Muyagi değil Muya imiş... Japon değil, Türk imiş...
11 MAYIS 2003
Okan Bayülgen’i radyo programlarından bu yana hayranlıkla izlerim. Çevirdiği filmler; önceleri “TV çocuğu” sonra “Zaga”, onun yeteneği ve zekasını tartışmasız kılmıştır. Profesyonelliği ve kariyerinde tırmanışı akıllı bir şekilde yönetmesi, herkese örnek olabilecek niteliktedir.
TV kültürüne zekâ kavramını yerleştiren, bugün eğer TV’deki pek çok zevzeklik gözümüze batıyorsa, bunda ciddi payı olan bir sanatçıdır Bayülgen.
Bu Okan Bayülgen’i nasıl oldu da şu son terlik işine soktular, akıl alır gibi değil. Herhalde eş-dost, gönül koyma işi vardı. Çünkü Bayülgen gibi akıllı biri, para için bu işe kalkışmaz.
Zaten o da, “Reklam filminde oynayan ben değilim ki. Zaga’daki tiplemeler.” demiş... Arkadaşıyla beraber işini de mükemmel yapmış zaten. Sorun sevgili Okan’da değil zaten...
Herhalde zeka düzeyim tam olarak yetmemiş olmalı. Uzun bir süre, reklamdaki sloganı “Çitak, çitak Muyagi” diye deşifre ettim durdum.
Eğlenerek izlememe rağmen, Zaga’nın o bölümünde söylenenleri de deşifre etmekte zorlanıyorum zaten. Pek çaktırmıyorum ama. Sonunda gençler tarafından ‘moron’ yerine konmak var... Açıkçası reklamda da o özel bölümlerden bir iki tanesini olduğu gibi alıp kullanmışlar, diye düşündüm.
Sonra Miyagi marka bir Japon terliği piyasaya girdi zannettim. Neden sonra bizim evdeki gençler, “Baba, marka Muyagi değil. Muya. Japon falan da değil. Bildiğimiz Türk markası! Ayrıca reklamda ne söyledikleri açıkça yazıyor. Okusana: Çifter çifter Muya giy!” dediler de ben de anladım.
Demek reklamda ne diyeceğini net bir şekilde ifade etmek gerekmiyormuş. Oyuncular bir şeyler söyleyebilir; ne dediklerini arkaya yazarmışsınız. Olay bitermiş. Bunu da öğrendim...
Sonra etrafımda çeşitli toplumsal katmandan en az 15 -20 kişiye sordum. Onların da benim gibi geri zekalı bir şekilde mesajı anlamadıklarını öğrendim de içim rahatladı. Muya firmasının iletişim sorumlularından, Kent Şekerleme’den bize gönderdikleri gibi:“Olips reklamında Aslında Erol’un annesi ölmemiştir” türünde bir açıklama bekledim, ama gelmedi.
Ayrıca Muya reklamından iletişim bilimi adına bir gerçeği daha öğrendim: Gece yarısı yayınlanan Zaga’nın stüdyodaki izleyicileri her ne kadar, gelir düzeyi ortanın üstünde, pırıl pırıl, cin gibi gençler olsalar da; o saatte Zaga’yı izleyenlerin Muya’nın potansiyel alıcısıyla pek bir alakaları olmasa da; hatta gerçek hedef kitledeki bazı bayanlar bu reklamda, eşleriyle dalga geçildiği izlenimine varabilecek olsalar da; bal gibi herkes Muyagi, pardon Muya konuşuyor. Reklamın sloganı Okan Bayülgen’in açıkladığı gibi sevimli bir tonlama ile herkesin ağzında. Herkes Muya alır mı? Bence almaz. Bilmek satın almak değildir. Tersi geçerli olsaydı bugün herkes internet’e İxir ile çıkıyor olurdu.
Tabii iletişim bir ‘müspet bilim’ olmadığı için yanılma payı her zaman olabilir. Muya’cılar pazar payı bilgilerini bana iletirlerse burada seve seve yayınlarız...
Beşiktaş’a finansman müdürü aranıyor!
