Fazıl Laurent’a karşı
06 NİSAN 2003
İki yıl kadar önce Havaalanından yurt dışına çıkarken kendime bir çakmak almıştım. Yves Saint Laurent marka. Gümrüksüz satış yapan mağaza kapı gibi garanti belgesini imzalayıp vermişti. Şehir içindeki şubesinin adresi de belgenin içinde yazıyordu.
Aynı günlerde makam şoförü arkadaşımız Şenol Bey, Üsküdar’daki Saatçı* Fazıl’dan Momentus marka bir saat almış. Ne garanti belgesi var, ne de parlak, afili kutusu... Adam kartını vermiş sadece.
Cebime sokup çıkarırken benim çakmağın üzerindeki sırça kısa zamanda soyuldu. Saçı tam dökülmediği için daha da itici bir hal alan ‘yarı kellere’ döndü. Biliyorsunuz bu durumda en doğru yol saçları 3 numaraya vurdurmaktır, oradan alıp buraya atarak kelliği örtmeye çalışmak değil...
Biz çakmağı 3 numaraya vurduramayacağımıza göre, belgede yazan adrese gönderdik. Mağaza dekor açısından süpermiş. Havasından geçilmiyormuş. Görevliler de çok net konuşmuşlar: “Kullanıcı hatası. Yapabileceğimiz bir şey yok.”..
Bilinçli bir tüketici olarak çakmağın her iki yüzünün dijital kamera ile fotoğrafını çektirdim. Yves Saint Laurent’in web sitesinden e-posta adresini buldum. Fotoğrafları müşteri ilişkileri servisine ‘ekli belge’ olarak gönderdim. Sonra beklemeye başladım. Onlar da kararlı bir şekilde sessizliklerini sürdürdüler.
Şenol Bey, Saatçı Fazıl’dan aldığı saatin alt kapağını geçenlerde düşürmüş. Bir daha da bulamamış. Ücreti neyse ödeyip, yeni bir kapak taktırmak üzere Üsküdar’ın yolunu tutmuş. ‘Saatçı Fazıl’, bir an bile tereddüt etmeden saati değiştirmiş ve kendisine yepyeni bir Momentus vermiş...
Müşteri değeri ve müşteri ilişkilerini doğru yönetmenin ne kadar önemli olduğunu uzun uzun anlatmaya gerek görmüyorum. Son gelişme ile noktalayalım bu konuyu: Yves Saint Laurent bildiğiniz gibi battı. Üsküdarlı Saatçı Fazıl da Kadıköy’de şube açmış...
*Firma kendisine “Saatçı” demeyi uygun bulmuş, “Saatçi” değil. Onun için öyle yazdım...
Olips’den iletişim dersi
Olips’i severek yerim. Hele otel salonlarında can sıkıcı bir konuşma izlemek zorundaysam... Masalara çanaklar içinde serpiştirilmiş Olips’ler uyanık kalmak için can simidi gibi imdadıma yetişirler. Bir de otomobil sporlarına verdikleri destek ve sponsorlukları nedeniyle ayrı bir yeri vardır gönlümde.
Olips’in arkasındaki marka Kent. Kent’in bayramlarda yayınlanan o duygusal reklamlarını da her zaman “doğru” bulmuşumdur. Hedef kitleye ve iş hedefine uygunluğu tartışılmaz doğrusu.
Olips’in son reklamını gördüğümüzde ailece şaşırdık. Hepimizi bir hüzün kapladı. Çocuğun annesi ölmüş. Gökyüzünden oğluna sesleniyor. Taa oralardan oğlunun sağlığı ile ilgileniyor... Bazılarımız “Yok canım olmaz. Kadıncağız ölmemiştir. Böyle ölümcül bir öğeyi reklamda kullanmış olamazlar” diye itiraz ediyor. Bazılarımız ise “Baksana kadın melek olmuş gökyüzünden konuşuyor” diye karşı çıkıyor.
