İnsan neden ‘Kaynak’ değildir?..
Bu konuda ilk makaleyi 1999’da yazmışız… 16 yıl önce yani… İnsan ‘kaynak’ değil ‘kıymet’tir, demişiz…
Sonra ilk baskısı 2005’de yapılmış kitabımız ‘Algılama Yönetimi’nde kavramdan daha ayrıntılı söz etmişiz. Konuyu bir dizi konferans ve makalede daha da ayrıntılı ele almışız…
Değişim’in en ayrılmaz parçası, bildiğiniz üzere ‘değişme karşı direnç’tir…
Bizim bu önermeye başta ‘İnsan Kaynakçı’ların tamamına yakını bir de akademik dünya uzunca bir süre pek itibar etmedi…
Haksız da değildiler… Anglosakson kültüründe böyle bir kavram yoktu ki… Amerikalılar bulmamıştı bu kavramı… İngilizceden tercüme edip ‘kopyala yapıştır’ kullanacakları kural ve metinler de yoktu… Türklere mi kalmıştı böyle kavramlar ortaya atmak…
Çalışanlarının kahir çoğunluğunu Y kuşağının oluşturduğu kuruluşların yöneticileri, bu kuşağın bizdeki tanımını, ‘karakteristik’ özelliklerini, ‘davranış biçimlerini’, onlarla ‘ilişki kurma’ yöntemlerini, bizim milli ortak ruhi şekillenmemizi dikkate almaya hiç gerek görmeden, Batı’dan olduğu gibi kopyaladıkları araçlarla sürdürebileceklerini sandılar… Bu yaklaşımın bünyelerindeki o kuşak mensupları üzerinde tıkır tıkır çalışacağını sanmışlardı… Tabii ki çalışmadı. Çalışmıyor da…
Bizce uluslararası kuruluşların Türkiye’deki uzantıları vasıtasıyla insanı ‘kıymet’ olarak konumlandırma zorunluluğu getirecekleri güne kadar da arkaik yöntemlerinden (Performans, Sadakat, Motivasyon odaklı) vazgeçmeye hiç niyetleri yok. Aslında ‘yoktu’ demek daha doğru olur. Çünkü bazı kuruluşlar (Al Baraka Türk) ve bazı aklı başında, muteber kişiler (Murat Ülker) kavrama sahip çıkıverdiler… Bundan sonra işleri zor yani…
Oysa dönüp tarihe baksalar, görecekler ki, müzikte, edebiyatta, düşünce dünyasında (Mozart, Goethe, Descartes, Kant vb. yüzlercesi), Batı (Abendland – Akşam Ülkesi) düşünce ve duygu dünyalarının temellerini, anlamını Doğu’da (Morgenland – Sabah Ülkesi) arayıp durmuştur. Bugün bile “Batı maneviyatını kaybetti” tespitinde bulunan pek çok Batılı düşünür İslam âleminin içi dışı onca karıştırılmış olmasına rağmen, insanın, manevi açıdan kendisini gerçekleştirmesinin kaynağını Morgenland’de bulacağını söylüyorlar. Morgenland da insana ‘kaynak’ olarak bakmaz…
Aslında, “İnsan Kaynak değil Kıymettir ve bütün yönetim sistemlerinin bu gerçekten yola çıkarak çalışan anlayış ve politikalarını gözden geçirmeleri gerekir”, derken çok basit bir ‘çıkarsamadan’ yola çıkıyorduk:
Feodal ortaçağ toplumları ve öncesinde çalışan insan bir ‘meta’ olarak görülüyor, ya bireysel ya da toprakla birlikte alınıp satılıyordu. Bütün üretim sistemi ve ekonomi bu gerçek üzerine inşa edilmişti…
Manifaktür dönemine, oradan da sanayi toplumuna geçiş ve her ne kadar ‘sıkı kontrol altında’ tutulmuş olsalar da sendika hareketleriyle beraber, insan önce sadece kayıt kuyut işlerine bakılan ‘Personel’ sonra da ‘Kaynak’ olarak görülmeye başlandı. Elektrik, su, enerji, para gibi ‘optimum düzeyde kullanılıp’ tüketildikten sonra bir kenara atılıp unutulan… Kapitalizmin, daha doğrusu finans kapitalin gelişmesi ve sosyalist hareketlerin etkisiyle de, emeklilik meselesi (açlık sınırının biraz üzerinde) gibi bazı sosyal haklar üretimden düşen güçlerin sigortası olarak verildi ve öyle de kabul gördü…
Ortak yaşam sistematiğini derinden etkileyen Bilgi Toplumu ve o, işte bir türlü çözemediğimiz, anlamakta zorlandığımız Y kuşağı, sistemi kökünden zorladı. Ülkemizde az da olsa hâlâ üç alan da vardır: Çalışanı ‘Meta’ gibi, ‘Personel’ gibi, ‘Kaynak’ gibi gören yapılar… Bu bakış açısıyla işin içinden çıkamayacağımız ilişki yönetiminin, ancak olaya, sürekli yeniden üretime ve gelişime cevaz veren, hatta bunu zorunlu kılan ‘Kıymet’ (İng. Asset) yaklaşımıyla (Değer – Value değil) bakarak, üstesinden gelebiliriz… Bunun için bir tek şey gerekir: Değişimden korkmamak; tersine onun parçası olmak…
Yazıyı hayli çarpıcı bulduğumuz bir örnekle noktalayalım. Yıllardır “Batı'nın Y Kuşağının karşılığı bizde yok” deyip dururuz ya... Ben takip etmiyorum. Arkadaşların ‘Ot’ adlı mizah dergisinde "Neden Evlenmedim" adlı kitabın ilanında şu başlık dikkatini çekmiş. Bana da yollamışlar:
"X ile Y Kuşağı arasında sıkışmışların romanı."
