‘Cumhuriyet’e Kanat Gerenler’in bayramı kutlu olsun!
29 EKİM 2007
Gazi Mustafa Kemal Atatürk adresi çok net belli etmiş: Türk Gençliği! Cumhuriyeti “İlelebet muhafaza ve müdafaa etme” görevini doğrudan onlara vermiş. Başka hiçbir kurum ya da gruba değil… Bu görevi neden başka bir kuruma vermemiş de gençlere vermiş diye sık sık düşünmüşümdür. Atatürk’ün düşünce sisteminde tesadüflere yer olmadığını, söylenen her sözün son derece planlı programlı dile getirildiğini biliyoruz… O halde neden gençler?..
Bir sürü beylik açıklama gelir insanın aklına; ama bence en anlamlı açıklama şudur: ‘Gençlerin kaybedecekleri fazla bir şeylerinin olmaması’dır…
Hangi ruh hali içindeki gençleri kastetmiştir Gazi? Ben bir de onları kutluyorum…
Cumhuriyetin inşasında tüm bireysel çıkarlarını hiçe sayarak kendilerini “İlelebet muhafaza ve müdafaa etmek” adına ülkelerine adamış olan 1900 ile 1910 arasında doğmuş binlerce genç ve onların çocuk ve torunları…
Bu kuşağı TRT’de yayınlanmış olan muhteşem bir dizide anmıştık. Ben danışmanıydım o programın. Sevgili Ülkü Karaosmanoğlu’nun liderliğinde geniş bir araştırmacı kadro da içeriği hazırlamıştı.
Ülkü’den rica ettim. Hafızasını yoklayıp şunları yazmış bana:
“1993'ün 29 Ekim'inde TRT 2'de yayın hayatına başlayan ve 1997 yılına kadar süren Cumhuriyet'e Kanat Gerenler'de tıptan mimariye, müzikten eğitime, edebiyattan sinemaya, tarımdan sanayiye kadar pek çok disiplinin içinden yetişmiş tam 260 ‘gencin’ portresini tanıttık.
Cumhuriyet'in ilk kuşağı; idealler kuşağı. Dünyaca ünlü grafik sanatçımız rahmetli Mengü Ertel'in, -ki biz ona tarih baba derdik- sunduğu bu belgeselde tanıttığımız Cumhuriyet öncülerinin pek çoğu devlet tarafından yurtdışına gönderilmiş, ülkedeki genç kuşakları yetiştirmek üzere çeşitli alanlarda eğitim görmüş ve her biri tekrar yurtlarına dönüp Anadolu'nun çeşitli köşelerine dağılmış, Cumhuriyet'in kurumlarını yapılandırmış olan sivil kadrolardı...
Hem bilgili, hem heyecanlı, hem hazinelerinin sesine kulak verip hem de ufka bakabilen insanlar... Osmanlıca'yı da, Fransızcayı'da bilen, Batı ve Doğu dünyasının kültürünü tanıma fırsatı bulmuş yurtseverler. ‘Doğu'nun tek Batılı, Batı'nın tek doğulu ülkesi’ni inşa etmeye çalışan idealler kuşağı... ‘Biz’i bilen, duygu ve düşünce mirasımıza sahip çıkan öncüler...
Dönüp geriye baktığımızda Mazhar Osman, Fatin Hoca, Mehmet Ali Kağıtçı, Cahit Arf, Zihni Derin, Cemal Reşit Rey, Adnan Saygun, Selim Sırrı Tarcan, Halit Ziya Uşaklıgil, Faik Reşit Unat, İhsan Ketin gibi hem aldıkları eğitimin hem de ülkelerinin öncüsü olabilmiş 260 portreyi tanıtabilmiş bir ‘vefa belgeseli’ kotarabildiğimiz için mutluyum.
