"Bir büyük iletişimcinin ardından..."
15 ŞUBAT 2012
Özellikle iletişimciler için Theo Angelopoulos’un mutlaka iyi tanınması gerektiğine, neredeyse tam günlük çalıştaylarla ikinci yılına girdiğimiz “Sinema Muhabbetleri” toplantılarımızda yeri geldikçe değinmiştim. Üstadın her bir filminden algılama yönetimine dair sayısız dersler çıkarabilmek mümkündür.
Hayatı sabırla, derinlemesine ve daima eksileri silip, artıları katarak yaşayabilmek, yüksek farkındalıkla muhteşem bir duyarlılığın izini sürebilmek şu dünyada kolay ele geçirilebilen nimetler değildir herhalde. Bu nimetlerin de acıların eğitiminden geçip, hayata karşı “dingin” bir duruş elde ederek, rafine bir dünya görüşünden süzülerek bize ulaştığını düşünecek olursak Angelopoulos ile neden mutlaka tanışmak durumunda olduğumuzu anlayabiliriz.
Üstadın sinema serüvenini yakından takip etme, kendisiyle tanışma ve 2010 Altın Koza Film Festivali’ne konuk olarak geldiğinde sohbet edebilme hoşluğunu yaşadığım Theo Angelopulos’u bir trafik kazasında yitirdiğimizi öğrendiğimde aklıma ilk gelen isim, filmlerinin muhteşem bestecisi ve bence “tamamlayıcısı” ve yine bana sorarsanız yeni klasik müziğin öncü ve habercilerinden Eleni Karaindrou oldu. Onu da AKM’de izleme şansına erişmiştik. Piyano başında bir “requiem” (ağıt) tadında Ağlayan Çayır’ı (The Weeping Meadow) yorumlarken hayal ettim Eleni Karaindrou’yu.
Angelopoulos, bu olağanüstü kadının kendisi için ne ifade ettiğini şu satırlarla ne güzel anlatıyor:
“Eleni Karaindrou’yla ortaklığım, tanıştığımız dakikadan itibaren başladı. Yine de birlikte çalışma yöntemimiz oldukça farklıydı. Eleni, ona hikâyeyi anlatırken sesimi teybe alıyordu. (...) Bu kadının müzik aracılığıyla benimle eşsiz bir iletişim kurduğunu düşünüyorum. Onun bestelediği müzikleri hissedebiliyorum. (...) Onun besteleri, filmin ayrılmaz bir parçasıdır. Onun müziği olmasa film de var olmaz. Bir yönetmen açısından bunu itiraf etmek çok zordur ama işin aslı bu.”
Müzik aracılığı ile iletişim kurabilmek bahtiyarlığına acaba kaçımız mazhar olabildik dersiniz?
35 milimetrelik kamera kullanmasının nedenini “İnsan gözüne en yakın olan odur” diye açıklarken, üstadın “derinlik” arayışında empatinin rolünü ve bir yönetmenin kamerasında insan gözünü arayışındaki hikmeti görebilmek mümkün.
Peki ya, iletişimin “olmazsa olmaz” noktasını işaret eden dünya görüşüne dair, Angelopoulos’da neler bulabiliyoruz? Karakterlerinin “kayıp olanı” aradığını vurgularken şöyle diyor:
“Çok eski olmayan bir zamanda dünya tarihi arzuya dayanıyordu; dünyayı şu veya bu şekilde değiştirme arzusuna. Şimdi yüzyılın sonuna geldiğimizde arzu edilenlerin hiç gerçekleşmediğini ve bunun benim açıklayamadığım sebeplerden kaynaklandığını anlıyoruz. Belki de zamanında kullanılan yöntemlerle temel değişiklikler gerçekleştirmek mümkün değildi; her ne olursa olsun, bize kalan başarısızlıklarımız, hiç gerçekleşmeyen hayallerimizin düş kırıklığının külleri oldu.”
Dünya görüşünü oluşturan çok acılı bir hayat yaşadığını göz önünde bulundurursak, beklenenin çok dışında bir üslupla, üstadın “depresif” diyebileceğimiz, insanın içini karartan filmler yapmayışında da bu “derinlik” arayışının etkisini bulmak mümkün. Şu cümleleri, hayatındaki büyük dramın kaynağına işaret etmiyor mu?