27 Nisan tarihli insan kaynakları ilavelerine göz attığımda gördüğüme inanmakta güçlük çektim. Aynen şöyle deniyor eleman arama ilanında:
“Beşiktaş Jimnastik Kulübü Finansman Müdürü arıyor!”
Buraya kadar bir şey yok. İlanda bu başlığın altında 12 koşul sıralanıyor ve nasıl bir finansman müdürü aradıkları anlatılıyor.
Bu 12 koşulun birinci sırasında hangi özellik bulunuyor, sizce? İktisat veya işletme mezunu olmak? Hayır! Bu meslekte 5 yıllık tecrübe? Hayır! İngilizce’yi, bilgisayarı kullanmayı bilmek? Hayır!
Hiçbiri değil... Kırk yıl düşünseniz de aklınıza gelmez. 12 koşuldan ilki: Siyah-Beyaz renklere gönül vermiş olmak!!! İyi mi?
Bir takımı tutmakla mesleki beceri arasında hangi bağlantı olabilir diye boşuna düşünmeyin. Olmaz çünkü. Öteki türlü şöyle akıl yürütmelere de izin vermemiz gerekirdi: Galatasaraylılardan çok iyi mühendis olur; Fenerbahçelilerden çok iyi doktor olur, Trabzonsporlulardan çok iyi işadamı olur... (Bu sonuncusu doğru galiba (J)...
Bu arada son günlerde duyduğumuz en şirin FB fıkrasını, FB’li dostların hoşgörüsüne sığınarak sizlerle paylaşayım: Saddam, hâlâ sapasağlam hayatta olduğunu kanıtlamak için gönderdiği bant kaydının bir yerinde “Fenerbahçe’nin haline çok üzülüyorum” demiş. CIA bunun üstüne hemen açıklama yapmış: “Bu kesinlikle bir kanıt olamaz. Çünkü Fenerbahçe yıllardır aynı durumda”... Bu arada Fenerbahçeli dostları Cuma akşamı şeytanın bacağını kırdıkları için kutluyorum. Onlarsız futbolun tadı olmaz...
Ver unut devri bitiyor
Baltaş – Eksen kuruluşu bir katalog göndermiş. İnsan kaynaklarına yönelik eğitim programlarını içeriyor. Tek kelime ile mükemmel.
Baltaş’lar, Management Center Türkiye, TMI/PDR bana sık sık bilgi veren eğitim ve danışmanlık kuruluşları. MPR, Zarakol, Orsa ve Capitol de PR projelerini zaman zaman bizimle paylaşan PR şirketleri. Onun için bu kuruluşların ilginç çalışmalarına burada sık sık rastlarsınız. Başkalarından ‘tık’ yok. Sonra da serzenişte bulunurlar: “Niye bizden söz edilmiyor?”
Baltaşlar’ın kataloğu mükemmel, çünkü içinde eğitimin etkisi ile ilgili son derece net bir ölçümleme sistematiği var.
1997’den bu yana Sir Ian Vallance’ın o basit sözünü dilim döndüğünce çevreme anlatmaya çalıştım durdum: “Ölçmüyorsan yapma!”...
Kuruluşların aldıkları eğitimlerin, sonuçları ölçülmediği sürece bir işe yaramayabileceği ve harcanan paraların boşa gidebileceği açık.
- Bireysel gelişim eğitimi aldık. Çok iyi idi...
- Eee, sonra ne değişti?
- ....
Baltaş’lar bu işi çözmüş... Ölçme basamakları oluşturmuşlar: İlk izlenimi, eğitimden hemen sonra alıyorlarmış. Bilgi ve tutumu 4 hafta sonra, işe uygulama ve davranış değişikliğini 8 hafta sonra, iş sonuçlarına yansımayı 3-6 ay aralığında, eğitime yapılan yatırımın geri dönüşünü ise 1 yıl sonra ölçüyorlarmış.
İş dünyasında harcanan her kuruşun geri dönüşü hesaplanır. Bu, iletişim için de geçerlidir, eğitim için de.
İş dünyası, en önemli ‘iş’inin insana yatırım yapmak olduğunun bilincinde. Yeter ki ona açık ve şeffaf bir şekilde yaptığı yatırımın geri döndüğü gösterilsin.
Türkiye adamı şaşırtır!..
