15 Temmuz ne öğretti?
15 Temmuz 2022 - Yeni Şafak
Meşhur bir anekdot olarak anlatılır, ne kadar doğrudur bilmiyorum, affınıza ve hoşgörünüze sığınarak aktaralım: Adolf Hitler’in yükseliş dönemi sayılan 1930’larda, Obersalzberg’deki Berghof denilen dağ evinde yabancı gazetecileri ağırladığı sırada bir İngiliz gazeteci kendisine sorar: “Sayın Führer, insanları size itaat etmeye nasıl ikna ettiğinizi aşağı yukarı biliyoruz. Ancak sizin yanınızda gönüllü olarak saf tut-malarını nasıl sağ-lıyor-sunuz; onu anlamakta zorluk çekiyoruz.”
Hitler, istifini hiç bozmadan, soruya başka bir soruyla cevap verir: “Sizce köpekler gönüllü olarak hardal yer mi?” Gazeteciler “Hayır” anlamında başlarını sallarlar, İngiliz gazeteci cevap verir: “Asla!”.
Hitler emir subayına dönerek adı Blondi olan dişi Alman çoban köpeğini çağırmasını emreder; “Bana bir kavanoz da hardal getirsinler!” der. Kavanozu açarlar, Hitler elini kavanoza daldırıp bir avuç hardalı alıp karşısında dimdik duran çok iyi eğitilmiş Blondi’nin poposuna çalar. Blondi bir hışım yerinden fırlar ve büyük bir hızla hardalı yalayıp yutmaya başlar. Hitler bunun üzerine gazetecilerin şaşkın bakışları arasında onlara döner ve “Gördünüz mü; nasıl da gönüllü bir şekilde hardal yiyor” der.
Mecburiyet ve acil ihtiyaçların, hayattaki değişimlere uyum sağlama üzerine etkilerinin ne derece hızlı olabileceğine dair bir örnekti bu. Bu hikâyeyi 15 Temmuz ile ilgili aşağıda arz etmeye çalışacağımız görüşlerimize bir nebze olsun ışık tutması ümidiyle anlattık…
Altı yıldır “15 Temmuz ne öğretti?” diye sorar dururum…
Bir kere bu coğrafyada ‘kaderi yazanın’ son raddede millî irade olduğunu öğrendik… İstiklal Savaşı’nda da olduğu gibi ‘son raddede’ ama…
İkinci öğrendiğimiz şey de şuydu: Asker-sivil-aydın çerçevesinde oluşan bürokratik oligarşinin kontrolünü ele geçirerek, ülkenin, ‘bir süre’ de olsa kontrol edilebilmesi mümkündü… Dar ama etkili bir kesim sayılabilecek söz konusu vesayet grubunun, bunu artık yalnızca ‘bir süre’ yapabilecek gücü olduğunu da gördük ama…
Üçüncü olarak, öğrendiklerimize bir de uluslararası boyut eklendi… Askeri darbelerin arkasındaki emperyal güçler (Bkz. ABD Başkanı’na Türkiye’deki görevlilerden giden mesaj: “Bizim çocuklar başardı”), bu sefer belki darbe değil ama kaos, iç savaş ve ülkenin yönetilemezliği üzerine oynamışlardı… 15 Temmuz’dan sonra bu rolü, muhalefetin bir bölümünün üstlendiğine tanık oluyoruz.
Bu ‘öğrenme listesi’ her toplum kesimi için ayrı ayrı yorumlanıp uzatılabilir. Ancak biz iletişimcilerin 15 Temmuz’daki, öncesindeki ve sonrasındaki süreçten çok çeşitli ve farklı çıkarımlarımızın olduğunu söyleyebilirim…
İletişimde sabrın; sonuca ulaşmak için yıllarca beklemenin; ‘iletişim’ yönetiminin yanı sıra ‘ilişki’ yönetimini de hedefe kitlenerek ince ince işleyip geliştirmenin; bukalemun tarzında -mış gibiyapmanın; kripto diye ifade edilen köstebek üslubuyla kuluçkaya yatıp yıllarca sütre gerisine saklanmanın; komünistlere taş çıkartacak hücre yapılanmasıyla (yani biri imha edilse dahi diğer hücreleri tanımadığından hareketin tümüne yönelik bir takibatın oluşmasını engellenmesiyle) ulaşılan noktanın; inanç-çıkar-umut üçlüsünün ‘marka vaadi’ olarak kullanılmasıyla elde edilen ikna seviyesinin; eğitim gibi meşru ve etkili bir aracı paravana dönüştürerek uluslararası düzeyde yayılmanın, güç ve itibar kazanmanın; Türk kültür ve değerlerine son derece etkili yöntemlerle sahip çıkan bir grupmuş izlenimini uyandırarak aslında Amerikan kültür ve değerlerinin temsilciliğini, elçiliğini yapmayı kamufle etmenin…
Her ne kadar sonunda duvara toslasa da bütün bunların şahikasını ‘iletişim ve ilişki’ boyutunda gerçekleştirmiş bir terör hareketinden söz ediyoruz…
İnanın, yer kürede bunlardan daha sinsi ve alçak olanına rastlanmamıştır… Köklerinin hâlâ tamamen kazınamamasının nedeni de budur…
“Bir musibet, bin nasihatten evladır” sözüne hürmetle, bu hainlerin ‘siyasi iletişim’ ve ‘ilişki yönetimi’ yollarıyla ülkenin adalet, kolluk kuvvetleri, eğitim sistemi ve devlet mekanizmasının tümüne nasıl sızdığının iyice öğrenilmesi, bundan dersler çıkarılması, Cumhuriyet’in sorumluluğunu taşıyan her Türk vatandaşının en önemli görevlerinden biridir. Belki ancak o zaman emperyal güçlerin oyunu daha başlamadan bitirilebilir.
