"Ahalinin fikrini becerme sanatı"...
01 EKİM 2012
“PR: Public Relations. / İngilizce deyim. / Halkla ilişkiler. Ahalinin fikrini becerme sanatı. / Yoldan çıkarma bilimi. / Abdestsiz namaz kılma hâlinin günlük hayata uyarlanması.” Aslında “PR, Public Relations, Halkla ilişkiler” laflarını kaldırın; onların yerine gazeteci, köşe yazarı ya da reklamcı yazın… Ne değişirdi?
13 Eylül günü Selahattin Duman kardeşimin yazısına düştüğü bir dipnot bana sorarsanız iletişimle ilgilenen her bir meslek sahibinin ciddiye alması gereken bir hususun altını çiziyor. Selahattin Duman’ın eşsiz bir mizah yeteneği vardır. Durum komedyasına dayalı bir yaklaşımı oya gibi işler. Özüyle her zaman yüzde yüz mutabık olduğumu iddia edemesem de, hem üslubunu severim hem de yazdıklarının içeriğindeki zekâ oyunlarını. Selahattin Usta’nın yazısının başlığı şöyleydi: “Demokrasinin plaket sorunu üzerine notlar...” Afyon Valisinin Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’e verdiği armağanları tiye almış… Yazının içinde bir yerde bir de PR kavramı geçiyor. Duman oraya asterisk koymuş, inmiş yazının altına, dipnot düşmüş. Demiş ki: “PR: Public Relations.. / İngilizce deyim.. / Halkla ilişkiler.. Ahalinin fikrini becerme sanatı.. / Yoldan çıkarma bilimi.. / Abdestsiz namaz kılma hâlinin günlük hayata uyarlanması..” Aslında ‘PR, Public Relations, Halkla ilişkiler’ laflarını kaldırın; onların yerine gazeteci, köşe yazarı yazın, ya da reklamcı… Ne değişirdi?.. Araştırmalar pek bir şey değişmeyeceğine işaret ediyor. Türk halkının en itibar ettiği meslek öğretmenlik; en az itibar ettiği meslek ise içki satanlar… Onun bir üstünde yani sonda bir alt sırada gazeteciler var; onlardan bir basamak yukarıda da iletişimciler, araştırmacılar, halkla ilişkilerciler, reklamcılar… Yani, fikrimizi, “Bana öyle geliyor ki…”, “Bence…”, “Bana sorarsanız…” türünden sübjektif ‘temenni ve/veya hüsnükuruntu’ izleri taşıyan giriş cümleleriyle ifade ederek değil de, gerçeklerle yüzyüze gelmekten çekinmeyen bir yaklaşım sergileyerek dile getirmek istiyorsak; açık yüreklilikle teslim etmeliyiz: “Tencere dibin kara seninki benden kara…” Peki bu algı nasıl düzelecek?… Çünkü dünyanın gelişmiş ülkelerinde durum hiç de böyle değil. Biri magazin basınına söver, diğeri spor muhabirlerine, berikisi köşe yazarına, bir diğeri genel yayın yönetmenine; itibar noktasında en dibe vurmuş iki meslek grubundan biri de dönüp bir hayli savunmasız bir şekilde görev yapmaya çalışan halkla ilişkilercilere yüklenir durur… “LCV yapıp zırt pırt bizi aramayın”, “Basın bültenlerinizi doğru dürüst yazın”, “Yurt içi ve dışı basın gezisi davetlerinize icabet etmeme kararı aldık; hanut bunlar”, “Sadece bize para ödeyip abone olanların haberlerini yapacağız!”… Halkla ilişkilercilerin horlanmadığı durumlar pek azdır. Oysa aynı horlanma muhabirler için de geçerlidir. Büyük bürokratlar, siyasiler ve şirket yöneticileri; ünlü köşe yazarları, gazete yöneticileri ve de bazı sayfa editörleri dışındaki genç arkadaşlara röportaj bir yana, herhangi bir randevu dahi vermemektedirler… Bir kurum veya kişi medyaya yüklü reklam veriyorsa, haberlerinin medyada yer almasına ilişkin hiçbir sorun yaşamaz… Darda kalırlarsa, iletişim danışmanları şiddetle aksini tavsiye