Partisi’ne oy verenlere ‘En çok hangi TV kanalını izlediklerini’ sormuştuk. Hangi kanal çıkmıştı biliyor musunuz? Reha Muhtar’lı Show TV!..
İkinci çıkardığım ders, sorulduğunda inkâr etseler de fikren gelişmiş pek çok kişinin deli gibi bu programları izledikleri… Anketlerde bunun tersi de çıkar. Sabah gazetesi için yapılan bir araştırmaya göre ülkemiz gazete okurlarının büyük çoğunluğu ayda 5-10 kitap okuyor ve en az 2-3 defa tiyatroya gidiyordu… İyi mi?..
Dedim ya doğru dürüst iletişimci olabilmek için yiyeceğim çok fırın ekmek, gideceğim çok uzun yol, öğreneceğim çok şey var…
Asmalı Konak markası tehlikede
Son yılın popüler kültür olayı neydi? Bana sorarsanız tereddütsüz “Asmalı Konak” derim. Her ne kadar bazı arkadaşlarla izleyici sayısının Vizyontele’ninkini geçemeyeceğine dair iddiaya girmiş olsam da, bu dizi ve filmin bir ‘hadise’ olduğunu kabul etmemek için ciddi zekâ özürlü olmak gerekir.
“Asmalı Konak” bir marka olma yolunda da hızla ilerlemektedir. ‘Asmalı Konak’ markalı pek çok yan ürün alıcı buluyor. Yakında romanı, hatta çizgi romanı yayınlanırsa hiç şaşmam.
Bir markanın pek çok taşıyıcısı vardır. En önemli taşıyıcısı ise o markayı üretenler, satanlardır. Örneğin bir Arçelik, Vestel çalışanının, markası ile ilgili çevresine takındığı tutum, o markanın gücünün en önemli göstergisidir.
Bizce bu çerçevede markanın sahibi Abdullah Oğuz’un zafer çığlıklarına artık kulağını tıkayıp biraz da dönüp dizide görev almış star ve starletleri fikrî düzeyde birarada tutmaya çalışması gerekir. Bunun için Digitürk’deki Hallmark kanalında sık sık yayınlanan ‘perde arkası’ programları izlemekte yarar var. Bakın orada oyuncular ve esere emek vermiş diğer elemanlar nasıl konuşuyor. Bu kişileri medya önünde de başka türlü konuşturmazsınız. Konuşurlarsa, skandal olur…
Son birkaç haftadaki açıklamalara bakılırsa, marka sahibinin ‘çan çalma’ zamanın çoktan gelmiş olduğu görülüyor. İşte Selda Alkor: “Sümbül ön plana çıkabilirdi. 54 bölümlük Asmakı Konak olmasaydı bu teklifi kabul etmezdim. Rolümü az bulurdum.”(Sabah, 18 Ekim); Nurgül Yeşilçay:”Ben mutlu sonları sevmiyorum. Bence ölmeliydim!” (Hürriyet, 17 Ekim); İpek Tuzcuoğlu:”Bence bu filme hüzünlü son yakışırdı. Bahar ölebilirdi!”(DB Tercüman, 19 Ekim); Ege Aydan: “Dizinin müziğini filmde görmek isterdim. Tek üzüntüm bu oldu!” (DB Tercüman, 19 Ekim)…
Şimdi buna benzer görüşlerin herhangi bir ürünle ilgili Arçelik ve Vestel üst düzey yöneticileri tarafından dile getirildiğini düşünün…
‘Sevgi’nin Diviti’ ölümsüzleşti
14 Eylül Pazar günü, yani Vehbi Koç’un ortanca kızı Sevgi Gönül Hanım’ın vefatından bir gün sonra bu köşede Sevgi Hanım’ı rahmetle anmış ve yazıyı şu cümle ile noktalamışız: “Şimdi Vehbi Koç Vakfı’na düşen, o yazılara sahip çıkmak ve onları gazete sayfalarının arasına hapsolmuşluktan kurtarıp hakettikleri kalıcılığa kavuşturmaktır. Hem de işi zamana yaymadan. Örneğin, Sevgi Hanım’ın 40’ı çıkmadan.”