Tam birbirimizi yemek üzereydik ki, İdea Halkla İlişkiler’den Sevinç Çakmaz hanım imdadımıza yetişti. Bize ulaşan açıklaması şöyle:
“Sayın Ali Saydam, Reklam sektöründeki deneyim ve yorumlarınıza verdiğimiz önemden dolayı; geçtiğimiz günlerde yayınlanmaya başlayan Kent - Olips reklam filminin senaryosunun vermek istediği ana mesajı ekte sizinle paylaşmak istedik.
Erol’un annesi ölü değil; öbür dünyadan da konuşmuyor. Söylediği her şey, “Yine incecik çıkmışsın!”, “Sıktın mı portakal suyunu?” “Şeker mi yiyorsun sabah sabah?”, herkesin kendi annesinden sıkça duyduğu, hatta beyinlere kazınmış, bu dünyaya ait sözler. Neden gökyüzünde belirip bulutların arasından konuştuğuna gelince, bunun birkaç farklı yorumu olabilir… Sembolik bir yaklaşımla, Erol çocukluktan çıkmış olsa da, annesinin hâlâ, her adımda yanında olduğunu, onu izlediğini gösteriyor. Psikoanalitik bir yaklaşımla, anne Erol’a doğruları gösteren bir üst benlik vazifesinde. Sinematik bir yaklaşımla, izleyenler için, Woody Allen’ın New York Üçlemesi adlı filmdeki hikayesine gönderme yapıyor. Ve reklamsal bir yaklaşımla da, annenin Erol’u direkt karşısına alıp konuşmasından çok daha ilginç!”
Sevinç Hanımdan Allah razı olsun. Böylece bu reklam filminin ne demek istediğini öğrenmiş olduk.
Bir zamanlar TRT’de Cevat M. Altar’ın sunduğu “İzahlı Müzik Saati” diye harika bir program vardı. Şimdi de TV’lerde “İzahlı reklamlar” diye bir program herhalde iyi iş yapardı.
Reklam filminin ne demek istediğini, mesajını en yalın ve net bir şekilde iletmesi gerektiğini, iletişimin birinci kuralı olarak bellemiştik. Bu şekilde ikinci kuralı da öğrenmiş bulunuyoruz. Önce reklam filmini TV kanallarından yayınlayacaksın. Arkasından herkese açıklama gönderip filmde ne denmek istendiğini anlatacaksın... Harika! Bir iletişimci hizmetlisi olarak ne zaman yeni bir şey öğrensem, işte böyle sevinirim. Teşekkürler Olips!
Terakki Vakfı’ndan bir hazine
Kültürün temel taşlarından biri hiç şüphesi tarihimiz, gelenek ve göreneklerimiz. Yani hafızamız... O hafızamız ki ne yazık ki zaman zaman doğrulardan çok yanlışlarla dolar taşar...
Örneğin bir itirafta bulunayım size: Ancak Prof. Dr. Kemal Karpat’ın kitabıyla karşılaştıktan sonra II. Abdülhamit’i ve onun dönemini ne kadar yanlış tanıdığımı farkettim.
Terakki Vakfı’nın yayınladığı “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Selanik’ten İstanbul’a Terakki Vakfı ve Terakki Okulları” adlı devasa eseri görünce de benzer duygulara kapıldım. Ne adını çok sık duyduğum bu nadide okulun kendisini doğru dürüst tanıyormuşum, ne de tanıklık ettiği tarihi dönemler içindeki yerini. Hatta daha da ötesi tamamen saptırılmış bilgilerim varmış.
İçinde bir CD. Nefis fotoğraflar. Çarpıcı belgeler. Harika bir PR işi... Bu son söylediğimi tam inanarak ifade edebilmem için bu pahalı kitabın nasıl ve kimlere dağıtıldığını, çok daha ekonomik bir baskısının yapılıp tüm eski ve yeni öğrencilere verilip verilmediğini de bilmem lazım. Bize gönderilen dosyada bu bilgiler yoktu...
Helal olsun size!
Duvar tavsiye edilir mi? Edilir...
