Başbakan Nevşehir’e niye gitti...
06 TEMMUZ 2003
Zaman gazetesi, Sayın Başbakan’ın Nevşehir gezisini 7 sütuna şu başlıkla verdi: “Medyaya yüklendi: Hayatında iki koyun gütmeyenler yazıp çiziyor”...
Siyasiler bu tuzağa hep düşerler... Medya ile ya ballı börektirler, ya da medyadan kötüsü yoktur.
Burada iletişim açısından bakıldığında üç temel hata var: Birincisi, genelleme yapmak... Medya’yı bütünüyle karşınıza almaya hiç gerek yok. Olması gereken biçim, isim vermektir. Hatta dava açarak isim vermektir. ABD ve Avrupa’da bunun binlerce örneği var. İsim verirken de “Koyun gütmek” gibi kıyaslamalara gitmemek akılcı olur. Çünkü sonra insanlar dönüp sizin partinizdeki milletvekillerin koyun gütme durumlarını düşünmeye başlayabilirler. Bu da pek hayırlı olmayabilir.
İkincisi, medyanın gücünü abartmak... Medyayı böyle muhattap almak yanlıştır. Bunun için 1983 seçimlerinden bu yana medyanın desteklediği partilerin oy oranlarını incelemenizde yarar var. Kaldı ki, seçimlerde o medyanın büyük bir bölümü, seçimlerden sonra daha da büyük bir bölümü size destek vermiştir. Genellediğiniz takdirde Tansu Hanım’ın durumuna düşebilir, milletin aklına ‘köprü-ayı-dayı’ üçlemesini getirebilirsiniz.
Üçüncüsü, temel mesajları kaçırmak... Sayın Başbakan o gün ya da hafta hangi kilit mesajları işleyeceğini mutlaka önceden planlıyor, kendini olayların akışına bırakmıyordur, diye düşünüyorum. Yani iletişimini kendi yönetiyordur, olaylar değil... O halde örneğin Nevşehir’e giderken iki koyun güdemeyen medya yazarlarını eleştirmeye mi gitmiştir, yoksa Erciyas Üniversitesi ve duble yolla ilgili kilit mesajlar vermeye mi? Eğer cevap ikincisi ise, bu seyahat siyasi iletişim açısından boşa gitmiştir...
Güncel hayatta da böyle olmaz mı? Eşinizle sevdiğiniz bir yerde güzel bir yemeğe gitmeyi planlarsınız. Güzel duygularla... Daha yolda anlam kayması başlar... Konuşma birden bire “Sen zaten... Aslında ben... Nitekim sen... Oysa ben” lere döner. İşin tadı tuzu kaçar. Akşam yastığa kafanızı koyup eşinize sırtınızı döndüğünüzde belki sorarsınız kendinize: “Ben gerçekten böyle olmasını mı istemiştim?...”
Genel Müdür bir yerde konuşma yapacaktır. Hedef yeni bir tesis, ürün ya da hizmetin açılışıdır. Kilit mesajlar belirlenir. “Aman bunun dışında bir şey konuşmayın” diye binbir tenbih, rica... Konuşma biter. Toplantı alanından çıkarken mikrofonlar uzanır. Genel Müdür, “Hükümetin şu kararı yanlıştır!” demeye görsün. Ertesi gün basında ağırlık olarak o laf yer alır. Tüm diğer mesajlar güme gider...
Anlam kaymasını önlemek, ancak iletişimi anlamlayacak planlama ve disiplinle mümkündür.
Bu kavganın kazanını yok!
Nazlı Ilıcak – Emin Şirin çiftinin ayrılmaya karar vermeleri geçen haftanın gündeminde ağırlıklı olarak yer aldı. Ayrılmaları mı yer aldı? Hayır! Birbirlerine getirdikleri suçlamalar yer aldı...
Ünlü ünsüz pek çok insan boşanıyor. Oran Avrupa’da %50. Bizde ise büyük kentlerde %50’nin üzerinde olduğu ifade ediliyor... Bunca insan boşanırken, neden bazıları, magazin medyasına, kamu oyuna malzeme, akşam ‘drink’lerine meze oluyorlar da, bazılarını ruhumuz bile duymuyor?