etseler de, meselesini doğrudan ilgili medyanın reklam departmanıyla çözmeyi tercih ederler. Kuvvetli reklam verenlerin basın toplantıları da reklam departmanları çalışanları tarafından takip edilir. Ve de o ilişkide şu klişe vaade sık sık rastlamak işten bile değildir: “Bizimle çalışırsanız, size güçlü haber desteği veririz”… Oysa medya ve PR şirketleri aynı geminin içinde bulunmaktadırlar. ABD’de medyada yer alan haberlerin %70’inin PR ajansları aracılığıyla gelmiş bilgi ve haber desteğine dayanarak yapıldığı bilinmektedir. Bizde de bu oranın altına düşüldüğünü sanmıyorum. Reklam departmanından (hatta doğrudan reklam ajanslarından) gelen haberi hiç sorgulamadan kullanan yazı işleri; iş savunmasız ve medyayı maddi açıdan desteklemesi olanaksız PR’a gelince inanılmaz bir reaktif tavır alabilmektedir. Oysa PR, medya mensuplarının en yakın sosyal paydaşı, haber, bilgi ve ilişki kanalıdır. 1950’li yıllarda ABD’de de ortaya çıkmış olan bu ‘garip’ durum, zaman içinde yerini müthiş bir uyum ve saygın bir ilişki biçimine terk etmiştir. Peki bunu sağlayan nedir?... Reklam, PR ve de medya çalışanlarının meslek örgütleri… Eğer bir kurum ya da kişinin üretiminin, savunduğu konularının, düzenlediği etkinliklerin ‘haber değeri’ varsa, ona medyada yer açmak medyanın asli görevidir. İşin özü budur. Eğer ortada haber değeri yoksa, ortaya her türlü etik olmayan durumun çıkması kaçınılmazdır. Her üç meslek grubunun (tabii üyeleri üzerinde etkisi olanlarının) yapması gereken bu asgari müşterekte buluşup birlikte itibarlarını yukarıya doğru çekmek olmalıdır; birbirleriyle didişmek ya da, birbirlerine kul köle olmak değil… Kendi dedikodunu kendin yapma Kenan Evren’in huyuydu. Meydanlarda, “Bana şu faksı çekmişler”, diye söze girer, devrimci örgütlerin kimseye ulaşma şansı olmayacak bildirilerini okurdu… Bir buçuk ay kadar önce Hürriyet'te yer alan bir ilan da bana seksenli yıllardaki bu Evren tarzı duyuruları hatırlattı. İletişim alanında çok sık yapılan, benim de sık sık üstünde durduğum ‘küçük’ hatalardan… Çıkarılacak çok ders var. Örneğin… Daha önce Beykent Eğitim Kurumlarında eğitim danışmanı olarak görev yapan Sadık Gültekin, iddia o ki kurumdan ayrıldıktan sonra Beykent hakkında mesnetsiz açıklamalarda bulunmuş… Kurumu karalamış… Bunun üzerine Beykent, Gültekin'in bu beyanlarının dikkate alınmaması gerektiğinin altını çizerek kamuoyuna duyuru yapıyor… Duyuru yarım sayfa… Böylece olaydan bihaber olan herkes eğer o gün gazeteye bakmışsa haberdar oluvermiş… Benim de, bana konuyu bir e-posta ile ileten sevgili Lale Filoğlu’nun da aklına hemen düşüveren soru tabii ki şu: “Acaba Sadık Gültekin neler anlatıyormuş etrafta… Ya ateş olmayan yerden duman çıkmıyorsa”… Kriz iletişimi yapmadan, ortada kriz olup olmadığını saptamak gerekir. Onun için de hasara bakılır. Etraftaki eşin dostun lafına değil. Yoksa ne olur? Yoksa durduk yerde kendi hasarınızı kendiniz yaratıverirsiniz… Beykent iyi bir kurumdur. Saygın ve başarılı bir çizgisi vardır… Ne lüzumu var; iletişim yapılmayacak yerde ‘iletişim’ yapmaya. Sinek küçük; mide bulandırır… Ödül varsa ticari başarı nanay!.. Yurt dışında yaşamasına rağmen Türkiye ile bağlarını koparmamış olan oyuncu, sinemacı, birkaç dalda uzmanlığı ve doktorası olan diş