Cuma günü yine Bursa’daydık. Bu gidişimizde “Garajın karşısındaki salaş dönercinin” nefis dönerini yiyemedik. Dünyanın en büyük iplik ve dokuma tesislerinden Korteks’de İsmail Ertaş, Selen Zorlu ve Zeki Zorlu’nun davetlisiydik. Fabrikayı gezdik. Akıllara durgunluk verecek bir teknoloji harikası karşısındaki şaşkınlıktan, biraz da ayaklarımıza kara sular indiğinden zaten yemek yiyecek halimiz kalmamıştı.
Öğleden sonra AISEC ve Bursa Ticaret ve Sanayi Odası’nın birlikte düzenledikleri Ulusal Girişimcilik Kongresi’nde bir panele katıldık. Çok başarılı bir organizasyondu. BTSO’nun tesisi müthiş. Katılımcılar da öyleydi. Her iki kurumu da kutluyorum. Türkiye’de ve Türk olmaktan bunalıma girenlerin, arada sırada böyle tesisleri ziyaret etmesinde yarar var. O zaman belki, Arnold Toynbee’nin o ilginç saptamasını anlamaları mümkün olabilir: “Türkiye, kendi üzerine hesap yapan Batılıları her zaman şaşırtmıştır!”...
Bursa da bizleri şaşırtıyor. Bursalı iş adamlarının, belediyenin kente sahip çıkmasının sonuçlarını, belirli aralıklarla Bursa’ya giderseniz daha net algılıyorsunuz. Bir de otellerini uluslararası düzeye getirebilseler. Bu konuda İstanbul’a yakın olmalarının dezavantajını yaşıyor olmalılar.
Haziranda da İnsan Kaynakları konusunda PERYÖN Bursa Şubesi’nin düzenlediği bir etkinlik için bu muhteşem kentimizde (Küçük İstanbul) olacağız. İstanbul dışında bu kadar çok markası olan ve olmaya namzet ürünü bulunan başka hangi kentimiz var bilmiyorum: Tofaş - Fiat, Renault, Zorlu, Bosch, Sönmez, Nergis, Uludağ Meşrubat, Sütaş, Özdilek, Kafkas, İskender Kebap, İnoksan, Ekmesan, Penguen ve adını unuttuğumuz diğerleri... Bursa almış başını gidiyor...
Sponsorluk masaya yatırıldı
Bursa’da katıldığımız son panelde İshak Alaton, konuşması sırasında çok ilginç bir tecrübesinden söz etti: “Başarı öykülerinden çok başarısız örneklerden öğrenmek daha doğrudur. Ben hep başkalarının hatalarını ve kendi yanlışlarımı tahlil ederek doğruları buldum.”
Bizim de bu sayfada yapmaya çalıştığımız da bu değil mi: İyiler kadar yanlışları da dile getirip doğruyu bulmaya çalışmak...
Örneğin şu sponsorluk işleri... Konu 8-9 Mayıs’da ‘Sponsorluk 2003 Strateji Konferansında’ enine boyuna tartışılmış. İyi de olmuş. Basketbol Federasyonu Başkanı Turgay Demirel ile Tansaş Yönetim Kurulu Başkanı Aclan Acar’ın konuşmaları katılımcılar üzerinde en etkili olanlarıymış.
Geleneği Osmanlı’dan bu yana kanımıza işlemiş olmasına rağmen, sponsorluk sistemi iş dünyamızda üç-beş ciddî kurum dışında doğru dürüst oturmuş değildir. Ticari olan ile toplumsal olan birbirine karıştırılır. Eline bir dosya alan uydu uymadı diye bakmadan, kapı kapı sponsor arar. “İki banner verelim. Afişlere adınızı yazalım. Broşürde bahsedelim. Davetiyelere yazalım. Verin 10 bin Dolar...” Genel geçerli yaklaşım bu. Nerede bunun öncesi, sırası, sonrası, ölçümlemesi, herkesin kazançlı çıkacağını kanıtlayan stratejisi...