Ortaköy’e yolunuz düşmüyorsa da düşürün. Galatasaray Üniversitesinin oralarda araçtan inin. Aynı kaldırımda kalarak Ortaköy istikametinde yürüyün. Gözünüz karşı kaldırımda olsun. Sakın karşı kaldırımdan yürümeyin. Yoksa layıkıyla göremezsiniz...
Bir duvar ancak böyle değerlendirilir... Sanat uzmanı değilim. Grafiti de denen popüler kültür taşıyıcısından hiç anlamam. Beni heyecanlandıran, Allah’ın iç karartıcı gri duvarının nasıl anlamlı bir şehir mobilyası haline geldiğine tanıklık etmek... “Neden olmasın” diye soranların hayatımıza kattığı renk ve anlam...
Algılama yönetiminin 9 altın kuralından biridir: “Düşüncelerden çok duygulara hitap edeceksin”... Barış adına yapılan pek çok şeyden daha etkili bence.
O duvar daha önce de ‘boyanmıştı’... Bu sefer iletişim aracı olarak kullanılmış. Küçücük, mütevazı bir tabeladan öğreniyoruz kahramanları: Beşiktaş Belediye Başkanı Yusuf Namoğlu, Anadolu Sigorta ve İş Bankası ve bu kurumların halkla ilişkiler danışmanları... Helal olsun size! Bir helallik işe yine Ortaköy’de Ulus’a çıkan yokuşun başındaki duvarda rastlamak mümkün. Bu sefer kahramanlar belli değil. Çizenler de her iki duvarda da bilinmiyor ne hikmetse .. Mutlaka gidip görün. Benim nüfus kütüğüm Beşiktaş’da. Gurur duydum...
PR Cinayetleri
Halkla ilişkiler sektörü hızla gelişiyor. “Reklamın düşüşü PR’ın yükselişi” gibi kitaplar bunun habercisi... ‘İletişim harcamalarının geri dönüşünün ölçümlenmesi’ gibi konuların CEO’ların ajandasına girmesi PR’ın yolunu açan gelişmeler.
Mükemmel uygulamalar görüyoruz. Örneğin, Turkcell ‘Futbol Ödülleri’ seçimi, son günlerin en çarpıcı stratejik PR etkinliği.
Bu arada halkla ilişkiler adına işlenen cinayetlerin de sayısı artıyor. Fazla olan iyi değildir. Paranın, arkadaşın, akrabanın, mal mülkün, yemeğin, yemekteki tuzun, her şeyin ama her şeyin fazlası sorun yaratabilir. Tabi ki iletişimin de.
Ülkemizde de önemli yeri olan uluslararası bir grubun yetkilileri, bazı gazetecileri CEO ile görüştürmek üzere şirketin Avrupa’daki merkezine götürmüşler. Amaç, grubun durumunu, hedeflerini, Türkiye’yi, bölgeyi konuşmakmış.
Oysa CEO, hiç gereği ve yeri olmadığı halde, başlamış siyasi demeçlere. Hem de Türk halkının yani müşteri kitlesinin, hassas noktalarına vurgu yaparak: Irak savaşındaki tutum, kürt meselesi vs. Bir tek “Kıbrıs’ı verin de şu iş bitsin!” demediği kalmış...
Ekonomi sayfalarında çıkması hedeflenen haber birinci sayfalarda, hatta manşette. İyi mi? Tabi ki hayır. Senin işin siyaset değil ki. Ürününü hizmetini satmak... Haber değerini oluştur. Doğru mesajı ver. Haberin olması gerektiği yerde olması gerektiği kadar çıksın. Bütün araştırmalar gösteriyor ki, iş dünyası siyasete ne kadar bulaşırsa o kadar itibar kaybediyor.
Gelelim ikinci cinayete... Büyük ve itibarlı bir finans kuruluşunun yeni çıkacak bir ürününü, gazetecilere önden 100’er milyonluk avantaj sağlayarak onları ürün çıkınca müşteri yapmak üzere gönderdiği sertifikalara ne demeli. Pek çok gazetecinin sertifikasını iade ettiği söyleniyor. Büyük fiyasko...