İlahî bir rastlantı mıdır, yoksa kaderin oyunu mu bilinmez... 23 Ekim günü, aslında bir yıldır nadiren uğradığım Koç Holding’in Nakkaştepe’deki merkezinde Topluluğun Başkanlar’ından Hasan Bengü Bey’in odasında sohbet ediyorduk. Birden gözüm masanın üstünde duran nefis bir kitaba takıldı. İtina ile elime alıp inceledim. Kitabın adı birden aklımı başıma getirdi: “Sevgi’nin Diviti”… Hasan Bey de fırsatı hiç kaçırmadı:
“Bugün Sevgi Gönül Hanım’ın vefatının tam 40’ıncı günü, Ali Bey… Ve gördüğünüz gibi kitap hazır!...”
Hem de ne hazırdı kitap. Murat Bardakçı hazırlanmasına destek olmuş bir de önsöz yazmış. Sevgi Hanım’ın Hürriyet’de yayınlanmış en hoş yazıları biraraya toplanmış. Baş sayfalarda, Semahat Arsel, Rahmi M. Koç, Suna Kıraç, Ömer M. Koç’un son derece dokunaklı yazıları var. İnsana “Devler de insandır” dedirten, gönül tellerini yerinden oynatan türden… Kitabın son bölümü ise Sevgi Gönül biyografisine ve onun hayatından kesitleri gösteren fotoğraflara ayrılmış. Emeği geçen herkesin ellerine sağlık. Koç Topluluğu’na ve Vehbi Koç Vakfı’na da bu vefa duygusu yakışırdı zaten… Kitap az sayıda basılmış ve Vehbi Koç Vakfı tarafından dağıtılacakmış.
Gazetecileri taciz etmeye gerek yok!
Eczacıbaşı kurumsal itibarını büyük başarı ile yöneten kuruluşlardan biridir. Kuruluşlarının doğum günlerini bir halkla ilişkiler fırsatı olarak görürüler ve bu vesileyi gayet başarılı bir şekilde beğeni ve bilinirliklerini artırmaya tahvil ederler.
Eczacıbaşı Menkul Değerler’in 20’inci yılını da aynı anlayışla kutladılar. “Ne var bunda?” diyeceksiniz… Buraya kadar pek bir şey yok… Bundan sonrası için soru şu: Her kuruluşun bu ve benzeri ‘mutlu günleri’ var. Hepsi böyle haber olmuyor basında… Neden?..
Öteki kuruluşları sevmiyor mu basın? Yoksa öteki kuruluşların basında ‘arkadaşları olan’ halkla ilişkiler müdürleri, medya ile sıkı fıkı ilişkiler kuran PR şirketleri mi yok? Tabii ki hiçbiri değil. Buradaki kritik nokta, haber olacak PR projesini yakalamakta.
Ünlü ekonomist ve New York Times’ın köşe yazarı Paul Krugman’ı bir konferans için getirebilirsen. Yani bunu akıl etmeyi ve bu projeye kaynak aktarmayı başarırsan, yani iletişimi bir sarf kalemi olarak değil bir yatırım kalemi olarak görürsen, o zaman gazeteci görevi icabı kalkır gelir ve aslanlar gibi haberini yapar… O zaman ne medyanın zaten illallah dediği ahpap çavuşluk ilişikilerini zorlamaya ihtiyaç kalır, ne de gazetecileri “Faksımızı aldınız mı, haberimizi yapacak mısınız” diye taciz etmeye…
Eczacıbaşı’nı ve bu PR projesini düşünüp yönetmiş olan PR’cıları kutluyorum…
‘Anne sütü’ kampanyasına haksızlık etmişiz…
Geçen hafta ‘Bebek olacağım geldi’ başlığı ile bu sayfada yer alan yazımızda Sağlık Bakanlığı, UNICEF ve Turkuaz’ın birlikte yürüttükleri ‘anne sütünün önemini’ vurgulayan kampanyadan söz etmiştik. Bu ortak çalışmayı yürüten kuruluşların hiçbirinin web sitesinde ayrıntlı bilgi bulamadığımızdan yakınmış, ayrıca ‘Nerede bunun TV reklamları?’ diye sormuştuk.