Düşünsenize kimya öğretmeni olarak hayata atılan bir genç, selüloz'a kafasını takıp Almanya'da sonra da Fransa'da kağıt fabrikalarında işçi olarak çalışmayı göze alıyor ve ülkemize gelip bildiklerini uyguluyor. Bu gencin adı Mehmet Ali Kâğıtçı'dır ve ülkemizde kâğıt sanayinin babasıdır.
Bir başka örnek; Fransa'da dünyanın ünlü bestecileriyle yan yana yaşarken, kariyerinin en parlak döneminde ülkesinden, ünlü bir edebiyatçıdan, Halit Ziya Uşaklıgil'den ‘yurda dön’ çağrısı alıyor ve kurtuluş sonrasındaki kültür seferberliğinde yerini alabilmek için tereddütsüz dönüyor. Ve derler ki ‘Cemal Reşit Rey yurda dönmeseydi, dünyanın en büyük kompozitörlerinden biri olurdu.’ Bu kuşağın nelerden vazgeçtiklerini nasıl anlatalım?”
Koç Sistem şirketi Semahat Arsel Hanım’ın liderliğinde 5-6 yıl önce bu portrelerin bir kısmını TRT ile işbirliğinde CD olarak yayınlayıp dağıtmıştı. Bende iki tanesi var. Hepsi o… Dizi TRT’nin arşivinde mevcuttur. Keşke hamasi laflarla değil Cumhuriyet’i yüceltmiş olan bu kuşağın ideal fertlerini tanıtarak kutlayabilseydik Anadolu Devrimi’ni…
Henüz gecikmiş değiliz. Bir kuruluşun çıkıp bu işi bir KSS (Kurumsal Sosyal Sorumluluk) projesi içinde ele almasına bakar. Bireysel çıkarlarından başka bir şey düşünmemeye güdülenmiş olan çoğunluk günümüz gençleri dedelerinin hangi ortak ruhi şekillenme içinde onlara bugünleri hazırladıklarını öğrenseler, fena mı olur? Hayat belki o zaman daha farklı bir anlam kazanabilir miydi onlar için?..
Sultan kadar olamadık
Dün medyada Brunei Sultanı Hassanal Bolkiah’ın çevresindeki hizmetkârlarına hangi paraları ödendiği mahkeme kayıtlarına dayanılarak açıklanmış. Meraklılar girip internetten ayrıntılı bilgi alabilirler.
1788 odalı sarayında, 5000 otomobil, 2 Boeing, bir Airbus, 6 tane jet ve iki helikopteriyle mütevazı (!) bir hayat sürdüren Sultan son 4 yılda halka ilişkiler departmanına sadece çalışan ücreti olarak 40 milyon Avro ödemiş…
Bu rakam Türkiye’nin benzer işler için ödediklerinden binlerce kat fazla…
Haydi, ‘müsrif’ diyelim Sultan için ve içimize biraz su serpelim…
Yoksa Türkiye’nin, turizm pazarlaması değil, marka yönetimi ve PR’ı için ayrılan ve harcanan bütçelere bakıp ağlamamız gerekirdi…
İş ve iletişim ‘müptezellik’ kaldırmaz
Ne kadar sıkı laftır: Less is more… Yani az olan fazladır. Ben konuya öteki açıdan bakan anlayışın sözünü de çok beğenirim: Fazla olan yanlıştır…
Hani yemeğe tuz koyarsınız. İyi gelir. Biraz daha koyarsınız daha da iyi gelebilir. Sonra tuzu boca edersiniz. Alın başınıza belayı… Yiyemezsiniz yemeği. Çöpe atarsınız…
Fazlası rahatsız etmeyen sadece iki şey vardır. Sevgi ve bilgi… Dilerseniz farklı soyut kavramları da buraya ekleyebilirsiniz. Erdem gibi… Esenlik gibi…
İş ve iletişim yönetiminde ise bu iki özdeyiş birebir geçerlidir. Fazlası kafayı karıştırır; algılamayı karartır; çarpan etkisi değil bölen etkisi yapar…
İşte size bu konuda müthiş bir örnek. Fenerbahçeli futbolcu Roberto Carlos’un reklamlar ve PR çalışmalarında kullanılması. Hiç kimsenin tereddüdü olamaz. Carlos’un müthiş bir iletişim değeri vardır. Fenerbahçe ve Türkiye markalarına getirdiği katma değeri görmemek mümkün değildir… Ancak bu iletişim değeri bozuk para haline gelirse hem Carlos’a zarar verirsiniz, hem de Carlos’u bozuk para haline getirenlere…
Carlos’a önce bir Audi A8 verildi. Hediye değilmiş. Burada kullanması için ‘tahsis’ edilmiş. Gayet başarılı bir tören düzenlendi. Medya yansımaları çok iyiydi. Arkadan basın bir başka firmanın Audi Q7 hediye ettiğini yazdı. Aslını öğrendim. Audi Carlos’un İspanya’dayken şahsi sponsoruymuş. Delikanlı onun için Q7 kullanmış. Buraya gelince o iş bitmiş. Ancak bu kez Doğuş Otomotiv’in FB sponsorluğu nedeniyle yine yolu Audi ile kesişmiş.