“Yunan iç savaşında ailem komünist ve anti-komünist olarak ikiye bölünmekle kalmayıp, babam hapsedildi ve ölüme mahkûm edildi; ben dokuz yaşımdayken annem onu teşhis etmek için beni cesetlerle dolu bir odaya soktu.”
Ve nasıl oluyor da Angelopoulos, böylesi bir travmadan filmlerindeki o “dingin” üsluba ulaşabiliyor? Şu cümlesinde, bu sorunun ipuçlarını bulmak belki de mümkündür:
“Bir ifade ortamını umutsuz bir iletişim çığlığına dönüştürdüğünüz takdirde iyi bir şey yapılabileceğine inanmıyorum.”
Acılardan uzak görüşlülüğe, bilgeliğe uzanan yolda üstadın geçirdiği evrimi ve bu evrimin iletişim dünyamıza olabilecek büyük katkıların izlerini aramak isteyenler için Dan Fainaru’nun “Theo Angelopoulos” adlı derlemesini özellikle tavsiye ederim.
Theo Angelopoulos’un benim nezdimdeki asıl önemi neydi? Bu sorunun yanıtını Akşam gazetesinde, ustayı kaybettiğimizde yazdığım bir yazıda vermeye çalışmışım. “Her türlü ortodoks ideolojiye karşıyım” diyerek, zamanla göğsümüze bir tahta gibi oturarak, yüreğimizden gelip geçen her duyguya takır tukur ses çıkarabilecek çiviler çakmaya muktedir tasallutlara, mükemmellik kanunlarına uzak durmasıyla Angelopoulos’u çok önemsedim. O, Tarkovsky ile birlikte yüzyılımızın sinema şairi, büyük iletişimcisiydi…
“Doktorculuk oynamayın!”
Hemen baştan teslim edeyim. Son günlerde duyduğum en nitelikli kilit mesajlardan biri. Kodlanma dozu gayet iyi. “Bu işte benim ne çıkarım var?” sorusuna yanıt veriyor. Lafın tamamı aptala söylenir, ilkesinden hareketle karşısındakine “keşif alanı ve olanağı” bırakıyor. Yalın. Esprili. Kolay akılda kalıcı...
Bundan fazlası Şam’da kayısı…
Tıbbın, ticaretin özü olan “parayla” ilgili tarihi ve büyük çelişkisi malum... 1262 sayılı İspençiyari ve Tıbbi Müstahzarlar Kanunu ile reçeteli ilaç reklamlarının yasaklanmasındaki dayanak noktası da tamamen bu “kutsal öz” ile yakından alakalı olmalı. Reçetesiz satılan ilaçlara ise kapılar zaten çoktan açıldı. Abdi İbrahim’in kampanyası ise sağlık ve reklam sektörleri açısından “reçeteli, reçetesiz” gibi konuların tamamen üstünde bir noktadan hayatımıza giriş yapmış bulunuyor.
Herkesin herkese kullandığı ilacı fütursuzca tavsiye ettiği, sağlık alanındaki öğütler açısından kimin kime güveneceğinin tam bir belirsizliğe dönüştüğü günümüzde Abdi İbrahim mükemmel bir “farkındalık düzeyi artırma” kampanyasına imzasını atmış. Ahmet Bey’in “turp gibi”, Hikmet Bey’in “zımba gibi” ve Nurten Hanım’ın “taş gibi” olması arzusundan yola çıkan kampanya, aynı zamanda Abdi İbrahim’in sağlık ve reklam sektörlerine bir 100’üncü yıl armağanı olarak da konumlandırılmış olmalı.
Kampanyanın filmleri reklamcı diliyle cuk oturmuş.