Hemen yakın geçmişte, basın toplantısında gazetecilere kurayla cep telefonu hediye etmeye kalkmanın nelere mal olduğu yaşanmamış mıydı. “Gayri safi milli hafıza eksikliğimiz” bir kez daha yapacağını yapmış anlaşılan...
İtibar daldaki kuş gibidir. En ufak gürültüde kaçar gider. Bir daha onu aynı yere kondurmak kolay değildir...
Kısa... Kısa...
· Beş tane kitap var önümde. Beşini de iletişim konusuna keyifle kafa yoranlara şiddetle tavsiye ediyorum. Birincisi Reklamcılık Vakfı yayınlarından. Kemal Sezer imzası ile çıkmış: “Ege Ernart. Bir öncü reklamcı ve sıra dışı yaşamı”. ‘Gayrı Safi Milli Hafızamız’ hele reklam sektöründe yerlerde sürünürken bu kitap bir pırlanta! İkinci Kitap Derin Yayınları’ndan. Marmara İletişim’in Dekanı ve Türkiye’de halkla ilişkiler sektörünün kurucularından Prof. Alâeddin Asna Açık Radyo’da yaptığı söyleşileri derlemiş: “Önce İletişim vardı – Ustalar ne diyor?”. Lütfedip beni de almış kitabına Alâeddin Hoca... Üçüncüsü bir MedyaCat yapımı tercüme eser. Klaus Werner ve Hans Weiss pek çok vaka analizi almışlar kitaplarına: “Markaların Kara Kitabı”. Dördüncü kitap ise iletişimin hızla geliştiği Ankara’dan. Phoenix Yayınları çıkarmış. Yrd. Doç. Dr. Nuran Yıldız imzası ve ciddi emeği hemen gözüküyor: “Lider, imajlar, medya”. Beşincisi ise MARKA yayınlarından MediaCat Kitapları olarak yayınlanmış. Fiona Gilmore imzalı: “Marka Savaşçıları”... Kitabın bence tek eksiği var. MARKA, reklam dünyasının yaramaz çocuk ‘cin’lerinden Hulusi Derici’nin Başkanı olduğu bir ajans... Nerede onun önsözü?.. Herhalde kitap kadar ilginç olurdu, belki daha da ilginç...
Parayı sokağa atmadan
· Reklamverenler Derneği ile Reklamcılar Derneği biraraya gelmişler. Çok doğru bir iş yapmışlar. Ortak noktalardaki standartları saptamışlar. Çalışma ilkelerini, sözleşme standartlarını belirlemişler. Bunu da web sitelerine yerleştirmişler. Reklam verme konusunda kafası kesik tavuklar gibi kim vurduya gitmek, onun bunun elinde heba olup gitmek, parayı sokağa atmak istemeyen, özellikle reklam verme işine yeni girecek tüm genç kuruluşlar hatta tecrübeliler bile mutlaka bir göz atmalı...
Mum söndü
· İletişim işini bilimsel temellere, verilere oturtmak önemli mesele. Reklamın/haberin yayımlandığı mecra, saat, sayfa, program seçmek iletişimcilerin en önemli meselelerinden. Ortada bilimsel kriter olmayınca iş subjektif değerlerle karar almaya kalıyor (Bizim reklam sıralaması gibi). TV izlenme paylarını araştıran AGB, bugüne kadar bu karanlık sahada titrek ışık verse de bir mum olmuştu. Star AGB’den ayrılma kararı alıp tedbir koydurunca mum söndü... Yasal süreç bekleniyor. İş yine iletişimcilerin ‘insiyakine’ kaldı. Kör döğüşü, el yordamı... Bu birleşik kaplar gibi bir şeydir. Bir kere yola çıkılmış. Mutlaka yeri dolar...