İletişim sosyologları ve psikologlarına göre, bu durumlarda taraflardan ikisi birden veya en azından biri böyle olmasını istiyor... Bunun nedeni olarak da kültür ve değerlerdeki tekamül düzeyi gösteriliyor. Tarafların birbirlerini cezalandırma isteklerinin boyutuna göre de sansasyon ya büyüyor ya da küçülüyor. Alaaddin Çakıcı eve mi geldi Meclis’e mi noktasına kadar gidebiliyor iş...
General Electric’in efsanevi CEO’su Jack Welch bir haftada bitivermişti. Ergun Göknel’i unutmak mümkün mü? İşadamı Halis Toprak, Doktor Sualp Tansan, Modacı Zeynep Tunuslu, Şarkıcı Sibel Can, İşadamı Sinan Baran...
Evliliği bir sandalyeye bezetenler, onu ayakta tutan dört ayağı şöyle tanımlıyorlar: Aşk, dostluk, saygı, şefkat... MARKA ajansın patronu Hulusi Derici, bu dörtlüyü 4 öpücükle anlatır. Yanağa konan: Dostluk... Ele konan: Saygı... Alna konan: Şefkat... Dudağa konan: Aşk...
Biz sandalyeye dönelim. Zaman içinde sandalye ayaklarının birer birer kırılabileceği söyleniyor. Önce aşk gider diyorlar. Üç ayaklı sandalyede oturmak, biraz dikkat edilirse mümkündür. İkinci giden ayak dostluk olurmuş. Biraz ustalık gerektirir ama yine de iki ayakla idare etmek mümkün; hani oraya buraya tutunarak... Üçüncü giden ayak şefkat olur, geriye sadece saygı kalırmış. İşte o zaman oraya buraya tutunmak da yetmez. İş ciddi cambazlık gerektirir, diyorlar...
Şirin – Ilıcak evliliğinde sandalye ayaklarının durumu nasıldı acaba? Bilmiyoruz. Ciddi hasar var gibi gözüküyor...
Bu arada sakın ola ki, sandalyenizin ayaklarını saymaya kalkmayın. Moraliniz bozulursa sorumluluk almam... Cambazlığı öğrenmeye başlamak, sandalye ayaklarını saymaktan daha akıllıca olabilir...
Kanımızdaki HBB’lik ve HBM’lik...
Ülkemizin herhangi bir yerinde, herhangi birine yol sorun... Hiçbir zaman şu cevabı alamazsınız: “Bilmiyorum!”... Mutlaka bir şeyler söylerler. Ya da birilerine bir rahatsızlığınızdan söz edin. Verecekleri bir-iki öğüt mutlaka vardır. Bu öğütler, ilaç ve doktor tavsiyesinden başlayıp, “Seyahat et, tebdili mekanda ferahlık vardır”a kadar uzanabilir. Oysa bilinmez ki, insan seyahata giderken kendisini de yanında götürür...
Yardımseverlik ve bir şeyleri ille de bilip düzeltmek, sanki ortak ruhi şekillenmemizin bir parçası... Kaza mı oldu; bilir bilmez herkes yaralının başına üşüşür. Her kafadan bir ses çıkar. Genellikle de yaralının orasını burasını çekiştirir; durduk yerde daha fazla zarar veririz zavallıcığa...
Yani HBB ve HBM’lik sanki kanımıza işlemiş.
Bu ruhsal yapımız, en geniş anlamda medyamızda gösterir kendini. Veriye dayanmadan hüküm cümleleri... Araştırmaya dayanmadan çözüm önerileri... Doğaçlama irade beyanları... Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak... Bu akım, 1980’lerde başlamış şimdilerde yavaşlamış olan ‘Neşeli Cahiliye Devri’ yıllarında daha da güç kazanmıştır.
Cerrahlık, pilotluk, paraşütle atlama, jonglörlük, gibi maharet gerektiren meslekler ve nükleer fizik, kimya gibi somut bilgi gerektiren alanlar dışında, soyutlamaya dayalı hiçbir uzmanlık alanı bizde kolay kolay saygı görmez. Müteahhitlik yapmak için inşaat mühendisi ya da mimar olmak gerekmez mesela. Hangimiz iç dekoratör değilizdir, yani.
Reklam filmi mi, ne var bunda çeviririz; gazetecilik mi, ne olmuş yani yazarız; iletişim uzmanlığı mı, Allah Allah iş mi bu, zaten bütün gün iletişimin içindeyiz.