İşte o yazımıza tepki aldık. Projenin sahibi kuruluşlardan mı? Hayır. Bizim şirkette çalışan arkadaşlardan geldi tepki: “Ali Bey, bir iki kanalda gösterdikleri bir tanıtım filmi var. Atlamışsınız!” dediler… Özür diler. Düzeltiriz… Bu arada proje sahibi kuruluşlardan hâlâ ‘tık’ olmadığını da belirtmeden geçmeyelim…
“Farklılaş Ya Da Öl!”
Bir dijital kamera almaya kalkın. Yandınız… Başınız döner. Hangisi daha iyi diye yüzlerce örnek arasında gidip gelirsiniz. Aynı teknik özelliklere sahip hangi bilgisayar, hangi otomobil daha iyidir? Ya deterjanlardan hangisi daha beyaz yıkar?…
5 yıldızlı otellere ne demeli? Adı üstünde hepsi ‘5 yıldızlı’, yani standart. Yani hepsinde aynı kalitede hizmet ve maddi koşullar var.
Günümüzde, satın alma kararlarında maddi özellikler birinci dereceden rol oynamıyorsa, pekiyi ne rol oynuyor? Ürün ve hizmetinizi rekabetten nasıl farklılaştıracak ve satacaksınız?...
Bugünlerde tüm pazarlama ve stratejik iletişim uzmanlarının çözüm aradığı soru bu. Nasıl farklılaşacaksın ve bunu nasıl sürdüreceksin?..
Kolay iş değil. Örneğin, SABAH gazetesi üst yönetimi bu değişim süreci için hedef olarak 3 yılı seçmiş. IBM’in farklılaşma stratejisini oturtması için 5 yılın geçmesi gerekmişti.
Management Center Türkiye (MCT), 4. Pazarlama Zirvesi’nin içeriğini bu sorunun yanıtını aramak üzere oluşturmuş. Zirvenin adı: Sürdürülebilir Farklılaşma! Çok sayıda yabancı ve yerli uzmanın katılacağı etkinlik, 10-11 Aralık’da Grand Cevahir Oteli Kongre Merkezi’nde. Sponsorları: Ak Emeklilik, Siemens Mobile, Teknoloji, Edding, Barem Research, CMC, Kültür AŞ… Şu anda kayıt yaptırmış kişi sayısı 400… Nerdeyse hiç reklam yapmadan 2 ay öncesinden salonun dörtte üçü dolmuş. Bilginin güç haline henüz tam anlamıyla gelemediği ülkemiz için iyi işaretler.
Ülkemizde bazılarının farklılaşmak için hâlâ sığındığı ‘imaj değiştirme’ taktiğinin ne kadar demode kaldığını anlamak için, iletişimle ilgilenen herkesin (kim ilgilenmiyor ki) katılamasa bile zirvenin belgelerini MCT’den edinmesinde yarar var.
Son günlerde izlediğim bu tür beş reklam var: Akbank, Garanti Emeklilik, Sana, Tansaş ve Turkcell...
Bu markalar son haftalarda ‘5 değişik (bizce) musibet’ konusuna değiniyorlar: Sıradanlık, Sağlıksız yaşamak, sağlıksız yemek, israf ve tembellik...
Akbank reklamında ‘standartlar’ adı altında yaşamın tekdüzeliğine karşı çıkış var. Çocuk yaştan başlayarak etrafımızı saran sıradanlık, müthiş bir şiirsellikle anlatılıyor. Finalde Akbank’ın tüm bu sıradanlıkları yaşamımızdan atmamızı sağlayacak tek çözümmüş gibi sunulmasını bazılarımız abartılı bulabilir. Ama içimizden ciddi miktarda izleyiciye “Yahu benim hayatım nasıl acaba?” diye düşündürdüğü tartışılmaz...