Yazarı Barış Efendioğlu şöyle diyormuş:
"Herkes mi yalnız olur? Ne zor imiş bu arada kalan nesil olmak... Çocukken ‘Bizimkiler’ izleyerek büyümüş nesiliz biz, ama Nip Tuck'a da yetiştik. Çocukken saklambaç oynamış nesiliz ama Warcraft'a da yetiştik. Çocukken ev telefonu kullanmış nesiliz ama cep telefonuna da yetiştik. İnsanlarla kafelerde buluşup sosyalleşen nesiliz ama Facebook'a da yetiştik. Ve bu bizim lanetimiz oldu. Bizden öncekiler Bizimkiler izledi sadece, okullarını bitirdi evlendi, çocuk yaptı. Bizden sonraki nesil Bizimkiler hiç izlemedi. Aile kurmayı düşünmüyor. Mutlular, internetleri, stüdyo evleri ve modern hayatlarıyla. Peki ya biz neyiz? Biz ne yapacağız?"
Genç kuşaklarla adam gibi ilişki ve iletişim kurabilmenin yolu, herhalde bizim onları ‘kaynak’ değil ‘kıymet’ olarak görmemizde, bir de Cemil Meriç üstadın o ünlü sözünü onlara anlatabilmemizde yatıyor olmalı:
“Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddesi olandır”...
Sonra ilk baskısı 2005’de yapılmış kitabımız ‘Algılama Yönetimi’nde kavramdan daha ayrıntılı söz etmişiz. Konuyu bir dizi konferans ve makalede daha da ayrıntılı ele almışız…
Değişim’in en ayrılmaz parçası, bildiğiniz üzere ‘değişme karşı direnç’tir…
Bizim bu önermeye başta ‘İnsan Kaynakçı’ların tamamına yakını bir de akademik dünya uzunca bir süre pek itibar etmedi…
Haksız da değildiler… Anglosakson kültüründe böyle bir kavram yoktu ki… Amerikalılar bulmamıştı bu kavramı… İngilizceden tercüme edip ‘kopyala yapıştır’ kullanacakları kural ve metinler de yoktu… Türklere mi kalmıştı böyle kavramlar ortaya atmak…
Çalışanlarının kahir çoğunluğunu Y kuşağının oluşturduğu kuruluşların yöneticileri, bu kuşağın bizdeki tanımını, ‘karakteristik’ özelliklerini, ‘davranış biçimlerini’, onlarla ‘ilişki kurma’ yöntemlerini, bizim milli ortak ruhi şekillenmemizi dikkate almaya hiç gerek görmeden, Batı’dan olduğu gibi kopyaladıkları araçlarla sürdürebileceklerini sandılar… Bu yaklaşımın bünyelerindeki o kuşak mensupları üzerinde tıkır tıkır çalışacağını sanmışlardı… Tabii ki çalışmadı. Çalışmıyor da…
Bizce uluslararası kuruluşların Türkiye’deki uzantıları vasıtasıyla insanı ‘kıymet’ olarak konumlandırma zorunluluğu getirecekleri güne kadar da arkaik yöntemlerinden (Performans, Sadakat, Motivasyon odaklı) vazgeçmeye hiç niyetleri yok. Aslında ‘yoktu’ demek daha doğru olur. Çünkü bazı kuruluşlar (Al Baraka Türk) ve bazı aklı başında, muteber kişiler (Murat Ülker) kavrama sahip çıkıverdiler… Bundan sonra işleri zor yani…
Oysa dönüp tarihe baksalar, görecekler ki, müzikte, edebiyatta, düşünce dünyasında (Mozart, Goethe, Descartes, Kant vb. yüzlercesi), Batı (Abendland – Akşam Ülkesi) düşünce ve duygu dünyalarının temellerini, anlamını Doğu’da (Morgenland – Sabah Ülkesi) arayıp durmuştur. Bugün bile “Batı maneviyatını kaybetti” tespitinde bulunan pek çok Batılı düşünür İslam âleminin içi dışı onca karıştırılmış olmasına rağmen, insanın, manevi açıdan kendisini gerçekleştirmesinin kaynağını Morgenland’de bulacağını söylüyorlar. Morgenland da insana ‘kaynak’ olarak bakmaz…