Kendisine ve yaptığı işlere hayranlığımı sık sık dile getirdiğim Hülya Avşar Hanım da “Hülya Avşar Cup” adını verdiği tenis turnuvasına sponsor olmuş. Çok akıllıca bir iletişim projesi. Hülya Hanımın marka ve itibar yönetimi için harika bir iş. Ama tutmuş o turnuvaya bizzat katılmış... Kazansa bir türlü... Kaybetse başka türlü... Bülent Eczacıbaşı’nın ‘Eczacıbaşı Tıp Ödülleri’ne katılıp alması ya da alamaması veya Vehbi Koç Ödülü’nün Ali Koç’a verilmesi gibi bir şey...
Stratejisi doğru kurulmayan, sonuçları ölçümlenmeyen sponsurluk işlerinden Allah iş alemini korusun...
[DİKKAT: BURADA, T. DEMİREL DE KULLANILABİLİR, ACLAN ACAR DA, ÇOK İSTERSENİZ H. AVŞAR DA. SİZE KALMIŞ J]
Kısa... Kısa...
Bu ne dikkat
· Hepimizin gözünden kaçmıştır ama Yavuz Erdem Bey’in gözünden kaçmamış. Bakın bana yolladığı mesajında ne diyor: “Şu Peugeot 206 reklamına takıldım. Hani şu Hintlinin eski püskü arabasını duvarlara çarpıp, bir filin poposunu kullanarak 206 yaptığı reklam. O eski araba sağdan direksiyonlu bir model. Daha sonra Cafe’nin önünden kızlara hava atarak geçtiği 206 ise soldan direksiyonlu... Bunu yapan ajans soldan direksiyonlu eski bir araba bulamamış mı acaba?”...
Savaş sonrası pazar nasıl?
· Capitol Halkla İlişkiler’den dostumuz Leyla Bozkurt, bir araştırma gönderdi. Ogilvy Türkiye Planlama Grubu tarafından hazırlanmış. Konusu: Savaş sonrası dönemde marka sahipliği. İçinde benim sayabildiğim 11 değişik araştırmadan derlenmiş sonuçlar ve yorumları var. 25 sayfa ve çok kolay algılanabilecek grafiklerle bezenmiş. İş dünyasında pazarlama konusunun orasından burasından tutan herkesin edinmesi gereken bir çalışma. Tel.: 0212 339 83 93; e-posta: [email protected]
Marka savaşçıları
· İletişim konusuna keyifle kafa yoranlara bu hafta tavsiye edeceğim kitap MARKA yayınlarından MediaCat Kitapları olarak yayınlanmış. Fiona Gilmore imzalı: “Marka Savaşçıları”... Kitabın bence tek eksiği var. MARKA, reklam dünyasının yaramaz çocuk, ‘cin’lerinden Hulusi Derici’nin Başkanı olduğu bir ajans... Nerede onun önsözü?.. Herhalde kitap kadar ilginç olurdu, belki daha da ilginç...
Kim vurdu’ya gitmeyin
· Reklamverenler Derneği ile Reklamcılar Derneği bir araya gelmişler. Çalışma ilkelerini, sözleşme standartlarını belirlemişler. Çok doğru bir iş yapmışlar. Bunu da web sitelerine yerleştirmişler. Reklam verme konusunda kafası kesik tavuklar gibi oraya buraya savrulup, kim vurdu’ya gitmek, parayı sokağa atmak istemeyen, özellikle reklam verme işine yeni girecek tüm genç kuruluşlar mutlaka bir göz atmalı...
Nice yıllara
· Feneryolu’ndaki evde annem dikiş dikerken, bazen bana izin verirdi. Makinenin altındaki tablayı elimle hareket ettirip aleti çalıştırmaya bayılırdım. Türkiye’de dikiş makinesi denildiğinde akla gelen ilk isim Singer 150’inci yılını kutluyormuş. Bu vesile ile ilginç bir de kitap yayınlamış: ‘150 Yılın Anıları’. Uyuyan dev uyandı sanki... Yıllarca iletişim işlerinden uzak kalan Singer’in adını hem de bu hoş projede görmek çok keyif verici bir şey. Nice yıllara Singer.