Kendisini Sağlık Bakanlığı ile didişmeye kilitlediği algısı yaratan, araştırmaya eğitime onca yatırım yapmasına rağmen paradan başka bir şeyle ilgilenmedikleri sanılan, Sağlık Bakanlığı fiyatlarda indirim yaptıkça, önce “ağlayan” sonra da kısa zamanda yeni koşullara “uyum sağladığı” hissi veren ilaç sektörünün bu kampanyadan öğrenecekleri vardır…
Yine 100’üncü yıl etkinlikleri kapsamında açılan Van Gogh Alive Dijital Sanat Sergisi’nin de tam anlamıyla “yenilikçi” bir atak olduğunu ifade edelim. Ressamın ünlü eserleri, çerçevelerinden çıkıp, ışık, renk ve seslerin hoş birlikteliğiyle dev boyutlarda karşımıza dikiliveriyorlar. 10 Şubat-15 Mayıs arasında bir vakit yaratıp mutlaka bu deneyimi yaşamak gerektiğini düşünüyorum.
“Deneyim” “Değişim”’e karşı
Ünlü denizci ve okyanus bilimci Kaptan Cousteau’nun, NPQ dergisi editörü Nathan Gardels’a verdiği röportajda söylediği şu cümleler çok çarpıcıydı:
“Deneyim, değişimden korkmayı öğretir. Deneyim düş gücünü öldürür. Deneyim insanları muhafazakâr yapar. Gelecekteki tehlikelerle baş etmek geçmişin bilgeliğini değil, düş gücü gerektiriyor.”
İlk bakışta benim hiç de işime gelmemesi gereken bu tespiti iki nedenden dolayı çok önemsiyorum:
1)Malum. Deneyimi “her şey” zanneden ve zamanla düş gücünden koparan bir rutine, kendimizi tekrara götürebileceğini göz ardı edenlere gönderme yaptığı için...
2)Üzerine çok olumlu anlamlar yüklediğimiz kavramların (deneyim gibi) eleştirilmesinin o kavramın gücüne halel getirmeyeceğini baştan kabullenmemizi hatırlattığı için. (Kaptan Cousteau’nun deneyimleri konusunda kimin en ufak bir şüphesi olabilir ki?)
Kaptan Cousteau, gazeteciler ve sosyal medya ilişkisi üzerine başlatılan güncel tartışma vesilesiyle geldi aklıma.
Düşünce üreten insanların, Türkiye’nin dünü ve geleceği üzerine konuşan, yazan insanların “özgürlüklerinin kısıtlanamayacağı” yolundaki “elde var bir”i kabul ettiğimiz gerçekliğini baştan masanın üzerine koymak, biraz tuhaf kaçsa da yararlı olabilir. Gazetecinin özgürlüğü, maddi sıkıntılardan başlayan, ailevi sorunlar ve apartman/mahalle baskısından azade olmayan, nihayetinde gazetesi ve ülkesinin yazılı olan olmayan kültür ve değerleriyle, yasalarıyla da dairesini tamamlayan bir dizi ideolojik algı kalıplarıyla da kuşatılmış değil midir?
Yayın dünyasında her türlü “yazılı ve yazılı olmayan kural”ı reddeden, vahşi özgürlüğün bilemediğimiz tadını çıkaran bir tane bile ticari dergi ya da gazete aramaya kalksak bulabilir miyiz sanıyorsunuz?
Hemen aklıma benim yazarlarımdan biri olan Jorge Semprun geliyor. Federico Sanchez, Semprun’un İspanyol Komünist Partisi içindeki kod adıdır. Onun Federico Sanchez’in Öz Yaşamöyküsü adlı kitabını okuyanlar, sınırsız düşünce özgürlüğüne en çok ihtiyaç duyanların hal-i pür melalini tüm açıklığıyla göreceklerdir. Bir yerde diyordu ki Semprun; “Parti politikasını eleştirirken önem taşıyan şey, partinin pazarladığı ve uygulamaya koyduğu stratejidir, yoksa militanlarının biriktirmiş olduğu ıstıraplar değil.”
Sınırsız bir özgürlük ortamı sevdası, “vahşi kapitalizmin” gayrı meşru çocuğudur… Fatih projesini soy ve sınırsız özgürlüklerden hareket ederek eleştirenler tabii ki özünde haklılar, ama sadece özünde… Tablet PC’lerle yetişecek kuşaklarla onlardan bir önceki kuşakların arası, bizimle bizden sonraki kuşaklar arasındaki mesafeden daha fazla olacaktır. Deneyimlerimizi bir kenara bırakıp bu süreci yerden yere çalacağımıza anlamaya, nasıl bir kuşağın ortaya çıkacağını kavramaya çalışsak daha akıllı bir iş yapmış olmaz mıyız?
