"İş Bankası teknolojinin şehvetine kapılmamış"
15 eylül 2012
İş Bankası’nın Cem Yılmaz’lı reklamı tek kelime ile “şahane”… Film, içindeki diyaloglarda iddia edildiği gibi 88 yıl mı olur bilemem ama uzunca bir süre konuşulacağa benziyor… Cem’in yaratıcı oyunculuğunu bir kenara bırakalım, kullanılan teknolojinin mükemmelliği, “Ben çok muazzam bilgisayar destekli animasyon teknikleri kullandım, arkadaş!” diye bas bas bağırmamasından geliyor… Pek çok Hollywood örneğinde sık sık rastladığımızın tersine, kullanılan teknoloji ve harcanmış olan prodüksiyon giderlerinin altı deliler gibi çizilmemiş. Bu tür işlerde “teknolojinin şehvetine” kapılmamak çok zordur… Bu filmde aşk-şehvet dengesi mükemmel kurulmuş. Hayatta da öyle olması gerekmez mi? Aksi taktirde o duygusal mesaj katiyen geçmez karşı tarafa. Konu çok yalın... Bundan 88 yıl önce İş Bankası ilk kurulduğunda, henüz 4 şubesi varken bir reklam filmi çekse nasıl olurdu, diye düşünmüşler. Ona göre bir senaryo oluşturmuşlar. Hem akıl var içinde hem de gönül… Öyle olunca da Cem Yılmaz coşmuş zaten…
Diyecek üç şey var belki… Reklam filminin YouTube’da yayınlanan hali 2 dakika 13 saniye. Yani 133 saniye. 88 değil… Çok da önemli değil ama hani Cem filmin başında “88 saniyede halletmemiz lazım” deyip, arada “Kaç olduk Naci?” diye kontrol ediyor ya… Herhalde işin esprisi olsa gerek… İkinci değinebilecek husus, bu tür uzun filmlerin tekrarlarının sorun yaratabileceği… Esprinin sürprizinin ve dolayısıyla gazının “kaçma’ tehlikesi… Üçüncü husus ise bir öneri olabilir. Neden bir sonraki film, bundan sonraki 88 yıla yani İş Bankası’nın 176’ncı kuruluş yıldönümüne bir gönderme olmasın? Cem’in Telekom’da yıpranmış olabileceğini söyleyenlere kulak asmayan İş Bankası yönetimini ve tabii ki ajansını ve yapımcıları, yönetmeni kutluyorum…
İkna süresi giderek azalıyor
Geçenlerde Digiboard şirketinden Lazar Demişulam imzasıyla bir bilgilendirme notu geldi. İlginç bir araştırmadan söz ediyorlardı. Buna göre; Migroslarda ortalama alışveriş süresi 27 dakika imiş… Eşimle kırk yılın başı herhangi bir alışverişe gittiğimde birkaç asır sürüyormuş gibi geliyor oysa bana… Macrocenter’larda ise bu süre 22 dakikaymış. Öyle ya hedef kitle daha değişik… Ziyaretçilerin ise yüzde 50’si kadın, yüzde 50’si erkekmiş… İşte buna inanmam çok zor… Onlara da pek inanılır gibi gelmemiş ama… Araştırmalara göre, benimkisi bir tür ‘erkek yanılsaması’ymış. Gerçek olansa 50-50’lik durummuş. Digiboard’çular e-postalarına ekran reklamlarıyla ilgili bilgileri de eklemişler; Digital ekran network’leri 39 mağazada ayda 6 milyon 50 bin kişi tarafından izlenmekteymiş… Ortalama izleme süresi 3,4 saniyeymiş ve ancak izleyenlerin yüzde 8’i 10 saniye ve üzerinde ekranlara bakabilmekteymiş... Ekranların en uzun süreli izlenme noktası 6,6 saniye ile şarküteri et reyonuymuş… İzleyenlerin yüzde 60’ı erkek, yüzde 40’ı kadınmış; yüzde 45’i 35 yaş ve altında, yüzde 55’i ise 35 yaş üstündeymiş. Ekran önlerinden geçenlerin yüzde 70’i ekranı izliyormuş. Mağazaya giren kişilerin yüzde 77’si, kasadan geçen kişilerin ise yüzde 76’sı ekranlara bakıyormuş… Al Gore’un yıllar öncesine dayanan o ünlü deyişi bir türlü aklımdan çıkmıyor: “ABD bilgi çöplüğüne döndü”… Türkiye’de bu durumu reklamlarda yaşıyoruz… Bunca hengâme ve iletişim kanalı çeşitliliği içinde, doğru mesajı iletip, dikkat çekip, ikna etmek son derece zor bir iş… İşte o nedenle reklamda ‘buluşçuluk ve yenilikçilik’ (inovasyon) her zamankinden daha büyük önem taşıyor. Öyle bir şey yapacaksın ki, bilmem kaç saniyede ikna edeceksiniz hedef kitleyi… O da gidip ürününüzü alacak… Allah kolaylık versin…
Çok iyi bir ‘tekil’ çözüm!
