"Tahrifat ve yanıltmanın panzehiri"
01 oCAK 2012
01 oCAK 2012
Algılama yönetiminin ABD Savunma Bakanlığı tarafından yapılmış olan ilk ve halen geçerli olduğunu düşünebileceğimiz tanımını arada sırada hatırlamakta yarar vardır.
"Algılama yönetimi, yabancıların her seviyedeki istihbarat birimleri ve liderleri de dâhil olmak üzere, bu ülkelerdeki geniş kitleleri kendi (ABD) hedefleri doğrultusunda tavır almaları ve resmi adımlar atmalarını sağlamak amacıyla, seçilmiş bilgi akışını ve somut belgeleri yönlendirerek ya da reddiyesini oluşturarak, kitlelerin hislerini, güdülenmelerini, düşünce sistemlerini, etki altına almaya çalışmak için yürütülen eylemlerin tamamıdır. Algılama yönetimi, çeşitli yolları kullanarak, gerçekleri yansıtma, operasyon güvenliği sağlama, gerçeği gizleme ve çarpıtma, psikolojik operasyonları yönetme gibi unsurların bileşkesinden oluşur."
Yukarıdaki tanımda iki kavrama dikkatinizi çekmek istiyorum: "Gerçeği gizleme ve çarpıtma".
Doğu Alman yayıncılar yıllarca Brecht'in Güncesi'ni yayınlamadılar. Komünist ötesi toplumu anlatan Me-Ti ancak çok sonraları yayınlandı ve diğer dillere çevrilebildi. Stalin bir iddiaya göre, bütün totaliter rejimlerde olduğu gibi Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin tarihini tahrif etmişti. Atatürk'ün Nutuk'unun tercümesinde ve Bursa ve Balıkesir nutuklarında da bazı gereksiz "düzenlemeler"in yapıldığı iddia edilir. Osmanlı'nın yakın tarihi ile ilgili hâlâ adam gibi yüzleşebildiğimiz söylenemez. Örneğin, Abdülhamit Han'ın anlaşılması ve itibarı konusunda milli bir mutabakat sağlandığı söylenebilir mi?
Geçenlerde bir dostumuz e-posta ile Mao Zedung'un Türkiye üzerine 1940 yılında yazdıklarını gönderdiğinde hiç şaşırmadım desem yeridir.
Bir zamanlar Mao'nun neredeyse her dediğini bilirdim. Bu bilgilenme sürecinde, 1960'ların sonunda bir arkadaşla birlikte, o İngilizcesinden, ben Almancasından tam dört ciltlik "Toplu Eserleri" tercüme etmiş olmamızın sonradan ne işe yaradığı konusunda pek de fazla tespitimin olamayacağı uğraşın herhalde büyük etkisi vardı.
Aşağıdaki satırlardan herhangi birine onca Mao kaynağı içinde rastlamak mümkün değildi. Mao'yu bizden daha iyi bilen usta devrimciler de bize bu makaleden söz etmemişlerdi. Gelin de Pentagon'un yukarıdaki tanımını anmayın... Bakın Mao, 1940 yılında ne demiş:
"Belli özgül koşullar nedeniyle (burjuvazinin Yunan saldırganlığını geri püskürtmedeki başarısı ve proletaryanın zayıflığı nedeniyle), Birinci Emperyalist Dünya Savaşı'ndan ve Ekim Devrimi'nden sonra Türkiye'de burjuvazinin küçük Kemalist diktatörlüğü ortaya çıkmış olsa da, İkinci Dünya Savaşı ve Sovyetler Birliği'nde sosyalist inşanın tamamlanmasından sonra, ikinci bir Türkiye olamaz, hele 450 milyon nüfusu olan bir Türkiye hiç olamaz. Çin'in özgül koşullarında (burjuvazinin uzlaşmaya eğilimli zayıflığı ve devrimci bütünlüğüyle proletaryanın güçlülüğü) işler kolay kolay Türkiye'de olduğu gibi olmayacaktır. Çin burjuvazisinin bazı üyeleri 1927'deki Birinci Büyük Devrim başarısızlığa uğradıktan sonra Kemalizm diye tutturmadılar mı? Ama Çin'in Kemal'i nerede? Peki ya Çin'in burjuva diktatörlüğü ve kapitalist toplumu? Ayrıca, Kemalist Türkiye bile kendini sonuçta İngiliz-Fransız emperyalizminin kucağına atmak zorunda kaldı, giderek daha fazla bir yarı sömürge ve gerici emperyalist dünyanın bir parçası oldu. Bugünün uluslararası durumunda, sömürge ve yeni-sömürgelerdeki "kahramanlar" ya emperyalist kampa geçiyor, dünya karşı devriminin bir parçası oluyor, ya da anti-emperyalist kampa dâhil olup dünya devriminin güçlerinin bir parçası haline geliyorlar. Ya birini ya da diğerini yapmak zorundalar, çünkü üçüncü bir seçenek yok."