Hayatı sabırla, derinlemesine ve daima eksileri silip, artıları katarak yaşayabilmek, yüksek farkındalıkla muhteşem bir duyarlılığın izini sürebilmek şu dünyada kolay ele geçirilebilen nimetler değildir herhalde. Bu nimetlerin de acıların eğitiminden geçip, hayata karşı “dingin” bir duruş elde ederek, rafine bir dünya görüşünden süzülerek bize ulaştığını düşünecek olursak Angelopoulos ile neden mutlaka tanışmak durumunda olduğumuzu anlayabiliriz.
Üstadın sinema serüvenini yakından takip etme, kendisiyle tanışma ve 2010 Altın Koza Film Festivali’ne konuk olarak geldiğinde sohbet edebilme hoşluğunu yaşadığım Theo Angelopulos’u bir trafik kazasında yitirdiğimizi öğrendiğimde aklıma ilk gelen isim, filmlerinin muhteşem bestecisi ve bence “tamamlayıcısı” ve yine bana sorarsanız yeni klasik müziğin öncü ve habercilerinden Eleni Karaindrou oldu. Onu da AKM’de izleme şansına erişmiştik. Piyano başında bir “requiem” (ağıt) tadında Ağlayan Çayır’ı (The Weeping Meadow) yorumlarken hayal ettim Eleni Karaindrou’yu.
Angelopoulos, bu olağanüstü kadının kendisi için ne ifade ettiğini şu satırlarla ne güzel anlatıyor:
“Eleni Karaindrou’yla ortaklığım, tanıştığımız dakikadan itibaren başladı. Yine de birlikte çalışma yöntemimiz oldukça farklıydı. Eleni, ona hikâyeyi anlatırken sesimi teybe alıyordu. (...) Bu kadının müzik aracılığıyla benimle eşsiz bir iletişim kurduğunu düşünüyorum. Onun bestelediği müzikleri hissedebiliyorum. (...) Onun besteleri, filmin ayrılmaz bir parçasıdır. Onun müziği olmasa film de var olmaz. Bir yönetmen açısından bunu itiraf etmek çok zordur ama işin aslı bu.”
Müzik aracılığı ile iletişim kurabilmek bahtiyarlığına acaba kaçımız mazhar olabildik dersiniz?
35 milimetrelik kamera kullanmasının nedenini “İnsan gözüne en yakın olan odur” diye açıklarken, üstadın “derinlik” arayışında empatinin rolünü ve bir yönetmenin kamerasında insan gözünü arayışındaki hikmeti görebilmek mümkün.
Peki ya, iletişimin “olmazsa olmaz” noktasını işaret eden dünya görüşüne dair, Angelopoulos’da neler bulabiliyoruz? Karakterlerinin “kayıp olanı” aradığını vurgularken şöyle diyor:
“Çok eski olmayan bir zamanda dünya tarihi arzuya dayanıyordu; dünyayı şu veya bu şekilde değiştirme arzusuna. Şimdi yüzyılın sonuna geldiğimizde arzu edilenlerin hiç gerçekleşmediğini ve bunun benim açıklayamadığım sebeplerden kaynaklandığını anlıyoruz. Belki de zamanında kullanılan yöntemlerle temel değişiklikler gerçekleştirmek mümkün değildi; her ne olursa olsun, bize kalan başarısızlıklarımız, hiç gerçekleşmeyen hayallerimizin düş kırıklığının külleri oldu.”
Dünya görüşünü oluşturan çok acılı bir hayat yaşadığını göz önünde bulundurursak, beklenenin çok dışında bir üslupla, üstadın “depresif” diyebileceğimiz, insanın içini karartan filmler yapmayışında da bu “derinlik” arayışının etkisini bulmak mümkün. Şu cümleleri, hayatındaki büyük dramın kaynağına işaret etmiyor mu?