hekimi Tunç Okan, benim ta 1960’lardan, İsviçre’den arkadaşımdır… Beraber sabahlara kadar şiir okumuşluğumuz, aynı takımda basketbol oynamışlığımız, uzun geziler yapmışlığımız vardır. ‘Otobüs’ gibi ödüle doymamış filmlerde imzası vardır. Otobüs, Cumartesi Cumartesi, Sarı Mercedes’in ardından, 4’üncü filmi ‘Umut Üzümleri’ni 17-18 yıl gibi uzunca bir aradan sonra nihayet tamamlamış. Geçenlerde biraraya geldik. Umut Üzümleri’nin senaryosu bir uyarlama… Okan, yıllar önce haklarını aldığı Fakir Baykurt’un ‘Kaplumbağalar’ adlı eserinden yararlanmış. Başrollerinde Ahmet Mekin ve Altan Erkekli’nin oynadığı film büyük olasılıkla Mart 2013’te gösterime girecek. Filmin natamam halini gördüm. Mekin ile Erkekli döktürmüşler. İlginç bir iş çıkmış ortaya… Gelelim işin dramatik yanına. Tunç Okan’ın filmi Antalya Film Festivali’ne kabul edilmiş. Ancak etrafındaki pek çok eşi dostu uyarıyormuş kendisini: “Ağabey, ödül filmi mi yaptın, gişe filmi mi? Seninki bir ödül aldı mı, yandın… Kimse gelmez izlemeye…” Tunç Okan, “Yahu ikisi bir arada olamaz mı?” diyecek oluyormuş. Özellikle Yeşilçam sonrası entelektüel havaların esmeye başladığı yıllardaki ödüllü filmlerden söz edip moralini bozuyorlarmış arkadaşımızın… Bir festival için ne acı bir marka algısıdır… Ödül alırsın ama sonrasında da halk “Bu film ödüllü, mutlaka ya temposu düşüktür, ya konusu anlaşılmaz, ya da gereğinden fazla uzundur” diye gitmez… Marka vaadine bakın… Antalya’nın tez elden bu algıyı değiştirmesi şart. Bu nedenle bazılarımızın burun kıvırdığı Hülya Avşar hanımın jüri başkanlığı bir umut ışığıdır. İkinci bir çözüm olarak da, Festivale paralel bir de Antalya Sanat Filmleri Festivali düzenleyip, isteyenlerin orada ‘tatmin’ olmalarını sağlamak mümkün. Yoksa onca yıl yatırım yapılmış bir markanın kan kaybı sürüp gidecektir…
13 Eylül günü Selahattin Duman kardeşimin yazısına düştüğü bir dipnot bana sorarsanız iletişimle ilgilenen her bir meslek sahibinin ciddiye alması gereken bir hususun altını çiziyor. Selahattin Duman’ın eşsiz bir mizah yeteneği vardır. Durum komedyasına dayalı bir yaklaşımı oya gibi işler. Özüyle her zaman yüzde yüz mutabık olduğumu iddia edemesem de, hem üslubunu severim hem de yazdıklarının içeriğindeki zekâ oyunlarını. Selahattin Usta’nın yazısının başlığı şöyleydi: “Demokrasinin plaket sorunu üzerine notlar...” Afyon Valisinin Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’e verdiği armağanları tiye almış… Yazının içinde bir yerde bir de PR kavramı geçiyor. Duman oraya asterisk koymuş, inmiş yazının altına, dipnot düşmüş. Demiş ki: “PR: Public Relations.. / İngilizce deyim.. / Halkla ilişkiler.. Ahalinin fikrini becerme sanatı.. / Yoldan çıkarma bilimi.. / Abdestsiz namaz kılma hâlinin günlük hayata uyarlanması..” Aslında ‘PR, Public Relations, Halkla ilişkiler’ laflarını kaldırın; onların yerine gazeteci, köşe yazarı yazın, ya da reklamcı… Ne değişirdi?.. Araştırmalar pek bir şey değişmeyeceğine işaret ediyor. Türk halkının en itibar ettiği meslek öğretmenlik; en az itibar ettiği meslek ise içki satanlar… Onun bir üstünde yani sonda bir alt sırada gazeteciler var; onlardan bir basamak yukarıda da iletişimciler, araştırmacılar, halkla ilişkilerciler, reklamcılar… Yani, fikrimizi, “Bana öyle geliyor ki…”, “Bence…”, “Bana sorarsanız…” türünden sübjektif ‘temenni ve/veya hüsnükuruntu’ izleri taşıyan giriş cümleleriyle ifade ederek değil de, gerçeklerle yüzyüze gelmekten çekinmeyen bir yaklaşım sergileyerek dile getirmek istiyorsak; açık yüreklilikle teslim etmeliyiz: “Tencere dibin kara seninki benden kara…” Peki bu algı nasıl düzelecek?