Garanti Emeklilik ise Osman Müftüoğlu’nun TV programına ve sağlık sayfasına destek vererek yürüttüğü “İkinci Bahar” kampanyasında, hayli farklı bir mesajı işliyor: “Sen hele kendi yaşamını adam gibi sağlıklı yönetmeyi öğren, ben senin emeklilikte para işlerini hallederim!” Onun da değindiği, yaşamımızdaki bir başka ‘musibet’: Sağlığı bozuk para gibi harcamak!
Sana’ya gelince o cânım yemek yeme alışkanlıklarımızın zaman içinde yok olup gitmesine, doğallığın yerini yapaylığın almasına dikkat çekiyor... İçinde meyve olmayan sentetik meyve (!) suları, içinde kakao olmayan çikolatalar, her şeyi içeren beslenme hapları vs... Bir yandan sağlıklı beslenme, biyolojik ürünlere kısmi talep artarken, öte yandan kitle iletişim araçlarıyla dengesiz ve sentetik beslenme çok daha baskın bir hızla yaygınlaştırılmıyor mu?..
Tansaş ise, son kampanyasında bilinçsizce yapılan alış-verişe ve israfa karşı çıkıyor. Hani normalde tüketimi körüklemesi gerekir ya... Tam tersini yapıyor. Basında çıkan haberlere bakılırsa da son bir sene içinde bu ‘ters köşe’ tavırlarıyla (Tüketici hakları vs.) hayli başarılı oldular.
Turkcell, Kadir Çöpdemir’in (‘Ekmek Teknesi’nden Kirli) ve Raga Oktay’ın (Celo) oynadığı film ile başka çarpıcı bir konuyu beyinlerde gündeme getiriyor: Tembellik... Yine Bertolt Brecht’i anımsamadan geçemedim. ‘7 Ölümcül Günah” adlı oyunda Brecht,“Her türlü ‘yük’ün başlangıcı tembelliktir” diyor...
Radyo ve bazı düzeyi tartışılır TV programlarından hatırladığım Çöpdemir’in bundan sonraki kariyeri artık belli: Türkiye’nin en başarılı karakter oyuncularından biri olacak... Hem TV dizisinde hem de bu reklam filminde harikalar yaratıyor...
Yukarıda sözünü ettiğim kampanyaların özellikle TV reklamlarında bazı oyunuculuk tarzları, bir takım teknik yapım yanlışları, bu işten iyi anladığını zannedenleri ciddi miktarda rahatsız etmiş olabilir. Benim dikkatimi çeken başka bir şey: Ülkemizin 5 önemli markasının aynı anda 5 değişik toplumsal sorunu gündeme getirmesi ve bunu yaparken kendi markalarıyla bu konuları başarıyla ilişkilendirmeleri. Toplumun duyarlı olduğu noktalara dokunmak, bam tellerini tıngırdatmak reklam dünyasında bir taşla birkaç kuş vurmaya yarayabiliyor...
Bir ‘Popstar ile Evlenmek İstiyorum’…
Şu sıra yüksek izlenme oranlarına erişen iki TV programını büyük bir merak ve araştırmacı gözle izlemeye çalışıyorum. Biri, ‘Popstar’, diğeri ‘Evlenmek istiyorum’…
İletişimciyiz ya… Merak ediyoruz bu programları kim niye beğeniyor diye… Kimin kimle aşna fişne olduğunu, ya da olmadığını anlatan Paparazzi programlarını da aynı ciddiyetle izlemeye çalışırım. Çıkarılacak çok ders vardır.