Hitler, istifini hiç bozmadan, soruya başka bir soruyla cevap verir: “Sizce köpekler gönüllü olarak hardal yer mi?” Gazeteciler “Hayır” anlamında başlarını sallarlar, İngiliz gazeteci cevap verir: “Asla!”.
Hitler emir subayına dönerek adı Blondi olan dişi Alman çoban köpeğini çağırmasını emreder; “Bana bir kavanoz da hardal getirsinler!” der. Kavanozu açarlar, Hitler elini kavanoza daldırıp bir avuç hardalı alıp karşısında dimdik duran çok iyi eğitilmiş Blondi’nin poposuna çalar. Blondi bir hışım yerinden fırlar ve büyük bir hızla hardalı yalayıp yutmaya başlar. Hitler bunun üzerine gazetecilerin şaşkın bakışları arasında onlara döner ve “Gördünüz mü; nasıl da gönüllü bir şekilde hardal yiyor” der.
Mecburiyet ve acil ihtiyaçların, hayattaki değişimlere uyum sağlama üzerine etkilerinin ne derece hızlı olabileceğine dair bir örnekti bu. Bu hikâyeyi 15 Temmuz ile ilgili aşağıda arz etmeye çalışacağımız görüşlerimize bir nebze olsun ışık tutması ümidiyle anlattık…
Altı yıldır “15 Temmuz ne öğretti?” diye sorar dururum…
Bir kere bu coğrafyada ‘kaderi yazanın’ son raddede millî irade olduğunu öğrendik… İstiklal Savaşı’nda da olduğu gibi ‘son raddede’ ama…
İkinci öğrendiğimiz şey de şuydu: Asker-sivil-aydın çerçevesinde oluşan bürokratik oligarşinin kontrolünü ele geçirerek, ülkenin, ‘bir süre’ de olsa kontrol edilebilmesi mümkündü… Dar ama etkili bir kesim sayılabilecek söz konusu vesayet grubunun, bunu artık yalnızca ‘bir süre’ yapabilecek gücü olduğunu da gördük ama…
Üçüncü olarak, öğrendiklerimize bir de uluslararası boyut eklendi… Askeri darbelerin arkasındaki emperyal güçler (Bkz. ABD Başkanı’na Türkiye’deki görevlilerden giden mesaj: “Bizim çocuklar başardı”), bu sefer belki darbe değil ama kaos, iç savaş ve ülkenin yönetilemezliği üzerine oynamışlardı… 15 Temmuz’dan sonra bu rolü, muhalefetin bir bölümünün üstlendiğine tanık oluyoruz.
Bu ‘öğrenme listesi’ her toplum kesimi için ayrı ayrı yorumlanıp uzatılabilir. Ancak biz iletişimcilerin 15 Temmuz’daki, öncesindeki ve sonrasındaki süreçten çok çeşitli ve farklı çıkarımlarımızın olduğunu söyleyebilirim…
İletişimde sabrın; sonuca ulaşmak için yıllarca beklemenin; ‘iletişim’ yönetiminin yanı sıra ‘ilişki’ yönetimini de hedefe kitlenerek ince ince işleyip geliştirmenin; bukalemun tarzında -mış gibiyapmanın; kripto diye ifade edilen köstebek üslubuyla kuluçkaya yatıp yıllarca sütre gerisine saklanmanın; komünistlere taş çıkartacak hücre yapılanmasıyla (yani biri imha edilse dahi diğer hücreleri tanımadığından hareketin tümüne yönelik bir takibatın oluşmasını engellenmesiyle) ulaşılan noktanın; inanç-çıkar-umut üçlüsünün ‘marka vaadi’ olarak kullanılmasıyla elde edilen ikna seviyesinin; eğitim gibi meşru ve etkili bir aracı paravana dönüştürerek uluslararası düzeyde yayılmanın, güç ve itibar kazanmanın; Türk kültür ve değerlerine son derece etkili yöntemlerle sahip çıkan bir grupmuş izlenimini uyandırarak aslında Amerikan kültür ve değerlerinin temsilciliğini, elçiliğini yapmayı kamufle etmenin…
Her ne kadar sonunda duvara toslasa da bütün bunların şahikasını ‘iletişim ve ilişki’ boyutunda gerçekleştirmiş bir terör hareketinden söz ediyoruz…
İnanın, yer kürede bunlardan daha sinsi ve alçak olanına rastlanmamıştır… Köklerinin hâlâ tamamen kazınamamasının nedeni de budur…
“Bir musibet, bin nasihatten evladır” sözüne hürmetle, bu hainlerin ‘siyasi iletişim’ ve ‘ilişki yönetimi’ yollarıyla ülkenin adalet, kolluk kuvvetleri, eğitim sistemi ve devlet mekanizmasının tümüne nasıl sızdığının iyice öğrenilmesi, bundan dersler çıkarılması, Cumhuriyet’in sorumluluğunu taşıyan her Türk vatandaşının en önemli görevlerinden biridir. Belki ancak o zaman emperyal güçlerin oyunu daha başlamadan bitirilebilir.