… Çünkü dünyanın gelişmiş ülkelerinde durum hiç de böyle değil. Biri magazin basınına söver, diğeri spor muhabirlerine, berikisi köşe yazarına, bir diğeri genel yayın yönetmenine; itibar noktasında en dibe vurmuş iki meslek grubundan biri de dönüp bir hayli savunmasız bir şekilde görev yapmaya çalışan halkla ilişkilercilere yüklenir durur… “LCV yapıp zırt pırt bizi aramayın”, “Basın bültenlerinizi doğru dürüst yazın”, “Yurt içi ve dışı basın gezisi davetlerinize icabet etmeme kararı aldık; hanut bunlar”, “Sadece bize para ödeyip abone olanların haberlerini yapacağız!”… Halkla ilişkilercilerin horlanmadığı durumlar pek azdır. Oysa aynı horlanma muhabirler için de geçerlidir. Büyük bürokratlar, siyasiler ve şirket yöneticileri; ünlü köşe yazarları, gazete yöneticileri ve de bazı sayfa editörleri dışındaki genç arkadaşlara röportaj bir yana, herhangi bir randevu dahi vermemektedirler… Bir kurum veya kişi medyaya yüklü reklam veriyorsa, haberlerinin medyada yer almasına ilişkin hiçbir sorun yaşamaz… Darda kalırlarsa, iletişim danışmanları şiddetle aksini tavsiye etseler de, meselesini doğrudan ilgili medyanın reklam departmanıyla çözmeyi tercih ederler. Kuvvetli reklam verenlerin basın toplantıları da reklam departmanları çalışanları tarafından takip edilir. Ve de o ilişkide şu klişe vaade sık sık rastlamak işten bile değildir: “Bizimle çalışırsanız, size güçlü haber desteği veririz”… Oysa medya ve PR şirketleri aynı geminin içinde bulunmaktadırlar. ABD’de medyada yer alan haberlerin %70’inin PR ajansları aracılığıyla gelmiş bilgi ve haber desteğine dayanarak yapıldığı bilinmektedir. Bizde de bu oranın altına düşüldüğünü sanmıyorum. Reklam departmanından (hatta doğrudan reklam ajanslarından) gelen haberi hiç sorgulamadan kullanan yazı işleri; iş savunmasız ve medyayı maddi açıdan desteklemesi olanaksız PR’a gelince inanılmaz bir reaktif tavır alabilmektedir. Oysa PR, medya mensuplarının en yakın sosyal paydaşı, haber, bilgi ve ilişki kanalıdır. 1950’li yıllarda ABD’de de ortaya çıkmış olan bu ‘garip’ durum, zaman içinde yerini müthiş bir uyum ve saygın bir ilişki biçimine terk etmiştir. Peki bunu sağlayan nedir?... Reklam, PR ve de medya çalışanlarının meslek örgütleri… Eğer bir kurum ya da kişinin üretiminin, savunduğu konularının, düzenlediği etkinliklerin ‘haber değeri’ varsa, ona medyada yer açmak medyanın asli görevidir. İşin özü budur. Eğer ortada haber değeri yoksa, ortaya her türlü etik olmayan durumun çıkması kaçınılmazdır. Her üç meslek grubunun (tabii üyeleri üzerinde etkisi olanlarının) yapması gereken bu asgari müşterekte buluşup birlikte itibarlarını yukarıya doğru çekmek olmalıdır; birbirleriyle didişmek ya da, birbirlerine kul köle olmak değil… Kendi dedikodunu kendin yapma Kenan Evren’in huyuydu. Meydanlarda, “Bana şu faksı çekmişler”, diye söze girer, devrimci örgütlerin kimseye ulaşma şansı olmayacak bildirilerini