1. KoçBank Kredi Kartı
2. Tansaş ‘Tüketici Hakları’
3. Alo ‘Çok mutluyum anne. Çok!’
4. Turkcell 'Bingöl/Yayladere'
5. Vestel ‘Süreyya Ayhan’
6. ECA
7. Aria ‘Collina’
8. Duru ’22 saniye’
9. Coca-Cola ‘Herkes için’
10. Beko 'Dinazor'
Aynı günlerde makam şoförü arkadaşımız Şenol Bey, Üsküdar’daki Saatçı* Fazıl’dan Momentus marka bir saat almış. Ne garanti belgesi var, ne de parlak, afili kutusu... Adam kartını vermiş sadece.
Cebime sokup çıkarırken benim çakmağın üzerindeki sırça kısa zamanda soyuldu. Saçı tam dökülmediği için daha da itici bir hal alan ‘yarı kellere’ döndü. Biliyorsunuz bu durumda en doğru yol saçları 3 numaraya vurdurmaktır, oradan alıp buraya atarak kelliği örtmeye çalışmak değil...
Biz çakmağı 3 numaraya vurduramayacağımıza göre, belgede yazan adrese gönderdik. Mağaza dekor açısından süpermiş. Havasından geçilmiyormuş. Görevliler de çok net konuşmuşlar: “Kullanıcı hatası. Yapabileceğimiz bir şey yok.”..
Bilinçli bir tüketici olarak çakmağın her iki yüzünün dijital kamera ile fotoğrafını çektirdim. Yves Saint Laurent’in web sitesinden e-posta adresini buldum. Fotoğrafları müşteri ilişkileri servisine ‘ekli belge’ olarak gönderdim. Sonra beklemeye başladım. Onlar da kararlı bir şekilde sessizliklerini sürdürdüler.
Şenol Bey, Saatçı Fazıl’dan aldığı saatin alt kapağını geçenlerde düşürmüş. Bir daha da bulamamış. Ücreti neyse ödeyip, yeni bir kapak taktırmak üzere Üsküdar’ın yolunu tutmuş. ‘Saatçı Fazıl’, bir an bile tereddüt etmeden saati değiştirmiş ve kendisine yepyeni bir Momentus vermiş...
Müşteri değeri ve müşteri ilişkilerini doğru yönetmenin ne kadar önemli olduğunu uzun uzun anlatmaya gerek görmüyorum. Son gelişme ile noktalayalım bu konuyu: Yves Saint Laurent bildiğiniz gibi battı. Üsküdarlı Saatçı Fazıl da Kadıköy’de şube açmış...
*Firma kendisine “Saatçı” demeyi uygun bulmuş, “Saatçi” değil. Onun için öyle yazdım...
Olips’den iletişim dersi
Olips’i severek yerim. Hele otel salonlarında can sıkıcı bir konuşma izlemek zorundaysam... Masalara çanaklar içinde serpiştirilmiş Olips’ler uyanık kalmak için can simidi gibi imdadıma yetişirler. Bir de otomobil sporlarına verdikleri destek ve sponsorlukları nedeniyle ayrı bir yeri vardır gönlümde.
Olips’in arkasındaki marka Kent. Kent’in bayramlarda yayınlanan o duygusal reklamlarını da her zaman “doğru” bulmuşumdur. Hedef kitleye ve iş hedefine uygunluğu tartışılmaz doğrusu.
Olips’in son reklamını gördüğümüzde ailece şaşırdık. Hepimizi bir hüzün kapladı. Çocuğun annesi ölmüş. Gökyüzünden oğluna sesleniyor. Taa oralardan oğlunun sağlığı ile ilgileniyor... Bazılarımız “Yok canım olmaz. Kadıncağız ölmemiştir. Böyle ölümcül bir öğeyi reklamda kullanmış olamazlar” diye itiraz ediyor. Bazılarımız ise “Baksana kadın melek olmuş gökyüzünden konuşuyor” diye karşı çıkıyor.
Tam birbirimizi yemek üzereydik ki, İdea Halkla İlişkiler’den Sevinç Çakmaz hanım imdadımıza yetişti. Bize ulaşan açıklaması şöyle:
“Sayın Ali Saydam, Reklam sektöründeki deneyim ve yorumlarınıza verdiğimiz önemden dolayı; geçtiğimiz günlerde yayınlanmaya başlayan Kent - Olips reklam filminin senaryosunun vermek istediği ana mesajı ekte sizinle paylaşmak istedik.