1. Molfix ‘Külkedisi’
2. Doğuş Çay
3. Ülker ‘Çamlıca’
4. Nokia 'Hikâyeni yaşa'
5. Rejoice ‘Kepekli saçlar’
6. Fiat Stilo
7. Alo ‘Çok mutluyum anne çok’
8. Polaris
9. Ceyo ‘Light Selami ve Dominand Teyze’
10. Toyota ‘Avensis'
TV kültürüne zekâ kavramını yerleştiren, bugün eğer TV’deki pek çok zevzeklik gözümüze batıyorsa, bunda ciddi payı olan bir sanatçıdır Bayülgen.
Bu Okan Bayülgen’i nasıl oldu da şu son terlik işine soktular, akıl alır gibi değil. Herhalde eş-dost, gönül koyma işi vardı. Çünkü Bayülgen gibi akıllı biri, para için bu işe kalkışmaz.
Zaten o da, “Reklam filminde oynayan ben değilim ki. Zaga’daki tiplemeler.” demiş... Arkadaşıyla beraber işini de mükemmel yapmış zaten. Sorun sevgili Okan’da değil zaten...
Herhalde zeka düzeyim tam olarak yetmemiş olmalı. Uzun bir süre, reklamdaki sloganı “Çitak, çitak Muyagi” diye deşifre ettim durdum.
Eğlenerek izlememe rağmen, Zaga’nın o bölümünde söylenenleri de deşifre etmekte zorlanıyorum zaten. Pek çaktırmıyorum ama. Sonunda gençler tarafından ‘moron’ yerine konmak var... Açıkçası reklamda da o özel bölümlerden bir iki tanesini olduğu gibi alıp kullanmışlar, diye düşündüm.
Sonra Miyagi marka bir Japon terliği piyasaya girdi zannettim. Neden sonra bizim evdeki gençler, “Baba, marka Muyagi değil. Muya. Japon falan da değil. Bildiğimiz Türk markası! Ayrıca reklamda ne söyledikleri açıkça yazıyor. Okusana: Çifter çifter Muya giy!” dediler de ben de anladım.
Demek reklamda ne diyeceğini net bir şekilde ifade etmek gerekmiyormuş. Oyuncular bir şeyler söyleyebilir; ne dediklerini arkaya yazarmışsınız. Olay bitermiş. Bunu da öğrendim...
Sonra etrafımda çeşitli toplumsal katmandan en az 15 -20 kişiye sordum. Onların da benim gibi geri zekalı bir şekilde mesajı anlamadıklarını öğrendim de içim rahatladı. Muya firmasının iletişim sorumlularından, Kent Şekerleme’den bize gönderdikleri gibi:“Olips reklamında Aslında Erol’un annesi ölmemiştir” türünde bir açıklama bekledim, ama gelmedi.
Ayrıca Muya reklamından iletişim bilimi adına bir gerçeği daha öğrendim: Gece yarısı yayınlanan Zaga’nın stüdyodaki izleyicileri her ne kadar, gelir düzeyi ortanın üstünde, pırıl pırıl, cin gibi gençler olsalar da; o saatte Zaga’yı izleyenlerin Muya’nın potansiyel alıcısıyla pek bir alakaları olmasa da; hatta gerçek hedef kitledeki bazı bayanlar bu reklamda, eşleriyle dalga geçildiği izlenimine varabilecek olsalar da; bal gibi herkes Muyagi, pardon Muya konuşuyor. Reklamın sloganı Okan Bayülgen’in açıkladığı gibi sevimli bir tonlama ile herkesin ağzında. Herkes Muya alır mı? Bence almaz. Bilmek satın almak değildir. Tersi geçerli olsaydı bugün herkes internet’e İxir ile çıkıyor olurdu.
Tabii iletişim bir ‘müspet bilim’ olmadığı için yanılma payı her zaman olabilir. Muya’cılar pazar payı bilgilerini bana iletirlerse burada seve seve yayınlarız...
Beşiktaş’a finansman müdürü aranıyor!
27 Nisan tarihli insan kaynakları ilavelerine göz attığımda gördüğüme inanmakta güçlük çektim. Aynen şöyle deniyor eleman arama ilanında:
“Beşiktaş Jimnastik Kulübü Finansman Müdürü arıyor!”
Buraya kadar bir şey yok. İlanda bu başlığın altında 12 koşul sıralanıyor ve nasıl bir finansman müdürü aradıkları anlatılıyor.