okurdu… Bir buçuk ay kadar önce Hürriyet'te yer alan bir ilan da bana seksenli yıllardaki bu Evren tarzı duyuruları hatırlattı. İletişim alanında çok sık yapılan, benim de sık sık üstünde durduğum ‘küçük’ hatalardan… Çıkarılacak çok ders var. Örneğin… Daha önce Beykent Eğitim Kurumlarında eğitim danışmanı olarak görev yapan Sadık Gültekin, iddia o ki kurumdan ayrıldıktan sonra Beykent hakkında mesnetsiz açıklamalarda bulunmuş… Kurumu karalamış… Bunun üzerine Beykent, Gültekin'in bu beyanlarının dikkate alınmaması gerektiğinin altını çizerek kamuoyuna duyuru yapıyor… Duyuru yarım sayfa… Böylece olaydan bihaber olan herkes eğer o gün gazeteye bakmışsa haberdar oluvermiş… Benim de, bana konuyu bir e-posta ile ileten sevgili Lale Filoğlu’nun da aklına hemen düşüveren soru tabii ki şu: “Acaba Sadık Gültekin neler anlatıyormuş etrafta… Ya ateş olmayan yerden duman çıkmıyorsa”… Kriz iletişimi yapmadan, ortada kriz olup olmadığını saptamak gerekir. Onun için de hasara bakılır. Etraftaki eşin dostun lafına değil. Yoksa ne olur? Yoksa durduk yerde kendi hasarınızı kendiniz yaratıverirsiniz… Beykent iyi bir kurumdur. Saygın ve başarılı bir çizgisi vardır… Ne lüzumu var; iletişim yapılmayacak yerde ‘iletişim’ yapmaya. Sinek küçük; mide bulandırır… Ödül varsa ticari başarı nanay!.. Yurt dışında yaşamasına rağmen Türkiye ile bağlarını koparmamış olan oyuncu, sinemacı, birkaç dalda uzmanlığı ve doktorası olan diş hekimi Tunç Okan, benim ta 1960’lardan, İsviçre’den arkadaşımdır… Beraber sabahlara kadar şiir okumuşluğumuz, aynı takımda basketbol oynamışlığımız, uzun geziler yapmışlığımız vardır. ‘Otobüs’ gibi ödüle doymamış filmlerde imzası vardır. Otobüs, Cumartesi Cumartesi, Sarı Mercedes’in ardından, 4’üncü filmi ‘Umut Üzümleri’ni 17-18 yıl gibi uzunca bir aradan sonra nihayet tamamlamış. Geçenlerde biraraya geldik. Umut Üzümleri’nin senaryosu bir uyarlama… Okan, yıllar önce haklarını aldığı Fakir Baykurt’un ‘Kaplumbağalar’ adlı eserinden yararlanmış. Başrollerinde Ahmet Mekin ve Altan Erkekli’nin oynadığı film büyük olasılıkla Mart 2013’te gösterime girecek. Filmin natamam halini gördüm. Mekin ile Erkekli döktürmüşler. İlginç bir iş çıkmış ortaya… Gelelim işin dramatik yanına. Tunç Okan’ın filmi Antalya Film Festivali’ne kabul edilmiş. Ancak etrafındaki pek çok eşi dostu uyarıyormuş kendisini: “Ağabey, ödül filmi mi yaptın, gişe filmi mi? Seninki bir ödül aldı mı, yandın… Kimse gelmez izlemeye…” Tunç Okan, “Yahu ikisi bir arada olamaz mı?” diyecek oluyormuş. Özellikle Yeşilçam sonrası entelektüel havaların esmeye başladığı yıllardaki ödüllü filmlerden söz edip moralini bozuyorlarmış arkadaşımızın… Bir festival için ne acı bir marka algısıdır… Ödül alırsın ama sonrasında da halk “Bu film ödüllü, mutlaka ya temposu düşüktür, ya konusu anlaşılmaz, ya da gereğinden fazla uzundur” diye gitmez… Marka vaadine bakın… Antalya’nın tez elden bu algıyı değiştirmesi şart. Bu nedenle bazılarımızın burun kıvırdığı Hülya Avşar hanımın jüri başkanlığı bir umut ışığıdır. İkinci bir çözüm olarak da, Festivale paralel bir de Antalya Sanat Filmleri Festivali düzenleyip, isteyenlerin orada ‘tatmin’ olmalarını sağlamak mümkün. Yoksa onca yıl yatırım yapılmış bir markanın kan kaybı sürüp gidecektir…