Erol’un annesi ölü değil; öbür dünyadan da konuşmuyor. Söylediği her şey, “Yine incecik çıkmışsın!”, “Sıktın mı portakal suyunu?” “Şeker mi yiyorsun sabah sabah?”, herkesin kendi annesinden sıkça duyduğu, hatta beyinlere kazınmış, bu dünyaya ait sözler. Neden gökyüzünde belirip bulutların arasından konuştuğuna gelince, bunun birkaç farklı yorumu olabilir… Sembolik bir yaklaşımla, Erol çocukluktan çıkmış olsa da, annesinin hâlâ, her adımda yanında olduğunu, onu izlediğini gösteriyor. Psikoanalitik bir yaklaşımla, anne Erol’a doğruları gösteren bir üst benlik vazifesinde. Sinematik bir yaklaşımla, izleyenler için, Woody Allen’ın New York Üçlemesi adlı filmdeki hikayesine gönderme yapıyor. Ve reklamsal bir yaklaşımla da, annenin Erol’u direkt karşısına alıp konuşmasından çok daha ilginç!”
Sevinç Hanımdan Allah razı olsun. Böylece bu reklam filminin ne demek istediğini öğrenmiş olduk.
Bir zamanlar TRT’de Cevat M. Altar’ın sunduğu “İzahlı Müzik Saati” diye harika bir program vardı. Şimdi de TV’lerde “İzahlı reklamlar” diye bir program herhalde iyi iş yapardı.
Reklam filminin ne demek istediğini, mesajını en yalın ve net bir şekilde iletmesi gerektiğini, iletişimin birinci kuralı olarak bellemiştik. Bu şekilde ikinci kuralı da öğrenmiş bulunuyoruz. Önce reklam filmini TV kanallarından yayınlayacaksın. Arkasından herkese açıklama gönderip filmde ne denmek istendiğini anlatacaksın... Harika! Bir iletişimci hizmetlisi olarak ne zaman yeni bir şey öğrensem, işte böyle sevinirim. Teşekkürler Olips!
Terakki Vakfı’ndan bir hazine
Kültürün temel taşlarından biri hiç şüphesi tarihimiz, gelenek ve göreneklerimiz. Yani hafızamız... O hafızamız ki ne yazık ki zaman zaman doğrulardan çok yanlışlarla dolar taşar...
Örneğin bir itirafta bulunayım size: Ancak Prof. Dr. Kemal Karpat’ın kitabıyla karşılaştıktan sonra II. Abdülhamit’i ve onun dönemini ne kadar yanlış tanıdığımı farkettim.
Terakki Vakfı’nın yayınladığı “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Selanik’ten İstanbul’a Terakki Vakfı ve Terakki Okulları” adlı devasa eseri görünce de benzer duygulara kapıldım. Ne adını çok sık duyduğum bu nadide okulun kendisini doğru dürüst tanıyormuşum, ne de tanıklık ettiği tarihi dönemler içindeki yerini. Hatta daha da ötesi tamamen saptırılmış bilgilerim varmış.
İçinde bir CD. Nefis fotoğraflar. Çarpıcı belgeler. Harika bir PR işi... Bu son söylediğimi tam inanarak ifade edebilmem için bu pahalı kitabın nasıl ve kimlere dağıtıldığını, çok daha ekonomik bir baskısının yapılıp tüm eski ve yeni öğrencilere verilip verilmediğini de bilmem lazım. Bize gönderilen dosyada bu bilgiler yoktu...
Helal olsun size!
Duvar tavsiye edilir mi? Edilir...
Ortaköy’e yolunuz düşmüyorsa da düşürün. Galatasaray Üniversitesinin oralarda araçtan inin. Aynı kaldırımda kalarak Ortaköy istikametinde yürüyün. Gözünüz karşı kaldırımda olsun. Sakın karşı kaldırımdan yürümeyin. Yoksa layıkıyla göremezsiniz...