Mao'nun bu sözlerini son derece demode ve bazı kavramları aşırı klişe bulabilirsiniz. Ancak her sözü kendi tarihi dönemi içinde değerlendirmek gerekir. Keşke 1960'ların sonunda Mao'nun bu sözlerini tartışabiliyor olsaymışız. Bugün artık çok geç.
Bugün bir "click" mesafesinde (http://www.marxists.org/reference/archive/mao/selected-works/volume-2/mswv2_26.htm) duran bu sözler ancak yukarıdaki tanımda ifadesini bulan olumsuz algılama yönetimi uygulamalarına bir örnek teşkil etmesi açısından kullanılabilir.
Peki, ne yapacağız?
Tahrifata ve gerçeğin saptırılmasına karşı kendimizi korumak için üç etkili araç olduğunu söyleyebiliriz: Merak ve şüphe... Ve de Peygamber Efendimizin Allaha en sık yakarışı: Allahım bana şeyleri olduğu gibi göster.
Tahrik olmamak zor
Elektronik posta ortamında reklam yaparken çok dikkat etmek lazım... Hele de reklamı yapılan ürün ve/veya hizmet insanların değerlerine, kültürüne ve ahlak anlayışına ters düşebilme olasılığını taşıyorsa... Bu durumu en iyisi bir örnekle anlatmalı.
Önce reklamın link'ini verelim: http://www.gizlikamerasatis.net/?C01
Şimdi de içeriğine bir göz atalım.
Ürünün adı "4GB Hafızalı Anahtarlık Şeklinde Gizli Kamera"...
Ürünün özellikleri ise şöyle tanımlanmış: "Bir düşünün bu özellikteki cihazların tamamını alamaya kalkarsanız ortalama 300 Dolar para ödemiş olacaksınız. Oysaki artık yanınızda bir sürü cihaz taşımak zorunda değilsiniz. Birçok özelliği bulunan bu cihazı yanınızda rahatlıkla taşıyabilir ve istediğiniz zaman kullanabilirsiniz. Yanınızda kullanım CD'si taşımak zorunda da değilsiniz çünkü tak çalıştır özellikli bir üründür. Tüm işletim sistemlerinde sorunsuz bir şekilde çalışmaktadır."
Ne diyor reklam?
Karşınızdakinin haberi olmadan ses ve görüntü kaydı yapabilirsiniz. Hem de hayli uzun bir süre. Üstelik sadece 100 TL'ye...
Kilit kelime şu: Karşınızdakinin haberi olmadan...
Ben bu ilana yüklü miktarda talep geleceğine inanıyorum. Çünkü içimizdeki şeytan her zaman güçlüdür. "İyiler kazanırsa tarih biter" kuramını unutmamak gerekir. O nedenle bu tür ürünler çok satar. O nedenle negatif haber, dedikodu twitter'da olumluya oranla çok daha hızlı yayılır. İlan benim bile dikkatimi çektiğine göre, gerisini siz düşünün.
Strateji yanlışsa taktik çalışmaz
Yukarıdaki başlığı dört saatlik bir seminerde anlatmaya kalksam ne kadar başarılı olurum bilemem. Oysa bir dostumuzun yolladığı aşağıdaki fıkra başlığın özünü mükemmel anlatıyor. Hem de iki dakikada...
"Kız hayatında ilk defa bir partiye gidecekmiş, annesi o aksam kızına öğüt veriyormuş.
-Kızım bak sen bu partileri bilmezsin, burada çapkın erkekler olur, seninle yatmak için her şeyi yaparlar! Eğer böyle bir şey olursa, ona ‘Çocuğumuzun adı ne olsun?' diye sor, hemen telaşlanır ve senden uzaklaşır...
Kız partiye gitmiş. Biraz sonra bir genç, kızı dansa kaldırmış, dans ederlerken kıza sarkmaya başlamış. Kız hemen ‘Çocuğumuzun adı ne olsun?' demiş, genç tırsmış ve gitmiş.