Bu nedenle bizim sayfamız da dahil, uzman gazete yazarlarının yaptıkları işin küçümsenmesini ülkemizde her zaman anlayışla karşılamak gerekir. Herkesin her şeyi bildiğini sandığı bir ülkede, bildiğinden bile tereddüt edebiliyor insan. Onlarcasının içinde bulunmuş olmasına rağmen, şu reklam kampanyaları nasıl hazırlanıyormuş diye durduk yerde sağa sola sorma ihtiyacı duyabiliyor, mesela...
New York Times onun için New York Times
Bir süre önce gazetelerde küçük bir haber bir-iki gün görüldü ve kayboldu. New York Times yalan ve çalıntı haber konusunu başkalarına fırsat vermeden kendisi gündeme getirmişti. İki yazarını ifşa etmişti. Ardından hem Genel Yayın Yönetmeni istifasını vermişti, hem de Yazı İşleri Müdürü. Bu iki yöneticinin olan bitenden büyük bir olasılıkla haberleri yoktu. Ama olsun, kriz çıktı mı gereği yapılacak, kurunun yanında yanması gereken yaşlar da yanacaktı... Çünkü başka türlü güven geri kazanılamazdı...
İşin başında biraz itibar kaybeder gibi olsa da New York Times, bu olaydan kendisine duyulan güveni tazeleyip artırarak çıkacaktır.
Şimdi dönüp kendimize bakmanın tam zamanıdır...
Fazla derin araştırmaya gerek yok. En basit örnekten gitmekte yarar var...
Tekil şahıslara ya da kurumlara karşı hakaret ettikleri gerekçesiyle büyük tazminatlara mahkûm olmuş gazeteciler ve bunların genel yayın yönetmenleri yerlerinde duruyor mu, durmuyor mu? Bunların patronları, New York Times’ın imtiyaz sahibi Arthur Sulzberg gibi derhal görevden alınmalarını isteyip, durumu kamu oyu ve kamu vicdanı ile paylaşmışlar mı? Yoksa işi örtbas mı etmişler?..
Son dönemde bir tek Sabah’da Fettullah Gülen’le ilgili bir yalan haberde benzer bir davranış sergilendiğine ve kamu oyunun bilgilendirildiğine tanık oldum. Bunun dışında bir uygulamayı bilen varsa lütfen beni uyarsın.
Öyle yalandan kınama yazısı göndermeyi, muhabiri çağırıp haşlamayı, köşe yazarını kibarca uyarmayı kastetmiyorum. Yukarıdaki örnek gibi bir tutumu kastediyorum...
İşte onun için New York Times, New York Times oluyor. Onun için reklam gelirleri ve ekonomisi ayakta duruyor.
Kısa...Kısa...
· Oğlum ve ben 10 Numara Ayraniç’in hayranız. Oğlum ineğin attığı voleye, ben de o ineğe o voleyi attırmış olan ustalara... 3 boyutlu bilgisayarda canlandırma çalışması çok gördüm. Ama ilk kez kendimi tutmasam böyle vole vuran bir inek bulup çekmişler diyeceğim. 10-15 saniye için masa başında günlerce göz nuru dökmüş ustalara şapka!
· Hiçbir işe yaramayan, tersine “Bu işte bir iş var” duygusu uyandıran, kara-kuru, kötü tasarlanmış, temerküz kamplarında Nazi’lerin duvarlara astığı türden “Kamu Oyuna Duyurulur” ilanlarına geçen haftalarda da bol bol rastladık. Bunlardan sadece bir tanesi vardı ki, hepsinden farklı, örnek alınacak nitelikteydi: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı ile Sağlık Bakanı’nın hastanelere başvuruları serbest bıraktıkları ile ilgili ortak açıklamaları. Son derece şık tasarlanmış; ne dediğini net bir biçimde anlatan; amacına tam ulaşan bir ilandı. Hazırlayanları kutluyorum.
· Finansal Forum ve birkaç küçük gazete daha vermiş haberi. “Çölden Cennet Yarattı”. Tunçbilek’de 300 hektarlık kömür madeni ekonomik ömrünü tamamlamış. Geriye kül rengi iğrenç bir ölü toprağı bırakıp gitmişler. Ünsa AŞ’nin sahibi Necati Ünal da buraya el atmış. Uzmanların ağaç yetişmez, dedikleri bu alana TEMA’nın yardımıyla 80 bin fıstık çamı, 40 bin meyve ağacı dikmiş. Şimdi orası yeşil bir cennet gibi uzanıyor. Çevre Bakanlığı ve diğer ilgili kuruluşları merakla bekliyorum. Bakalım Necati Ünal’ın elinden nasıl tutacaklar...