Bir duvar ancak böyle değerlendirilir... Sanat uzmanı değilim. Grafiti de denen popüler kültür taşıyıcısından hiç anlamam. Beni heyecanlandıran, Allah’ın iç karartıcı gri duvarının nasıl anlamlı bir şehir mobilyası haline geldiğine tanıklık etmek... “Neden olmasın” diye soranların hayatımıza kattığı renk ve anlam...
Algılama yönetiminin 9 altın kuralından biridir: “Düşüncelerden çok duygulara hitap edeceksin”... Barış adına yapılan pek çok şeyden daha etkili bence.
O duvar daha önce de ‘boyanmıştı’... Bu sefer iletişim aracı olarak kullanılmış. Küçücük, mütevazı bir tabeladan öğreniyoruz kahramanları: Beşiktaş Belediye Başkanı Yusuf Namoğlu, Anadolu Sigorta ve İş Bankası ve bu kurumların halkla ilişkiler danışmanları... Helal olsun size! Bir helallik işe yine Ortaköy’de Ulus’a çıkan yokuşun başındaki duvarda rastlamak mümkün. Bu sefer kahramanlar belli değil. Çizenler de her iki duvarda da bilinmiyor ne hikmetse .. Mutlaka gidip görün. Benim nüfus kütüğüm Beşiktaş’da. Gurur duydum...
PR Cinayetleri
Halkla ilişkiler sektörü hızla gelişiyor. “Reklamın düşüşü PR’ın yükselişi” gibi kitaplar bunun habercisi... ‘İletişim harcamalarının geri dönüşünün ölçümlenmesi’ gibi konuların CEO’ların ajandasına girmesi PR’ın yolunu açan gelişmeler.
Mükemmel uygulamalar görüyoruz. Örneğin, Turkcell ‘Futbol Ödülleri’ seçimi, son günlerin en çarpıcı stratejik PR etkinliği.
Bu arada halkla ilişkiler adına işlenen cinayetlerin de sayısı artıyor. Fazla olan iyi değildir. Paranın, arkadaşın, akrabanın, mal mülkün, yemeğin, yemekteki tuzun, her şeyin ama her şeyin fazlası sorun yaratabilir. Tabi ki iletişimin de.
Ülkemizde de önemli yeri olan uluslararası bir grubun yetkilileri, bazı gazetecileri CEO ile görüştürmek üzere şirketin Avrupa’daki merkezine götürmüşler. Amaç, grubun durumunu, hedeflerini, Türkiye’yi, bölgeyi konuşmakmış.
Oysa CEO, hiç gereği ve yeri olmadığı halde, başlamış siyasi demeçlere. Hem de Türk halkının yani müşteri kitlesinin, hassas noktalarına vurgu yaparak: Irak savaşındaki tutum, kürt meselesi vs. Bir tek “Kıbrıs’ı verin de şu iş bitsin!” demediği kalmış...
Ekonomi sayfalarında çıkması hedeflenen haber birinci sayfalarda, hatta manşette. İyi mi? Tabi ki hayır. Senin işin siyaset değil ki. Ürününü hizmetini satmak... Haber değerini oluştur. Doğru mesajı ver. Haberin olması gerektiği yerde olması gerektiği kadar çıksın. Bütün araştırmalar gösteriyor ki, iş dünyası siyasete ne kadar bulaşırsa o kadar itibar kaybediyor.
Gelelim ikinci cinayete... Büyük ve itibarlı bir finans kuruluşunun yeni çıkacak bir ürününü, gazetecilere önden 100’er milyonluk avantaj sağlayarak onları ürün çıkınca müşteri yapmak üzere gönderdiği sertifikalara ne demeli. Pek çok gazetecinin sertifikasını iade ettiği söyleniyor. Büyük fiyasko...
Hemen yakın geçmişte, basın toplantısında gazetecilere kurayla cep telefonu hediye etmeye kalkmanın nelere mal olduğu yaşanmamış mıydı. “Gayri safi milli hafıza eksikliğimiz” bir kez daha yapacağını yapmış anlaşılan...