İşte çıkardığım bazı dersler:
Ben, toplumun değerleriyle buluşmayan hiçbir iletişim faaliyetinin başarıya ulaşamayacağını düşünürdüm. Oysa bunlar halkın ortak değerler sisteminin semtine bile uğramıyorlar. Ve buna rağmen reyting rekorları kırıyorlar. Demek ki, Amerikan TV sisteminin temel taşlarından biri olan ‘love to hate’ (Nefret etmeyi sevmek) ülkemize de bir güzel yerleştirilmiş…
Hoş, bunların karşısında değerler sitemimizle tamamen çakışan, Süper Baba, Perihan Abla, Şehnaz Tango, İkinci Bahar, 7 Tepe İstanbul, Ekmek Teknesi, Çocuklar Duymasın, Asmalı Konak, gibi yapımlar da büyük iş yapmıştı. Ama dedim ya, o doğal olan. Beni öteki uç ilgilendiriyor, yani kültürel ‘transformasyonun’ (dönüşüm) nereye kadar gideceği…
İlk şaşkınlıklarımdan birini, 4 yıl önce yaptırdığımız bir araştırmada yaşamıştım. O sıra iktidarı paylaşmakta olan Refah Partisi’ne oy verenlere ‘En çok hangi TV kanalını izlediklerini’ sormuştuk. Hangi kanal çıkmıştı biliyor musunuz? Reha Muhtar’lı Show TV!..
İkinci çıkardığım ders, sorulduğunda inkâr etseler de fikren gelişmiş pek çok kişinin deli gibi bu programları izledikleri… Anketlerde bunun tersi de çıkar. Sabah gazetesi için yapılan bir araştırmaya göre ülkemiz gazete okurlarının büyük çoğunluğu ayda 5-10 kitap okuyor ve en az 2-3 defa tiyatroya gidiyordu… İyi mi?..
Dedim ya doğru dürüst iletişimci olabilmek için yiyeceğim çok fırın ekmek, gideceğim çok uzun yol, öğreneceğim çok şey var…
Asmalı Konak markası tehlikede
Son yılın popüler kültür olayı neydi? Bana sorarsanız tereddütsüz “Asmalı Konak” derim. Her ne kadar bazı arkadaşlarla izleyici sayısının Vizyontele’ninkini geçemeyeceğine dair iddiaya girmiş olsam da, bu dizi ve filmin bir ‘hadise’ olduğunu kabul etmemek için ciddi zekâ özürlü olmak gerekir.
“Asmalı Konak” bir marka olma yolunda da hızla ilerlemektedir. ‘Asmalı Konak’ markalı pek çok yan ürün alıcı buluyor. Yakında romanı, hatta çizgi romanı yayınlanırsa hiç şaşmam.
Bir markanın pek çok taşıyıcısı vardır. En önemli taşıyıcısı ise o markayı üretenler, satanlardır. Örneğin bir Arçelik, Vestel çalışanının, markası ile ilgili çevresine takındığı tutum, o markanın gücünün en önemli göstergisidir.
Bizce bu çerçevede markanın sahibi Abdullah Oğuz’un zafer çığlıklarına artık kulağını tıkayıp biraz da dönüp dizide görev almış star ve starletleri fikrî düzeyde birarada tutmaya çalışması gerekir. Bunun için Digitürk’deki Hallmark kanalında sık sık yayınlanan ‘perde arkası’ programları izlemekte yarar var. Bakın orada oyuncular ve esere emek vermiş diğer elemanlar nasıl konuşuyor. Bu kişileri medya önünde de başka türlü konuşturmazsınız. Konuşurlarsa, skandal olur…
Son birkaç haftadaki açıklamalara bakılırsa, marka sahibinin ‘çan çalma’ zamanın çoktan gelmiş olduğu görülüyor. İşte Selda Alkor: “Sümbül ön plana çıkabilirdi. 54 bölümlük Asmakı Konak olmasaydı bu teklifi kabul etmezdim. Rolümü az bulurdum.”(Sabah, 18 Ekim); Nurgül Yeşilçay:”Ben mutlu sonları sevmiyorum. Bence ölmeliydim!” (Hürriyet, 17 Ekim); İpek Tuzcuoğlu:”Bence bu filme hüzünlü son yakışırdı. Bahar ölebilirdi!”(DB Tercüman, 19 Ekim); Ege Aydan: “Dizinin müziğini filmde görmek isterdim. Tek üzüntüm bu oldu!” (DB Tercüman, 19 Ekim)…
Şimdi buna benzer görüşlerin herhangi bir ürünle ilgili Arçelik ve Vestel üst düzey yöneticileri tarafından dile getirildiğini düşünün…
‘Sevgi’nin Diviti’ ölümsüzleşti
14 Eylül Pazar günü, yani Vehbi Koç’un ortanca kızı Sevgi Gönül Hanım’ın vefatından bir gün sonra bu köşede Sevgi Hanım’ı rahmetle anmış ve yazıyı şu cümle ile noktalamışız: “Şimdi Vehbi Koç Vakfı’na düşen, o yazılara sahip çıkmak ve onları gazete sayfalarının arasına hapsolmuşluktan kurtarıp hakettikleri kalıcılığa kavuşturmaktır. Hem de işi zamana yaymadan. Örneğin, Sevgi Hanım’ın 40’ı çıkmadan.”