“Yunan iç savaşında ailem komünist ve anti-komünist olarak ikiye bölünmekle kalmayıp, babam hapsedildi ve ölüme mahkûm edildi; ben dokuz yaşımdayken annem onu teşhis etmek için beni cesetlerle dolu bir odaya soktu.”
Ve nasıl oluyor da Angelopoulos, böylesi bir travmadan filmlerindeki o “dingin” üsluba ulaşabiliyor? Şu cümlesinde, bu sorunun ipuçlarını bulmak belki de mümkündür:
“Bir ifade ortamını umutsuz bir iletişim çığlığına dönüştürdüğünüz takdirde iyi bir şey yapılabileceğine inanmıyorum.”
Acılardan uzak görüşlülüğe, bilgeliğe uzanan yolda üstadın geçirdiği evrimi ve bu evrimin iletişim dünyamıza olabilecek büyük katkıların izlerini aramak isteyenler için Dan Fainaru’nun “Theo Angelopoulos” adlı derlemesini özellikle tavsiye ederim.
Theo Angelopoulos’un benim nezdimdeki asıl önemi neydi? Bu sorunun yanıtını Akşam gazetesinde, ustayı kaybettiğimizde yazdığım bir yazıda vermeye çalışmışım. “Her türlü ortodoks ideolojiye karşıyım” diyerek, zamanla göğsümüze bir tahta gibi oturarak, yüreğimizden gelip geçen her duyguya takır tukur ses çıkarabilecek çiviler çakmaya muktedir tasallutlara, mükemmellik kanunlarına uzak durmasıyla Angelopoulos’u çok önemsedim. O, Tarkovsky ile birlikte yüzyılımızın sinema şairi, büyük iletişimcisiydi…
“Doktorculuk oynamayın!”
Hemen baştan teslim edeyim. Son günlerde duyduğum en nitelikli kilit mesajlardan biri. Kodlanma dozu gayet iyi. “Bu işte benim ne çıkarım var?” sorusuna yanıt veriyor. Lafın tamamı aptala söylenir, ilkesinden hareketle karşısındakine “keşif alanı ve olanağı” bırakıyor. Yalın. Esprili. Kolay akılda kalıcı...
Bundan fazlası Şam’da kayısı…
Tıbbın, ticaretin özü olan “parayla” ilgili tarihi ve büyük çelişkisi malum... 1262 sayılı İspençiyari ve Tıbbi Müstahzarlar Kanunu ile reçeteli ilaç reklamlarının yasaklanmasındaki dayanak noktası da tamamen bu “kutsal öz” ile yakından alakalı olmalı. Reçetesiz satılan ilaçlara ise kapılar zaten çoktan açıldı. Abdi İbrahim’in kampanyası ise sağlık ve reklam sektörleri açısından “reçeteli, reçetesiz” gibi konuların tamamen üstünde bir noktadan hayatımıza giriş yapmış bulunuyor.
Herkesin herkese kullandığı ilacı fütursuzca tavsiye ettiği, sağlık alanındaki öğütler açısından kimin kime güveneceğinin tam bir belirsizliğe dönüştüğü günümüzde Abdi İbrahim mükemmel bir “farkındalık düzeyi artırma” kampanyasına imzasını atmış. Ahmet Bey’in “turp gibi”, Hikmet Bey’in “zımba gibi” ve Nurten Hanım’ın “taş gibi” olması arzusundan yola çıkan kampanya, aynı zamanda Abdi İbrahim’in sağlık ve reklam sektörlerine bir 100’üncü yıl armağanı olarak da konumlandırılmış olmalı.
Kampanyanın filmleri reklamcı diliyle cuk oturmuş.
Kendisini Sağlık Bakanlığı ile didişmeye kilitlediği algısı yaratan, araştırmaya eğitime onca yatırım yapmasına rağmen paradan başka bir şeyle ilgilenmedikleri sanılan, Sağlık Bakanlığı fiyatlarda indirim yaptıkça, önce “ağlayan” sonra da kısa zamanda yeni koşullara “uyum sağladığı” hissi veren ilaç sektörünün bu kampanyadan öğrenecekleri vardır…
Yine 100’üncü yıl etkinlikleri kapsamında açılan Van Gogh Alive Dijital Sanat Sergisi’nin de tam anlamıyla “yenilikçi” bir atak olduğunu ifade edelim. Ressamın ünlü eserleri, çerçevelerinden çıkıp, ışık, renk ve seslerin hoş birlikteliğiyle dev boyutlarda karşımıza dikiliveriyorlar. 10 Şubat-15 Mayıs arasında bir vakit yaratıp mutlaka bu deneyimi yaşamak gerektiğini düşünüyorum.