Bu 12 koşulun birinci sırasında hangi özellik bulunuyor, sizce? İktisat veya işletme mezunu olmak? Hayır! Bu meslekte 5 yıllık tecrübe? Hayır! İngilizce’yi, bilgisayarı kullanmayı bilmek? Hayır!
Hiçbiri değil... Kırk yıl düşünseniz de aklınıza gelmez. 12 koşuldan ilki: Siyah-Beyaz renklere gönül vermiş olmak!!! İyi mi?
Bir takımı tutmakla mesleki beceri arasında hangi bağlantı olabilir diye boşuna düşünmeyin. Olmaz çünkü. Öteki türlü şöyle akıl yürütmelere de izin vermemiz gerekirdi: Galatasaraylılardan çok iyi mühendis olur; Fenerbahçelilerden çok iyi doktor olur, Trabzonsporlulardan çok iyi işadamı olur... (Bu sonuncusu doğru galiba (J)...
Bu arada son günlerde duyduğumuz en şirin FB fıkrasını, FB’li dostların hoşgörüsüne sığınarak sizlerle paylaşayım: Saddam, hâlâ sapasağlam hayatta olduğunu kanıtlamak için gönderdiği bant kaydının bir yerinde “Fenerbahçe’nin haline çok üzülüyorum” demiş. CIA bunun üstüne hemen açıklama yapmış: “Bu kesinlikle bir kanıt olamaz. Çünkü Fenerbahçe yıllardır aynı durumda”... Bu arada Fenerbahçeli dostları Cuma akşamı şeytanın bacağını kırdıkları için kutluyorum. Onlarsız futbolun tadı olmaz...
Ver unut devri bitiyor
Baltaş – Eksen kuruluşu bir katalog göndermiş. İnsan kaynaklarına yönelik eğitim programlarını içeriyor. Tek kelime ile mükemmel.
Baltaş’lar, Management Center Türkiye, TMI/PDR bana sık sık bilgi veren eğitim ve danışmanlık kuruluşları. MPR, Zarakol, Orsa ve Capitol de PR projelerini zaman zaman bizimle paylaşan PR şirketleri. Onun için bu kuruluşların ilginç çalışmalarına burada sık sık rastlarsınız. Başkalarından ‘tık’ yok. Sonra da serzenişte bulunurlar: “Niye bizden söz edilmiyor?”
Baltaşlar’ın kataloğu mükemmel, çünkü içinde eğitimin etkisi ile ilgili son derece net bir ölçümleme sistematiği var.
1997’den bu yana Sir Ian Vallance’ın o basit sözünü dilim döndüğünce çevreme anlatmaya çalıştım durdum: “Ölçmüyorsan yapma!”...
Kuruluşların aldıkları eğitimlerin, sonuçları ölçülmediği sürece bir işe yaramayabileceği ve harcanan paraların boşa gidebileceği açık.
- Bireysel gelişim eğitimi aldık. Çok iyi idi...
- Eee, sonra ne değişti?
- ....
Baltaş’lar bu işi çözmüş... Ölçme basamakları oluşturmuşlar: İlk izlenimi, eğitimden hemen sonra alıyorlarmış. Bilgi ve tutumu 4 hafta sonra, işe uygulama ve davranış değişikliğini 8 hafta sonra, iş sonuçlarına yansımayı 3-6 ay aralığında, eğitime yapılan yatırımın geri dönüşünü ise 1 yıl sonra ölçüyorlarmış.
İş dünyasında harcanan her kuruşun geri dönüşü hesaplanır. Bu, iletişim için de geçerlidir, eğitim için de.
İş dünyası, en önemli ‘iş’inin insana yatırım yapmak olduğunun bilincinde. Yeter ki ona açık ve şeffaf bir şekilde yaptığı yatırımın geri döndüğü gösterilsin.
Türkiye adamı şaşırtır!..