İlahî bir rastlantı mıdır, yoksa kaderin oyunu mu bilinmez... 23 Ekim günü, aslında bir yıldır nadiren uğradığım Koç Holding’in Nakkaştepe’deki merkezinde Topluluğun Başkanlar’ından Hasan Bengü Bey’in odasında sohbet ediyorduk. Birden gözüm masanın üstünde duran nefis bir kitaba takıldı. İtina ile elime alıp inceledim. Kitabın adı birden aklımı başıma getirdi: “Sevgi’nin Diviti”… Hasan Bey de fırsatı hiç kaçırmadı:
“Bugün Sevgi Gönül Hanım’ın vefatının tam 40’ıncı günü, Ali Bey… Ve gördüğünüz gibi kitap hazır!...”
Hem de ne hazırdı kitap. Murat Bardakçı hazırlanmasına destek olmuş bir de önsöz yazmış. Sevgi Hanım’ın Hürriyet’de yayınlanmış en hoş yazıları biraraya toplanmış. Baş sayfalarda, Semahat Arsel, Rahmi M. Koç, Suna Kıraç, Ömer M. Koç’un son derece dokunaklı yazıları var. İnsana “Devler de insandır” dedirten, gönül tellerini yerinden oynatan türden… Kitabın son bölümü ise Sevgi Gönül biyografisine ve onun hayatından kesitleri gösteren fotoğraflara ayrılmış. Emeği geçen herkesin ellerine sağlık. Koç Topluluğu’na ve Vehbi Koç Vakfı’na da bu vefa duygusu yakışırdı zaten… Kitap az sayıda basılmış ve Vehbi Koç Vakfı tarafından dağıtılacakmış.
Gazetecileri taciz etmeye gerek yok!
Eczacıbaşı kurumsal itibarını büyük başarı ile yöneten kuruluşlardan biridir. Kuruluşlarının doğum günlerini bir halkla ilişkiler fırsatı olarak görürüler ve bu vesileyi gayet başarılı bir şekilde beğeni ve bilinirliklerini artırmaya tahvil ederler.
Eczacıbaşı Menkul Değerler’in 20’inci yılını da aynı anlayışla kutladılar. “Ne var bunda?” diyeceksiniz… Buraya kadar pek bir şey yok… Bundan sonrası için soru şu: Her kuruluşun bu ve benzeri ‘mutlu günleri’ var. Hepsi böyle haber olmuyor basında… Neden?..
Öteki kuruluşları sevmiyor mu basın? Yoksa öteki kuruluşların basında ‘arkadaşları olan’ halkla ilişkiler müdürleri, medya ile sıkı fıkı ilişkiler kuran PR şirketleri mi yok? Tabii ki hiçbiri değil. Buradaki kritik nokta, haber olacak PR projesini yakalamakta.