Bir süre sonra başka bir genç gelmiş, yine hafiften yılışmalar başlamış, dans etmeler falan derken yine aynı sarkıntılıklar, kız yine ‘Çocuğumuzun adı ne olsun?' demiş, ama delikanlının hareketlerinde değişen bir şey yok. Daha sonra kızı bahçeye çıkarıp ıssız bir köşeye götürmüş. Kız yine ‘Çocuk' diyecek olmuş, delikanlı lafını romantik sözlerle kesmiş.
Biraz sonra genç, kızın elbiselerini çıkarmış, kız yine ‘Çocuğumuzun adı ne olsun?'... Gençte yine konuyla ilgili ses yok. Genç kızla sevişmeye başlamış, kız yine ‘Çocuk mocuk' dediyse de, delikanlı başka âlemde... Bir süre sonra genç işini bitirmiş, kız hâlâ ‘Çocuğumuzun adı ne olsun?' demekteymiş.
Genç kalkmış, prezervatifi çıkarıp bir de düğüm atmış: ‘Buradan çıkabilirse ismi David Copperfield olsun.'"
Bizim çıkardığımız kıssadan hisse şu: Evdeki hesap çarşıya uymadığı zaman sorunu ve çözümünü çarşıda değil, evdeki hesapta aramak gerekir.
Marka inovasyonsuz olmuyor
Benim son 10 yılda Türkiye'de marka yönetimi çerçevesinde ortaya konduğunu açık yüreklilikle tespit edebileceğim çok fazla inovatif girişim ne yazık ki yoktur. Uluslar arası markaları (örneğin Swatch) tabii ki bu tespitin dışında tutuyorum. Doğaldır ki birkaç başarılı iş var. Örneğin, T-box, Arçelik'in Telve'si ya da Paşabahçe'nin çeşitli projeleri gibi... İşim içine hem yenileşimcilik (inovasyon) hem de başarılı marka yönetimi girince örnekleri çoğaltmak zorlaşıyor.
Jack Trout'ın "Farklılaş ya da öl!" kitabındaki yaklaşıma uygun inovasyon çalışmalarından birine medyada kendisine pek de fazla yer bulmayan küçücük bir haberde rastladım. İstanbul Sanayi Odası İnovasyon Ödülü'nü Muratbey Peynircilik'e vermiş. Neden? Çünkü Muratbey Peynircilik peyniri daha çok çocukların sevdiği sosis haline getirmiş. Ürüne salam ve sucuktaki baharatları eklemeyi unutmamış.
Mutlaka deneyeceğim. En azından değişik bir lezzet serüveni olacağına inancım tam.
"Algılama yönetimi, yabancıların her seviyedeki istihbarat birimleri ve liderleri de dâhil olmak üzere, bu ülkelerdeki geniş kitleleri kendi (ABD) hedefleri doğrultusunda tavır almaları ve resmi adımlar atmalarını sağlamak amacıyla, seçilmiş bilgi akışını ve somut belgeleri yönlendirerek ya da reddiyesini oluşturarak, kitlelerin hislerini, güdülenmelerini, düşünce sistemlerini, etki altına almaya çalışmak için yürütülen eylemlerin tamamıdır. Algılama yönetimi, çeşitli yolları kullanarak, gerçekleri yansıtma, operasyon güvenliği sağlama, gerçeği gizleme ve çarpıtma, psikolojik operasyonları yönetme gibi unsurların bileşkesinden oluşur."
Yukarıdaki tanımda iki kavrama dikkatinizi çekmek istiyorum: "Gerçeği gizleme ve çarpıtma".
Doğu Alman yayıncılar yıllarca Brecht'in Güncesi'ni yayınlamadılar. Komünist ötesi toplumu anlatan Me-Ti ancak çok sonraları yayınlandı ve diğer dillere çevrilebildi. Stalin bir iddiaya göre, bütün totaliter rejimlerde olduğu gibi Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin tarihini tahrif etmişti. Atatürk'ün Nutuk'unun tercümesinde ve Bursa ve Balıkesir nutuklarında da bazı gereksiz "düzenlemeler"in yapıldığı iddia edilir. Osmanlı'nın yakın tarihi ile ilgili hâlâ adam gibi yüzleşebildiğimiz söylenemez. Örneğin, Abdülhamit Han'ın anlaşılması ve itibarı konusunda milli bir mutabakat sağlandığı söylenebilir mi?
Geçenlerde bir dostumuz e-posta ile Mao Zedung'un Türkiye üzerine 1940 yılında yazdıklarını gönderdiğinde hiç şaşırmadım desem yeridir.