Cuma günü yine Bursa’daydık. Bu gidişimizde “Garajın karşısındaki salaş dönercinin” nefis dönerini yiyemedik. Dünyanın en büyük iplik ve dokuma tesislerinden Korteks’de İsmail Ertaş, Selen Zorlu ve Zeki Zorlu’nun davetlisiydik. Fabrikayı gezdik. Akıllara durgunluk verecek bir teknoloji harikası karşısındaki şaşkınlıktan, biraz da ayaklarımıza kara sular indiğinden zaten yemek yiyecek halimiz kalmamıştı.
Öğleden sonra AISEC ve Bursa Ticaret ve Sanayi Odası’nın birlikte düzenledikleri Ulusal Girişimcilik Kongresi’nde bir panele katıldık. Çok başarılı bir organizasyondu. BTSO’nun tesisi müthiş. Katılımcılar da öyleydi. Her iki kurumu da kutluyorum. Türkiye’de ve Türk olmaktan bunalıma girenlerin, arada sırada böyle tesisleri ziyaret etmesinde yarar var. O zaman belki, Arnold Toynbee’nin o ilginç saptamasını anlamaları mümkün olabilir: “Türkiye, kendi üzerine hesap yapan Batılıları her zaman şaşırtmıştır!”...
Bursa da bizleri şaşırtıyor. Bursalı iş adamlarının, belediyenin kente sahip çıkmasının sonuçlarını, belirli aralıklarla Bursa’ya giderseniz daha net algılıyorsunuz. Bir de otellerini uluslararası düzeye getirebilseler. Bu konuda İstanbul’a yakın olmalarının dezavantajını yaşıyor olmalılar.
Haziranda da İnsan Kaynakları konusunda PERYÖN Bursa Şubesi’nin düzenlediği bir etkinlik için bu muhteşem kentimizde (Küçük İstanbul) olacağız. İstanbul dışında bu kadar çok markası olan ve olmaya namzet ürünü bulunan başka hangi kentimiz var bilmiyorum: Tofaş - Fiat, Renault, Zorlu, Bosch, Sönmez, Nergis, Uludağ Meşrubat, Sütaş, Özdilek, Kafkas, İskender Kebap, İnoksan, Ekmesan, Penguen ve adını unuttuğumuz diğerleri... Bursa almış başını gidiyor...
Sponsorluk masaya yatırıldı
Bursa’da katıldığımız son panelde İshak Alaton, konuşması sırasında çok ilginç bir tecrübesinden söz etti: “Başarı öykülerinden çok başarısız örneklerden öğrenmek daha doğrudur. Ben hep başkalarının hatalarını ve kendi yanlışlarımı tahlil ederek doğruları buldum.”
Bizim de bu sayfada yapmaya çalıştığımız da bu değil mi: İyiler kadar yanlışları da dile getirip doğruyu bulmaya çalışmak...
Örneğin şu sponsorluk işleri... Konu 8-9 Mayıs’da ‘Sponsorluk 2003 Strateji Konferansında’ enine boyuna tartışılmış. İyi de olmuş. Basketbol Federasyonu Başkanı Turgay Demirel ile Tansaş Yönetim Kurulu Başkanı Aclan Acar’ın konuşmaları katılımcılar üzerinde en etkili olanlarıymış.
Geleneği Osmanlı’dan bu yana kanımıza işlemiş olmasına rağmen, sponsorluk sistemi iş dünyamızda üç-beş ciddî kurum dışında doğru dürüst oturmuş değildir. Ticari olan ile toplumsal olan birbirine karıştırılır. Eline bir dosya alan uydu uymadı diye bakmadan, kapı kapı sponsor arar. “İki banner verelim. Afişlere adınızı yazalım. Broşürde bahsedelim. Davetiyelere yazalım. Verin 10 bin Dolar...” Genel geçerli yaklaşım bu. Nerede bunun öncesi, sırası, sonrası, ölçümlemesi, herkesin kazançlı çıkacağını kanıtlayan stratejisi...
Kendisine ve yaptığı işlere hayranlığımı sık sık dile getirdiğim Hülya Avşar Hanım da “Hülya Avşar Cup” adını verdiği tenis turnuvasına sponsor olmuş. Çok akıllıca bir iletişim projesi. Hülya Hanımın marka ve itibar yönetimi için harika bir iş. Ama tutmuş o turnuvaya bizzat katılmış... Kazansa bir türlü... Kaybetse başka türlü... Bülent Eczacıbaşı’nın ‘Eczacıbaşı Tıp Ödülleri’ne katılıp alması ya da alamaması veya Vehbi Koç Ödülü’nün Ali Koç’a verilmesi gibi bir şey...