Ünlü ekonomist ve New York Times’ın köşe yazarı Paul Krugman’ı bir konferans için getirebilirsen. Yani bunu akıl etmeyi ve bu projeye kaynak aktarmayı başarırsan, yani iletişimi bir sarf kalemi olarak değil bir yatırım kalemi olarak görürsen, o zaman gazeteci görevi icabı kalkır gelir ve aslanlar gibi haberini yapar… O zaman ne medyanın zaten illallah dediği ahpap çavuşluk ilişikilerini zorlamaya ihtiyaç kalır, ne de gazetecileri “Faksımızı aldınız mı, haberimizi yapacak mısınız” diye taciz etmeye…
Eczacıbaşı’nı ve bu PR projesini düşünüp yönetmiş olan PR’cıları kutluyorum…
‘Anne sütü’ kampanyasına haksızlık etmişiz…
Geçen hafta ‘Bebek olacağım geldi’ başlığı ile bu sayfada yer alan yazımızda Sağlık Bakanlığı, UNICEF ve Turkuaz’ın birlikte yürüttükleri ‘anne sütünün önemini’ vurgulayan kampanyadan söz etmiştik. Bu ortak çalışmayı yürüten kuruluşların hiçbirinin web sitesinde ayrıntlı bilgi bulamadığımızdan yakınmış, ayrıca ‘Nerede bunun TV reklamları?’ diye sormuştuk.
İşte o yazımıza tepki aldık. Projenin sahibi kuruluşlardan mı? Hayır. Bizim şirkette çalışan arkadaşlardan geldi tepki: “Ali Bey, bir iki kanalda gösterdikleri bir tanıtım filmi var. Atlamışsınız!” dediler… Özür diler. Düzeltiriz… Bu arada proje sahibi kuruluşlardan hâlâ ‘tık’ olmadığını da belirtmeden geçmeyelim…
“Farklılaş Ya Da Öl!”
Bir dijital kamera almaya kalkın. Yandınız… Başınız döner. Hangisi daha iyi diye yüzlerce örnek arasında gidip gelirsiniz. Aynı teknik özelliklere sahip hangi bilgisayar, hangi otomobil daha iyidir? Ya deterjanlardan hangisi daha beyaz yıkar?…
5 yıldızlı otellere ne demeli? Adı üstünde hepsi ‘5 yıldızlı’, yani standart. Yani hepsinde aynı kalitede hizmet ve maddi koşullar var.
Günümüzde, satın alma kararlarında maddi özellikler birinci dereceden rol oynamıyorsa, pekiyi ne rol oynuyor? Ürün ve hizmetinizi rekabetten nasıl farklılaştıracak ve satacaksınız?...
Bugünlerde tüm pazarlama ve stratejik iletişim uzmanlarının çözüm aradığı soru bu. Nasıl farklılaşacaksın ve bunu nasıl sürdüreceksin?..
Kolay iş değil. Örneğin, SABAH gazetesi üst yönetimi bu değişim süreci için hedef olarak 3 yılı seçmiş. IBM’in farklılaşma stratejisini oturtması için 5 yılın geçmesi gerekmişti.
Management Center Türkiye (MCT), 4. Pazarlama Zirvesi’nin içeriğini bu sorunun yanıtını aramak üzere oluşturmuş. Zirvenin adı: Sürdürülebilir Farklılaşma! Çok sayıda yabancı ve yerli uzmanın katılacağı etkinlik, 10-11 Aralık’da Grand Cevahir Oteli Kongre Merkezi’nde. Sponsorları: Ak Emeklilik, Siemens Mobile, Teknoloji, Edding, Barem Research, CMC, Kültür AŞ… Şu anda kayıt yaptırmış kişi sayısı 400… Nerdeyse hiç reklam yapmadan 2 ay öncesinden salonun dörtte üçü dolmuş. Bilginin güç haline henüz tam anlamıyla gelemediği ülkemiz için iyi işaretler.
Ülkemizde bazılarının farklılaşmak için hâlâ sığındığı ‘imaj değiştirme’ taktiğinin ne kadar demode kaldığını anlamak için, iletişimle ilgilenen herkesin (kim ilgilenmiyor ki) katılamasa bile zirvenin belgelerini MCT’den edinmesinde yarar var.