Bir zamanlar Mao'nun neredeyse her dediğini bilirdim. Bu bilgilenme sürecinde, 1960'ların sonunda bir arkadaşla birlikte, o İngilizcesinden, ben Almancasından tam dört ciltlik "Toplu Eserleri" tercüme etmiş olmamızın sonradan ne işe yaradığı konusunda pek de fazla tespitimin olamayacağı uğraşın herhalde büyük etkisi vardı.
Aşağıdaki satırlardan herhangi birine onca Mao kaynağı içinde rastlamak mümkün değildi. Mao'yu bizden daha iyi bilen usta devrimciler de bize bu makaleden söz etmemişlerdi. Gelin de Pentagon'un yukarıdaki tanımını anmayın... Bakın Mao, 1940 yılında ne demiş:
"Belli özgül koşullar nedeniyle (burjuvazinin Yunan saldırganlığını geri püskürtmedeki başarısı ve proletaryanın zayıflığı nedeniyle), Birinci Emperyalist Dünya Savaşı'ndan ve Ekim Devrimi'nden sonra Türkiye'de burjuvazinin küçük Kemalist diktatörlüğü ortaya çıkmış olsa da, İkinci Dünya Savaşı ve Sovyetler Birliği'nde sosyalist inşanın tamamlanmasından sonra, ikinci bir Türkiye olamaz, hele 450 milyon nüfusu olan bir Türkiye hiç olamaz. Çin'in özgül koşullarında (burjuvazinin uzlaşmaya eğilimli zayıflığı ve devrimci bütünlüğüyle proletaryanın güçlülüğü) işler kolay kolay Türkiye'de olduğu gibi olmayacaktır. Çin burjuvazisinin bazı üyeleri 1927'deki Birinci Büyük Devrim başarısızlığa uğradıktan sonra Kemalizm diye tutturmadılar mı? Ama Çin'in Kemal'i nerede? Peki ya Çin'in burjuva diktatörlüğü ve kapitalist toplumu? Ayrıca, Kemalist Türkiye bile kendini sonuçta İngiliz-Fransız emperyalizminin kucağına atmak zorunda kaldı, giderek daha fazla bir yarı sömürge ve gerici emperyalist dünyanın bir parçası oldu. Bugünün uluslararası durumunda, sömürge ve yeni-sömürgelerdeki "kahramanlar" ya emperyalist kampa geçiyor, dünya karşı devriminin bir parçası oluyor, ya da anti-emperyalist kampa dâhil olup dünya devriminin güçlerinin bir parçası haline geliyorlar. Ya birini ya da diğerini yapmak zorundalar, çünkü üçüncü bir seçenek yok."
Mao'nun bu sözlerini son derece demode ve bazı kavramları aşırı klişe bulabilirsiniz. Ancak her sözü kendi tarihi dönemi içinde değerlendirmek gerekir. Keşke 1960'ların sonunda Mao'nun bu sözlerini tartışabiliyor olsaymışız. Bugün artık çok geç.
Bugün bir "click" mesafesinde (http://www.marxists.org/reference/archive/mao/selected-works/volume-2/mswv2_26.htm) duran bu sözler ancak yukarıdaki tanımda ifadesini bulan olumsuz algılama yönetimi uygulamalarına bir örnek teşkil etmesi açısından kullanılabilir.
Peki, ne yapacağız?
Tahrifata ve gerçeğin saptırılmasına karşı kendimizi korumak için üç etkili araç olduğunu söyleyebiliriz: Merak ve şüphe... Ve de Peygamber Efendimizin Allaha en sık yakarışı: Allahım bana şeyleri olduğu gibi göster.
Tahrik olmamak zor
Elektronik posta ortamında reklam yaparken çok dikkat etmek lazım... Hele de reklamı yapılan ürün ve/veya hizmet insanların değerlerine, kültürüne ve ahlak anlayışına ters düşebilme olasılığını taşıyorsa... Bu durumu en iyisi bir örnekle anlatmalı.
Önce reklamın link'ini verelim: http://www.gizlikamerasatis.net/?C01
Şimdi de içeriğine bir göz atalım.
Ürünün adı "4GB Hafızalı Anahtarlık Şeklinde Gizli Kamera"...
Ürünün özellikleri ise şöyle tanımlanmış: "Bir düşünün bu özellikteki cihazların tamamını alamaya kalkarsanız ortalama 300 Dolar para ödemiş olacaksınız. Oysaki artık yanınızda bir sürü cihaz taşımak zorunda değilsiniz. Birçok özelliği bulunan bu cihazı yanınızda rahatlıkla taşıyabilir ve istediğiniz zaman kullanabilirsiniz. Yanınızda kullanım CD'si taşımak zorunda da değilsiniz çünkü tak çalıştır özellikli bir üründür. Tüm işletim sistemlerinde sorunsuz bir şekilde çalışmaktadır."