Siyasiler bu tuzağa hep düşerler... Medya ile ya ballı börektirler, ya da medyadan kötüsü yoktur.
Burada iletişim açısından bakıldığında üç temel hata var: Birincisi, genelleme yapmak... Medya’yı bütünüyle karşınıza almaya hiç gerek yok. Olması gereken biçim, isim vermektir. Hatta dava açarak isim vermektir. ABD ve Avrupa’da bunun binlerce örneği var. İsim verirken de “Koyun gütmek” gibi kıyaslamalara gitmemek akılcı olur. Çünkü sonra insanlar dönüp sizin partinizdeki milletvekillerin koyun gütme durumlarını düşünmeye başlayabilirler. Bu da pek hayırlı olmayabilir.
İkincisi, medyanın gücünü abartmak... Medyayı böyle muhattap almak yanlıştır. Bunun için 1983 seçimlerinden bu yana medyanın desteklediği partilerin oy oranlarını incelemenizde yarar var. Kaldı ki, seçimlerde o medyanın büyük bir bölümü, seçimlerden sonra daha da büyük bir bölümü size destek vermiştir. Genellediğiniz takdirde Tansu Hanım’ın durumuna düşebilir, milletin aklına ‘köprü-ayı-dayı’ üçlemesini getirebilirsiniz.
Üçüncüsü, temel mesajları kaçırmak... Sayın Başbakan o gün ya da hafta hangi kilit mesajları işleyeceğini mutlaka önceden planlıyor, kendini olayların akışına bırakmıyordur, diye düşünüyorum. Yani iletişimini kendi yönetiyordur, olaylar değil... O halde örneğin Nevşehir’e giderken iki koyun güdemeyen medya yazarlarını eleştirmeye mi gitmiştir, yoksa Erciyas Üniversitesi ve duble yolla ilgili kilit mesajlar vermeye mi? Eğer cevap ikincisi ise, bu seyahat siyasi iletişim açısından boşa gitmiştir...
Güncel hayatta da böyle olmaz mı? Eşinizle sevdiğiniz bir yerde güzel bir yemeğe gitmeyi planlarsınız. Güzel duygularla... Daha yolda anlam kayması başlar... Konuşma birden bire “Sen zaten... Aslında ben... Nitekim sen... Oysa ben” lere döner. İşin tadı tuzu kaçar. Akşam yastığa kafanızı koyup eşinize sırtınızı döndüğünüzde belki sorarsınız kendinize: “Ben gerçekten böyle olmasını mı istemiştim?...”
Genel Müdür bir yerde konuşma yapacaktır. Hedef yeni bir tesis, ürün ya da hizmetin açılışıdır. Kilit mesajlar belirlenir. “Aman bunun dışında bir şey konuşmayın” diye binbir tenbih, rica... Konuşma biter. Toplantı alanından çıkarken mikrofonlar uzanır. Genel Müdür, “Hükümetin şu kararı yanlıştır!” demeye görsün. Ertesi gün basında ağırlık olarak o laf yer alır. Tüm diğer mesajlar güme gider...
Anlam kaymasını önlemek, ancak iletişimi anlamlayacak planlama ve disiplinle mümkündür.
Bu kavganın kazanını yok!
Nazlı Ilıcak – Emin Şirin çiftinin ayrılmaya karar vermeleri geçen haftanın gündeminde ağırlıklı olarak yer aldı. Ayrılmaları mı yer aldı? Hayır! Birbirlerine getirdikleri suçlamalar yer aldı...
Ünlü ünsüz pek çok insan boşanıyor. Oran Avrupa’da %50. Bizde ise büyük kentlerde %50’nin üzerinde olduğu ifade ediliyor... Bunca insan boşanırken, neden bazıları, magazin medyasına, kamu oyuna malzeme, akşam ‘drink’lerine meze oluyorlar da, bazılarını ruhumuz bile duymuyor?
İletişim sosyologları ve psikologlarına göre, bu durumlarda taraflardan ikisi birden veya en azından biri böyle olmasını istiyor... Bunun nedeni olarak da kültür ve değerlerdeki tekamül düzeyi gösteriliyor. Tarafların birbirlerini cezalandırma isteklerinin boyutuna göre de sansasyon ya büyüyor ya da küçülüyor. Alaaddin Çakıcı eve mi geldi Meclis’e mi noktasına kadar gidebiliyor iş...