İtibar daldaki kuş gibidir. En ufak gürültüde kaçar gider. Bir daha onu aynı yere kondurmak kolay değildir...
Kısa... Kısa...
· Beş tane kitap var önümde. Beşini de iletişim konusuna keyifle kafa yoranlara şiddetle tavsiye ediyorum. Birincisi Reklamcılık Vakfı yayınlarından. Kemal Sezer imzası ile çıkmış: “Ege Ernart. Bir öncü reklamcı ve sıra dışı yaşamı”. ‘Gayrı Safi Milli Hafızamız’ hele reklam sektöründe yerlerde sürünürken bu kitap bir pırlanta! İkinci Kitap Derin Yayınları’ndan. Marmara İletişim’in Dekanı ve Türkiye’de halkla ilişkiler sektörünün kurucularından Prof. Alâeddin Asna Açık Radyo’da yaptığı söyleşileri derlemiş: “Önce İletişim vardı – Ustalar ne diyor?”. Lütfedip beni de almış kitabına Alâeddin Hoca... Üçüncüsü bir MedyaCat yapımı tercüme eser. Klaus Werner ve Hans Weiss pek çok vaka analizi almışlar kitaplarına: “Markaların Kara Kitabı”. Dördüncü kitap ise iletişimin hızla geliştiği Ankara’dan. Phoenix Yayınları çıkarmış. Yrd. Doç. Dr. Nuran Yıldız imzası ve ciddi emeği hemen gözüküyor: “Lider, imajlar, medya”. Beşincisi ise MARKA yayınlarından MediaCat Kitapları olarak yayınlanmış. Fiona Gilmore imzalı: “Marka Savaşçıları”... Kitabın bence tek eksiği var. MARKA, reklam dünyasının yaramaz çocuk ‘cin’lerinden Hulusi Derici’nin Başkanı olduğu bir ajans... Nerede onun önsözü?.. Herhalde kitap kadar ilginç olurdu, belki daha da ilginç...
Parayı sokağa atmadan
· Reklamverenler Derneği ile Reklamcılar Derneği biraraya gelmişler. Çok doğru bir iş yapmışlar. Ortak noktalardaki standartları saptamışlar. Çalışma ilkelerini, sözleşme standartlarını belirlemişler. Bunu da web sitelerine yerleştirmişler. Reklam verme konusunda kafası kesik tavuklar gibi kim vurduya gitmek, onun bunun elinde heba olup gitmek, parayı sokağa atmak istemeyen, özellikle reklam verme işine yeni girecek tüm genç kuruluşlar hatta tecrübeliler bile mutlaka bir göz atmalı...
Mum söndü
· İletişim işini bilimsel temellere, verilere oturtmak önemli mesele. Reklamın/haberin yayımlandığı mecra, saat, sayfa, program seçmek iletişimcilerin en önemli meselelerinden. Ortada bilimsel kriter olmayınca iş subjektif değerlerle karar almaya kalıyor (Bizim reklam sıralaması gibi). TV izlenme paylarını araştıran AGB, bugüne kadar bu karanlık sahada titrek ışık verse de bir mum olmuştu. Star AGB’den ayrılma kararı alıp tedbir koydurunca mum söndü... Yasal süreç bekleniyor. İş yine iletişimcilerin ‘insiyakine’ kaldı. Kör döğüşü, el yordamı... Bu birleşik kaplar gibi bir şeydir. Bir kere yola çıkılmış. Mutlaka yeri dolar...
1. KoçBank Kredi Kartı
2. Tansaş ‘Tüketici Hakları’
3. Alo ‘Çok mutluyum anne. Çok!’
4. Turkcell 'Bingöl/Yayladere'
5. Vestel ‘Süreyya Ayhan’
6. ECA
7. Aria ‘Collina’
8. Duru ’22 saniye’
9. Coca-Cola ‘Herkes için’
10. Beko 'Dinazor'