Bu arada Volvo’cular boş durur mu? Bir tane de onlar vermiş. Doğuş Otomotiv kızmış. Carlos’un Volvo’yu iade ettiği söyleniyor… O günlerde bir röportajı sırasında altında Ferrari görülmüş. Tam işin suyu çıktı, diye düşünürken dün gazetelere yeni bir Carlos – Otomobil haberi daha düştü… Bu kez Lamborghini devrede. Habere göre usta oyuncu 300 bin YTL verip almış yeni arabayı…
Carlos’un Garanti Bankası’nın internet bankacılığı kampanyasında sahne almasını ise bu karmaşa arasında bir yerlere oturtmak kolay değil. Şimdi sayalım kaç marka ile adının yan yana anıldığını: Garanti, Audi, Volvo, Ferrari, Lamborghini… Bölen etkisi nasıl olur siz düşünün…
İş ve iletişim yönetimi adına bomba gibi bir ‘müptezellik’ vakası. Türk Dil Kurumu sözlüğünde ‘müptezellik’ kelimesi karşısında ne yazıyor biliyor musunuz? Aynen aktarıyorum: Çokluğundan dolayı değerini yitiren, değersiz…
Bir sürü beylik açıklama gelir insanın aklına; ama bence en anlamlı açıklama şudur: ‘Gençlerin kaybedecekleri fazla bir şeylerinin olmaması’dır…
Hangi ruh hali içindeki gençleri kastetmiştir Gazi? Ben bir de onları kutluyorum…
Cumhuriyetin inşasında tüm bireysel çıkarlarını hiçe sayarak kendilerini “İlelebet muhafaza ve müdafaa etmek” adına ülkelerine adamış olan 1900 ile 1910 arasında doğmuş binlerce genç ve onların çocuk ve torunları…
Bu kuşağı TRT’de yayınlanmış olan muhteşem bir dizide anmıştık. Ben danışmanıydım o programın. Sevgili Ülkü Karaosmanoğlu’nun liderliğinde geniş bir araştırmacı kadro da içeriği hazırlamıştı.
Ülkü’den rica ettim. Hafızasını yoklayıp şunları yazmış bana:
“1993'ün 29 Ekim'inde TRT 2'de yayın hayatına başlayan ve 1997 yılına kadar süren Cumhuriyet'e Kanat Gerenler'de tıptan mimariye, müzikten eğitime, edebiyattan sinemaya, tarımdan sanayiye kadar pek çok disiplinin içinden yetişmiş tam 260 ‘gencin’ portresini tanıttık.