Stratejisi doğru kurulmayan, sonuçları ölçümlenmeyen sponsurluk işlerinden Allah iş alemini korusun...
[DİKKAT: BURADA, T. DEMİREL DE KULLANILABİLİR, ACLAN ACAR DA, ÇOK İSTERSENİZ H. AVŞAR DA. SİZE KALMIŞ J]
Kısa... Kısa...
Bu ne dikkat
· Hepimizin gözünden kaçmıştır ama Yavuz Erdem Bey’in gözünden kaçmamış. Bakın bana yolladığı mesajında ne diyor: “Şu Peugeot 206 reklamına takıldım. Hani şu Hintlinin eski püskü arabasını duvarlara çarpıp, bir filin poposunu kullanarak 206 yaptığı reklam. O eski araba sağdan direksiyonlu bir model. Daha sonra Cafe’nin önünden kızlara hava atarak geçtiği 206 ise soldan direksiyonlu... Bunu yapan ajans soldan direksiyonlu eski bir araba bulamamış mı acaba?”...
Savaş sonrası pazar nasıl?
· Capitol Halkla İlişkiler’den dostumuz Leyla Bozkurt, bir araştırma gönderdi. Ogilvy Türkiye Planlama Grubu tarafından hazırlanmış. Konusu: Savaş sonrası dönemde marka sahipliği. İçinde benim sayabildiğim 11 değişik araştırmadan derlenmiş sonuçlar ve yorumları var. 25 sayfa ve çok kolay algılanabilecek grafiklerle bezenmiş. İş dünyasında pazarlama konusunun orasından burasından tutan herkesin edinmesi gereken bir çalışma. Tel.: 0212 339 83 93; e-posta: [email protected]
Marka savaşçıları
· İletişim konusuna keyifle kafa yoranlara bu hafta tavsiye edeceğim kitap MARKA yayınlarından MediaCat Kitapları olarak yayınlanmış. Fiona Gilmore imzalı: “Marka Savaşçıları”... Kitabın bence tek eksiği var. MARKA, reklam dünyasının yaramaz çocuk, ‘cin’lerinden Hulusi Derici’nin Başkanı olduğu bir ajans... Nerede onun önsözü?.. Herhalde kitap kadar ilginç olurdu, belki daha da ilginç...
Kim vurdu’ya gitmeyin
· Reklamverenler Derneği ile Reklamcılar Derneği bir araya gelmişler. Çalışma ilkelerini, sözleşme standartlarını belirlemişler. Çok doğru bir iş yapmışlar. Bunu da web sitelerine yerleştirmişler. Reklam verme konusunda kafası kesik tavuklar gibi oraya buraya savrulup, kim vurdu’ya gitmek, parayı sokağa atmak istemeyen, özellikle reklam verme işine yeni girecek tüm genç kuruluşlar mutlaka bir göz atmalı...
Nice yıllara
· Feneryolu’ndaki evde annem dikiş dikerken, bazen bana izin verirdi. Makinenin altındaki tablayı elimle hareket ettirip aleti çalıştırmaya bayılırdım. Türkiye’de dikiş makinesi denildiğinde akla gelen ilk isim Singer 150’inci yılını kutluyormuş. Bu vesile ile ilginç bir de kitap yayınlamış: ‘150 Yılın Anıları’. Uyuyan dev uyandı sanki... Yıllarca iletişim işlerinden uzak kalan Singer’in adını hem de bu hoş projede görmek çok keyif verici bir şey. Nice yıllara Singer.
1. Molfix ‘Külkedisi’
2. Doğuş Çay
3. Ülker ‘Çamlıca’
4. Nokia 'Hikâyeni yaşa'
5. Rejoice ‘Kepekli saçlar’
6. Fiat Stilo
7. Alo ‘Çok mutluyum anne çok’
8. Polaris
9. Ceyo ‘Light Selami ve Dominand Teyze’
10. Toyota ‘Avensis'