General Electric’in efsanevi CEO’su Jack Welch bir haftada bitivermişti. Ergun Göknel’i unutmak mümkün mü? İşadamı Halis Toprak, Doktor Sualp Tansan, Modacı Zeynep Tunuslu, Şarkıcı Sibel Can, İşadamı Sinan Baran...
Evliliği bir sandalyeye bezetenler, onu ayakta tutan dört ayağı şöyle tanımlıyorlar: Aşk, dostluk, saygı, şefkat... MARKA ajansın patronu Hulusi Derici, bu dörtlüyü 4 öpücükle anlatır. Yanağa konan: Dostluk... Ele konan: Saygı... Alna konan: Şefkat... Dudağa konan: Aşk...
Biz sandalyeye dönelim. Zaman içinde sandalye ayaklarının birer birer kırılabileceği söyleniyor. Önce aşk gider diyorlar. Üç ayaklı sandalyede oturmak, biraz dikkat edilirse mümkündür. İkinci giden ayak dostluk olurmuş. Biraz ustalık gerektirir ama yine de iki ayakla idare etmek mümkün; hani oraya buraya tutunarak... Üçüncü giden ayak şefkat olur, geriye sadece saygı kalırmış. İşte o zaman oraya buraya tutunmak da yetmez. İş ciddi cambazlık gerektirir, diyorlar...
Şirin – Ilıcak evliliğinde sandalye ayaklarının durumu nasıldı acaba? Bilmiyoruz. Ciddi hasar var gibi gözüküyor...
Bu arada sakın ola ki, sandalyenizin ayaklarını saymaya kalkmayın. Moraliniz bozulursa sorumluluk almam... Cambazlığı öğrenmeye başlamak, sandalye ayaklarını saymaktan daha akıllıca olabilir...
Kanımızdaki HBB’lik ve HBM’lik...
Ülkemizin herhangi bir yerinde, herhangi birine yol sorun... Hiçbir zaman şu cevabı alamazsınız: “Bilmiyorum!”... Mutlaka bir şeyler söylerler. Ya da birilerine bir rahatsızlığınızdan söz edin. Verecekleri bir-iki öğüt mutlaka vardır. Bu öğütler, ilaç ve doktor tavsiyesinden başlayıp, “Seyahat et, tebdili mekanda ferahlık vardır”a kadar uzanabilir. Oysa bilinmez ki, insan seyahata giderken kendisini de yanında götürür...
Yardımseverlik ve bir şeyleri ille de bilip düzeltmek, sanki ortak ruhi şekillenmemizin bir parçası... Kaza mı oldu; bilir bilmez herkes yaralının başına üşüşür. Her kafadan bir ses çıkar. Genellikle de yaralının orasını burasını çekiştirir; durduk yerde daha fazla zarar veririz zavallıcığa...
Yani HBB ve HBM’lik sanki kanımıza işlemiş.
Bu ruhsal yapımız, en geniş anlamda medyamızda gösterir kendini. Veriye dayanmadan hüküm cümleleri... Araştırmaya dayanmadan çözüm önerileri... Doğaçlama irade beyanları... Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak... Bu akım, 1980’lerde başlamış şimdilerde yavaşlamış olan ‘Neşeli Cahiliye Devri’ yıllarında daha da güç kazanmıştır.
Cerrahlık, pilotluk, paraşütle atlama, jonglörlük, gibi maharet gerektiren meslekler ve nükleer fizik, kimya gibi somut bilgi gerektiren alanlar dışında, soyutlamaya dayalı hiçbir uzmanlık alanı bizde kolay kolay saygı görmez. Müteahhitlik yapmak için inşaat mühendisi ya da mimar olmak gerekmez mesela. Hangimiz iç dekoratör değilizdir, yani.
Reklam filmi mi, ne var bunda çeviririz; gazetecilik mi, ne olmuş yani yazarız; iletişim uzmanlığı mı, Allah Allah iş mi bu, zaten bütün gün iletişimin içindeyiz.
Bu nedenle bizim sayfamız da dahil, uzman gazete yazarlarının yaptıkları işin küçümsenmesini ülkemizde her zaman anlayışla karşılamak gerekir. Herkesin her şeyi bildiğini sandığı bir ülkede, bildiğinden bile tereddüt edebiliyor insan. Onlarcasının içinde bulunmuş olmasına rağmen, şu reklam kampanyaları nasıl hazırlanıyormuş diye durduk yerde sağa sola sorma ihtiyacı duyabiliyor, mesela...