Cumhuriyet'in ilk kuşağı; idealler kuşağı. Dünyaca ünlü grafik sanatçımız rahmetli Mengü Ertel'in, -ki biz ona tarih baba derdik- sunduğu bu belgeselde tanıttığımız Cumhuriyet öncülerinin pek çoğu devlet tarafından yurtdışına gönderilmiş, ülkedeki genç kuşakları yetiştirmek üzere çeşitli alanlarda eğitim görmüş ve her biri tekrar yurtlarına dönüp Anadolu'nun çeşitli köşelerine dağılmış, Cumhuriyet'in kurumlarını yapılandırmış olan sivil kadrolardı...
Hem bilgili, hem heyecanlı, hem hazinelerinin sesine kulak verip hem de ufka bakabilen insanlar... Osmanlıca'yı da, Fransızcayı'da bilen, Batı ve Doğu dünyasının kültürünü tanıma fırsatı bulmuş yurtseverler. ‘Doğu'nun tek Batılı, Batı'nın tek doğulu ülkesi’ni inşa etmeye çalışan idealler kuşağı... ‘Biz’i bilen, duygu ve düşünce mirasımıza sahip çıkan öncüler...
Dönüp geriye baktığımızda Mazhar Osman, Fatin Hoca, Mehmet Ali Kağıtçı, Cahit Arf, Zihni Derin, Cemal Reşit Rey, Adnan Saygun, Selim Sırrı Tarcan, Halit Ziya Uşaklıgil, Faik Reşit Unat, İhsan Ketin gibi hem aldıkları eğitimin hem de ülkelerinin öncüsü olabilmiş 260 portreyi tanıtabilmiş bir ‘vefa belgeseli’ kotarabildiğimiz için mutluyum.
Düşünsenize kimya öğretmeni olarak hayata atılan bir genç, selüloz'a kafasını takıp Almanya'da sonra da Fransa'da kağıt fabrikalarında işçi olarak çalışmayı göze alıyor ve ülkemize gelip bildiklerini uyguluyor. Bu gencin adı Mehmet Ali Kâğıtçı'dır ve ülkemizde kâğıt sanayinin babasıdır.
Bir başka örnek; Fransa'da dünyanın ünlü bestecileriyle yan yana yaşarken, kariyerinin en parlak döneminde ülkesinden, ünlü bir edebiyatçıdan, Halit Ziya Uşaklıgil'den ‘yurda dön’ çağrısı alıyor ve kurtuluş sonrasındaki kültür seferberliğinde yerini alabilmek için tereddütsüz dönüyor. Ve derler ki ‘Cemal Reşit Rey yurda dönmeseydi, dünyanın en büyük kompozitörlerinden biri olurdu.’ Bu kuşağın nelerden vazgeçtiklerini nasıl anlatalım?”
Koç Sistem şirketi Semahat Arsel Hanım’ın liderliğinde 5-6 yıl önce bu portrelerin bir kısmını TRT ile işbirliğinde CD olarak yayınlayıp dağıtmıştı. Bende iki tanesi var. Hepsi o… Dizi TRT’nin arşivinde mevcuttur. Keşke hamasi laflarla değil Cumhuriyet’i yüceltmiş olan bu kuşağın ideal fertlerini tanıtarak kutlayabilseydik Anadolu Devrimi’ni…
Henüz gecikmiş değiliz. Bir kuruluşun çıkıp bu işi bir KSS (Kurumsal Sosyal Sorumluluk) projesi içinde ele almasına bakar. Bireysel çıkarlarından başka bir şey düşünmemeye güdülenmiş olan çoğunluk günümüz gençleri dedelerinin hangi ortak ruhi şekillenme içinde onlara bugünleri hazırladıklarını öğrenseler, fena mı olur? Hayat belki o zaman daha farklı bir anlam kazanabilir miydi onlar için?..
Sultan kadar olamadık
Dün medyada Brunei Sultanı Hassanal Bolkiah’ın çevresindeki hizmetkârlarına hangi paraları ödendiği mahkeme kayıtlarına dayanılarak açıklanmış. Meraklılar girip internetten ayrıntılı bilgi alabilirler.