“Deneyim” “Değişim”’e karşı
Ünlü denizci ve okyanus bilimci Kaptan Cousteau’nun, NPQ dergisi editörü Nathan Gardels’a verdiği röportajda söylediği şu cümleler çok çarpıcıydı:
“Deneyim, değişimden korkmayı öğretir. Deneyim düş gücünü öldürür. Deneyim insanları muhafazakâr yapar. Gelecekteki tehlikelerle baş etmek geçmişin bilgeliğini değil, düş gücü gerektiriyor.”
İlk bakışta benim hiç de işime gelmemesi gereken bu tespiti iki nedenden dolayı çok önemsiyorum:
1)Malum. Deneyimi “her şey” zanneden ve zamanla düş gücünden koparan bir rutine, kendimizi tekrara götürebileceğini göz ardı edenlere gönderme yaptığı için...
2)Üzerine çok olumlu anlamlar yüklediğimiz kavramların (deneyim gibi) eleştirilmesinin o kavramın gücüne halel getirmeyeceğini baştan kabullenmemizi hatırlattığı için. (Kaptan Cousteau’nun deneyimleri konusunda kimin en ufak bir şüphesi olabilir ki?)
Kaptan Cousteau, gazeteciler ve sosyal medya ilişkisi üzerine başlatılan güncel tartışma vesilesiyle geldi aklıma.
Düşünce üreten insanların, Türkiye’nin dünü ve geleceği üzerine konuşan, yazan insanların “özgürlüklerinin kısıtlanamayacağı” yolundaki “elde var bir”i kabul ettiğimiz gerçekliğini baştan masanın üzerine koymak, biraz tuhaf kaçsa da yararlı olabilir. Gazetecinin özgürlüğü, maddi sıkıntılardan başlayan, ailevi sorunlar ve apartman/mahalle baskısından azade olmayan, nihayetinde gazetesi ve ülkesinin yazılı olan olmayan kültür ve değerleriyle, yasalarıyla da dairesini tamamlayan bir dizi ideolojik algı kalıplarıyla da kuşatılmış değil midir?
Yayın dünyasında her türlü “yazılı ve yazılı olmayan kural”ı reddeden, vahşi özgürlüğün bilemediğimiz tadını çıkaran bir tane bile ticari dergi ya da gazete aramaya kalksak bulabilir miyiz sanıyorsunuz?
Hemen aklıma benim yazarlarımdan biri olan Jorge Semprun geliyor. Federico Sanchez, Semprun’un İspanyol Komünist Partisi içindeki kod adıdır. Onun Federico Sanchez’in Öz Yaşamöyküsü adlı kitabını okuyanlar, sınırsız düşünce özgürlüğüne en çok ihtiyaç duyanların hal-i pür melalini tüm açıklığıyla göreceklerdir. Bir yerde diyordu ki Semprun; “Parti politikasını eleştirirken önem taşıyan şey, partinin pazarladığı ve uygulamaya koyduğu stratejidir, yoksa militanlarının biriktirmiş olduğu ıstıraplar değil.”
Sınırsız bir özgürlük ortamı sevdası, “vahşi kapitalizmin” gayrı meşru çocuğudur… Fatih projesini soy ve sınırsız özgürlüklerden hareket ederek eleştirenler tabii ki özünde haklılar, ama sadece özünde… Tablet PC’lerle yetişecek kuşaklarla onlardan bir önceki kuşakların arası, bizimle bizden sonraki kuşaklar arasındaki mesafeden daha fazla olacaktır. Deneyimlerimizi bir kenara bırakıp bu süreci yerden yere çalacağımıza anlamaya, nasıl bir kuşağın ortaya çıkacağını kavramaya çalışsak daha akıllı bir iş yapmış olmaz mıyız?