Ne diyor reklam?
Karşınızdakinin haberi olmadan ses ve görüntü kaydı yapabilirsiniz. Hem de hayli uzun bir süre. Üstelik sadece 100 TL'ye...
Kilit kelime şu: Karşınızdakinin haberi olmadan...
Ben bu ilana yüklü miktarda talep geleceğine inanıyorum. Çünkü içimizdeki şeytan her zaman güçlüdür. "İyiler kazanırsa tarih biter" kuramını unutmamak gerekir. O nedenle bu tür ürünler çok satar. O nedenle negatif haber, dedikodu twitter'da olumluya oranla çok daha hızlı yayılır. İlan benim bile dikkatimi çektiğine göre, gerisini siz düşünün.
Strateji yanlışsa taktik çalışmaz
Yukarıdaki başlığı dört saatlik bir seminerde anlatmaya kalksam ne kadar başarılı olurum bilemem. Oysa bir dostumuzun yolladığı aşağıdaki fıkra başlığın özünü mükemmel anlatıyor. Hem de iki dakikada...
"Kız hayatında ilk defa bir partiye gidecekmiş, annesi o aksam kızına öğüt veriyormuş.
-Kızım bak sen bu partileri bilmezsin, burada çapkın erkekler olur, seninle yatmak için her şeyi yaparlar! Eğer böyle bir şey olursa, ona ‘Çocuğumuzun adı ne olsun?' diye sor, hemen telaşlanır ve senden uzaklaşır...
Kız partiye gitmiş. Biraz sonra bir genç, kızı dansa kaldırmış, dans ederlerken kıza sarkmaya başlamış. Kız hemen ‘Çocuğumuzun adı ne olsun?' demiş, genç tırsmış ve gitmiş.
Bir süre sonra başka bir genç gelmiş, yine hafiften yılışmalar başlamış, dans etmeler falan derken yine aynı sarkıntılıklar, kız yine ‘Çocuğumuzun adı ne olsun?' demiş, ama delikanlının hareketlerinde değişen bir şey yok. Daha sonra kızı bahçeye çıkarıp ıssız bir köşeye götürmüş. Kız yine ‘Çocuk' diyecek olmuş, delikanlı lafını romantik sözlerle kesmiş.
Biraz sonra genç, kızın elbiselerini çıkarmış, kız yine ‘Çocuğumuzun adı ne olsun?'... Gençte yine konuyla ilgili ses yok. Genç kızla sevişmeye başlamış, kız yine ‘Çocuk mocuk' dediyse de, delikanlı başka âlemde... Bir süre sonra genç işini bitirmiş, kız hâlâ ‘Çocuğumuzun adı ne olsun?' demekteymiş.
Genç kalkmış, prezervatifi çıkarıp bir de düğüm atmış: ‘Buradan çıkabilirse ismi David Copperfield olsun.'"
Bizim çıkardığımız kıssadan hisse şu: Evdeki hesap çarşıya uymadığı zaman sorunu ve çözümünü çarşıda değil, evdeki hesapta aramak gerekir.
Marka inovasyonsuz olmuyor
Benim son 10 yılda Türkiye'de marka yönetimi çerçevesinde ortaya konduğunu açık yüreklilikle tespit edebileceğim çok fazla inovatif girişim ne yazık ki yoktur. Uluslar arası markaları (örneğin Swatch) tabii ki bu tespitin dışında tutuyorum. Doğaldır ki birkaç başarılı iş var. Örneğin, T-box, Arçelik'in Telve'si ya da Paşabahçe'nin çeşitli projeleri gibi... İşim içine hem yenileşimcilik (inovasyon) hem de başarılı marka yönetimi girince örnekleri çoğaltmak zorlaşıyor.
Jack Trout'ın "Farklılaş ya da öl!" kitabındaki yaklaşıma uygun inovasyon çalışmalarından birine medyada kendisine pek de fazla yer bulmayan küçücük bir haberde rastladım. İstanbul Sanayi Odası İnovasyon Ödülü'nü Muratbey Peynircilik'e vermiş. Neden? Çünkü Muratbey Peynircilik peyniri daha çok çocukların sevdiği sosis haline getirmiş. Ürüne salam ve sucuktaki baharatları eklemeyi unutmamış.
Mutlaka deneyeceğim. En azından değişik bir lezzet serüveni olacağına inancım tam.