1788 odalı sarayında, 5000 otomobil, 2 Boeing, bir Airbus, 6 tane jet ve iki helikopteriyle mütevazı (!) bir hayat sürdüren Sultan son 4 yılda halka ilişkiler departmanına sadece çalışan ücreti olarak 40 milyon Avro ödemiş…
Bu rakam Türkiye’nin benzer işler için ödediklerinden binlerce kat fazla…
Haydi, ‘müsrif’ diyelim Sultan için ve içimize biraz su serpelim…
Yoksa Türkiye’nin, turizm pazarlaması değil, marka yönetimi ve PR’ı için ayrılan ve harcanan bütçelere bakıp ağlamamız gerekirdi…
İş ve iletişim ‘müptezellik’ kaldırmaz
Ne kadar sıkı laftır: Less is more… Yani az olan fazladır. Ben konuya öteki açıdan bakan anlayışın sözünü de çok beğenirim: Fazla olan yanlıştır…
Hani yemeğe tuz koyarsınız. İyi gelir. Biraz daha koyarsınız daha da iyi gelebilir. Sonra tuzu boca edersiniz. Alın başınıza belayı… Yiyemezsiniz yemeği. Çöpe atarsınız…
Fazlası rahatsız etmeyen sadece iki şey vardır. Sevgi ve bilgi… Dilerseniz farklı soyut kavramları da buraya ekleyebilirsiniz. Erdem gibi… Esenlik gibi…
İş ve iletişim yönetiminde ise bu iki özdeyiş birebir geçerlidir. Fazlası kafayı karıştırır; algılamayı karartır; çarpan etkisi değil bölen etkisi yapar…
İşte size bu konuda müthiş bir örnek. Fenerbahçeli futbolcu Roberto Carlos’un reklamlar ve PR çalışmalarında kullanılması. Hiç kimsenin tereddüdü olamaz. Carlos’un müthiş bir iletişim değeri vardır. Fenerbahçe ve Türkiye markalarına getirdiği katma değeri görmemek mümkün değildir… Ancak bu iletişim değeri bozuk para haline gelirse hem Carlos’a zarar verirsiniz, hem de Carlos’u bozuk para haline getirenlere…
Carlos’a önce bir Audi A8 verildi. Hediye değilmiş. Burada kullanması için ‘tahsis’ edilmiş. Gayet başarılı bir tören düzenlendi. Medya yansımaları çok iyiydi. Arkadan basın bir başka firmanın Audi Q7 hediye ettiğini yazdı. Aslını öğrendim. Audi Carlos’un İspanya’dayken şahsi sponsoruymuş. Delikanlı onun için Q7 kullanmış. Buraya gelince o iş bitmiş. Ancak bu kez Doğuş Otomotiv’in FB sponsorluğu nedeniyle yine yolu Audi ile kesişmiş.
Bu arada Volvo’cular boş durur mu? Bir tane de onlar vermiş. Doğuş Otomotiv kızmış. Carlos’un Volvo’yu iade ettiği söyleniyor… O günlerde bir röportajı sırasında altında Ferrari görülmüş. Tam işin suyu çıktı, diye düşünürken dün gazetelere yeni bir Carlos – Otomobil haberi daha düştü… Bu kez Lamborghini devrede. Habere göre usta oyuncu 300 bin YTL verip almış yeni arabayı…
Carlos’un Garanti Bankası’nın internet bankacılığı kampanyasında sahne almasını ise bu karmaşa arasında bir yerlere oturtmak kolay değil. Şimdi sayalım kaç marka ile adının yan yana anıldığını: Garanti, Audi, Volvo, Ferrari, Lamborghini… Bölen etkisi nasıl olur siz düşünün…
İş ve iletişim yönetimi adına bomba gibi bir ‘müptezellik’ vakası. Türk Dil Kurumu sözlüğünde ‘müptezellik’ kelimesi karşısında ne yazıyor biliyor musunuz? Aynen aktarıyorum: Çokluğundan dolayı değerini yitiren, değersiz…