New York Times onun için New York Times
Bir süre önce gazetelerde küçük bir haber bir-iki gün görüldü ve kayboldu. New York Times yalan ve çalıntı haber konusunu başkalarına fırsat vermeden kendisi gündeme getirmişti. İki yazarını ifşa etmişti. Ardından hem Genel Yayın Yönetmeni istifasını vermişti, hem de Yazı İşleri Müdürü. Bu iki yöneticinin olan bitenden büyük bir olasılıkla haberleri yoktu. Ama olsun, kriz çıktı mı gereği yapılacak, kurunun yanında yanması gereken yaşlar da yanacaktı... Çünkü başka türlü güven geri kazanılamazdı...
İşin başında biraz itibar kaybeder gibi olsa da New York Times, bu olaydan kendisine duyulan güveni tazeleyip artırarak çıkacaktır.
Şimdi dönüp kendimize bakmanın tam zamanıdır...
Fazla derin araştırmaya gerek yok. En basit örnekten gitmekte yarar var...
Tekil şahıslara ya da kurumlara karşı hakaret ettikleri gerekçesiyle büyük tazminatlara mahkûm olmuş gazeteciler ve bunların genel yayın yönetmenleri yerlerinde duruyor mu, durmuyor mu? Bunların patronları, New York Times’ın imtiyaz sahibi Arthur Sulzberg gibi derhal görevden alınmalarını isteyip, durumu kamu oyu ve kamu vicdanı ile paylaşmışlar mı? Yoksa işi örtbas mı etmişler?..
Son dönemde bir tek Sabah’da Fettullah Gülen’le ilgili bir yalan haberde benzer bir davranış sergilendiğine ve kamu oyunun bilgilendirildiğine tanık oldum. Bunun dışında bir uygulamayı bilen varsa lütfen beni uyarsın.
Öyle yalandan kınama yazısı göndermeyi, muhabiri çağırıp haşlamayı, köşe yazarını kibarca uyarmayı kastetmiyorum. Yukarıdaki örnek gibi bir tutumu kastediyorum...
İşte onun için New York Times, New York Times oluyor. Onun için reklam gelirleri ve ekonomisi ayakta duruyor.
Kısa...Kısa...
· Oğlum ve ben 10 Numara Ayraniç’in hayranız. Oğlum ineğin attığı voleye, ben de o ineğe o voleyi attırmış olan ustalara... 3 boyutlu bilgisayarda canlandırma çalışması çok gördüm. Ama ilk kez kendimi tutmasam böyle vole vuran bir inek bulup çekmişler diyeceğim. 10-15 saniye için masa başında günlerce göz nuru dökmüş ustalara şapka!
· Hiçbir işe yaramayan, tersine “Bu işte bir iş var” duygusu uyandıran, kara-kuru, kötü tasarlanmış, temerküz kamplarında Nazi’lerin duvarlara astığı türden “Kamu Oyuna Duyurulur” ilanlarına geçen haftalarda da bol bol rastladık. Bunlardan sadece bir tanesi vardı ki, hepsinden farklı, örnek alınacak nitelikteydi: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı ile Sağlık Bakanı’nın hastanelere başvuruları serbest bıraktıkları ile ilgili ortak açıklamaları. Son derece şık tasarlanmış; ne dediğini net bir biçimde anlatan; amacına tam ulaşan bir ilandı. Hazırlayanları kutluyorum.
· Finansal Forum ve birkaç küçük gazete daha vermiş haberi. “Çölden Cennet Yarattı”. Tunçbilek’de 300 hektarlık kömür madeni ekonomik ömrünü tamamlamış. Geriye kül rengi iğrenç bir ölü toprağı bırakıp gitmişler. Ünsa AŞ’nin sahibi Necati Ünal da buraya el atmış. Uzmanların ağaç yetişmez, dedikleri bu alana TEMA’nın yardımıyla 80 bin fıstık çamı, 40 bin meyve ağacı dikmiş. Şimdi orası yeşil bir cennet gibi uzanıyor. Çevre Bakanlığı ve diğer ilgili kuruluşları merakla bekliyorum. Bakalım Necati Ünal’ın elinden nasıl tutacaklar...