Aslında, “İnsan Kaynak değil Kıymettir ve bütün yönetim sistemlerinin bu gerçekten yola çıkarak çalışan anlayış ve politikalarını gözden geçirmeleri gerekir”, derken çok basit bir ‘çıkarsamadan’ yola çıkıyorduk:
Feodal ortaçağ toplumları ve öncesinde çalışan insan bir ‘meta’ olarak görülüyor, ya bireysel ya da toprakla birlikte alınıp satılıyordu. Bütün üretim sistemi ve ekonomi bu gerçek üzerine inşa edilmişti…
Manifaktür dönemine, oradan da sanayi toplumuna geçiş ve her ne kadar ‘sıkı kontrol altında’ tutulmuş olsalar da sendika hareketleriyle beraber, insan önce sadece kayıt kuyut işlerine bakılan ‘Personel’ sonra da ‘Kaynak’ olarak görülmeye başlandı. Elektrik, su, enerji, para gibi ‘optimum düzeyde kullanılıp’ tüketildikten sonra bir kenara atılıp unutulan… Kapitalizmin, daha doğrusu finans kapitalin gelişmesi ve sosyalist hareketlerin etkisiyle de, emeklilik meselesi (açlık sınırının biraz üzerinde) gibi bazı sosyal haklar üretimden düşen güçlerin sigortası olarak verildi ve öyle de kabul gördü…
Ortak yaşam sistematiğini derinden etkileyen Bilgi Toplumu ve o, işte bir türlü çözemediğimiz, anlamakta zorlandığımız Y kuşağı, sistemi kökünden zorladı. Ülkemizde az da olsa hâlâ üç alan da vardır: Çalışanı ‘Meta’ gibi, ‘Personel’ gibi, ‘Kaynak’ gibi gören yapılar… Bu bakış açısıyla işin içinden çıkamayacağımız ilişki yönetiminin, ancak olaya, sürekli yeniden üretime ve gelişime cevaz veren, hatta bunu zorunlu kılan ‘Kıymet’ (İng. Asset) yaklaşımıyla (Değer – Value değil) bakarak, üstesinden gelebiliriz… Bunun için bir tek şey gerekir: Değişimden korkmamak; tersine onun parçası olmak…
Yazıyı hayli çarpıcı bulduğumuz bir örnekle noktalayalım. Yıllardır “Batı'nın Y Kuşağının karşılığı bizde yok” deyip dururuz ya... Ben takip etmiyorum. Arkadaşların ‘Ot’ adlı mizah dergisinde "Neden Evlenmedim" adlı kitabın ilanında şu başlık dikkatini çekmiş. Bana da yollamışlar:
"X ile Y Kuşağı arasında sıkışmışların romanı."
Yazarı Barış Efendioğlu şöyle diyormuş:
"Herkes mi yalnız olur? Ne zor imiş bu arada kalan nesil olmak... Çocukken ‘Bizimkiler’ izleyerek büyümüş nesiliz biz, ama Nip Tuck'a da yetiştik. Çocukken saklambaç oynamış nesiliz ama Warcraft'a da yetiştik. Çocukken ev telefonu kullanmış nesiliz ama cep telefonuna da yetiştik. İnsanlarla kafelerde buluşup sosyalleşen nesiliz ama Facebook'a da yetiştik. Ve bu bizim lanetimiz oldu. Bizden öncekiler Bizimkiler izledi sadece, okullarını bitirdi evlendi, çocuk yaptı. Bizden sonraki nesil Bizimkiler hiç izlemedi. Aile kurmayı düşünmüyor. Mutlular, internetleri, stüdyo evleri ve modern hayatlarıyla. Peki ya biz neyiz? Biz ne yapacağız?"
Genç kuşaklarla adam gibi ilişki ve iletişim kurabilmenin yolu, herhalde bizim onları ‘kaynak’ değil ‘kıymet’ olarak görmemizde, bir de Cemil Meriç üstadın o ünlü sözünü onlara anlatabilmemizde yatıyor olmalı:
“Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddesi olandır”...