Olimpiyatlarda aldığımız, aslında çok da başarılı sayılmayacak sonuçlardan söz ederken, sonuçları eğitim sistemimizle ilişkilendirmiş; bu sınav anlayışı ve okul sporuna bu bakış açısıyla bir yere varılamayacağına değinmiştik… Gönderdiği e-postadaki “antetten” Central Oto ve Filo Kiralama şirketinde Satış ve Pazarlama Direktörü olarak çalıştığı anlaşılan Saniye Yeşilbaş bakın ne yazmış: “Maalesef yarış kültürü ve yarışmacı ruh kazanabilmek için çok yolumuz var. Ama güzel şeyler de oluyor! Kızım 12 yaşında, çok az bilinen bir spor dalı olan paletli yüzme yapıyor ve kendi yaş grubunda 2 yıldır Türkiye Şampiyonu. Okul - antrenman mesafesini kısaltmak, zamanı etkin kullanmasını sağlamak için bu yılın ortasında radikal bir kararla okulunu değiştirdik. İTÜ Geliştirme Vakfı Spor Kulübünün yüzücüsü, yine Geliştirme Vakfı’nın Natuk Birkan İlköğretim okuluna kaydını aldırdık. Okul kayıt esnasında, ara dönemde öğrenci almamasına rağmen bizlere kolaylık gösterdi. Üstelik bu öğretim yılında Türkiye Şampiyonluğu nedeni ile kızıma yüzde 100 burs vermeyi uygun gördü. Söz konusu okul, girmek için insanların sıraya girdikleri 30 bin TL ücreti ile İstanbul’un en pahalı özel okullarından biri. Diğer okulda yüzümüze bile bakılmadığı, ödevler konusunda biraz tolerans gösterilmesi talebimiz bile reddedildiği için nasıl sevindiğimi, nasıl gururlandığımı anlatamam. Paylaşmak istedim.” İyi hoş da bu tekil ve okul yönetiminin “iyi niyetine dayalı” bir olay… Bu “tolerans göstermeyen” anlayışa maruz kalan ve onca ülke sporcusuyla yarışan bizimkilerin şu anda almakta oldukları dereceler bile mucize değil mi? İkinci bir husus da olayın iletişim boyutu… Sizce İTÜ Geliştirme Vakfı Natuk Birkan İlköğretim Okulu bu anlayışının iletişimini nasıl yapıyor? Ülkedeki zihniyetin değişmesi, sportif başarının eğitime bir engel değil gençlik ruhunun gıdası olduğuna dair hangi “konu yönetimi” ve “gündem belirleme” çalışmasının altına imza atıyor? Saniye Hanım’ın kızı anlaşılan “yırtmış”. Ona da, o okulunun bu “tekil” kararını verenlere de bravo! Ancak ya diğerleri?
Bilim ve teknoloji deneyle öğrenilir
Hani yıllardır söylenir dururuz… Türkiye’nin bilimde, araştırmada, geliştirmede, patent konusunda çok gerilerde oluğuna ilişkin ön yargımız ben çocukken de vardı. Hâlâ var… Yurt dışında yaşayan pek çok bilim insanımızın elde ettikleri tüm başarılara rağmen, bu geriliğin ulusal bir kader ve/veya karakter olduğuna dair aşağılık kompleksi kaynaklı bir “kanaat” yaygınlığı korunagelmiştir… Fen laboratuarı olmayan okullarda, hatta üniversitelerde yetişen gençlerimize yanar dururuz. Teknolojide yaratıcıdan çok uygulayıcı olmaktan yakınırız. Şikâyet kültürünü pek çok konuda bir kenara bırakmayı başarmış olsak da bilim ve teknoloji alanında “müştekilik” berdevam… Oysa artık yapamadıklarımızı konuşmayı bırakmanın, “yapan”ları ve “yapılanların” konuşulması zamanı çoktan geldi. Şöyle bir bakının etrafınıza. Gerek Kurumsal Sosyal Sorumluluk (KSS) adına özel, gerekse seçilmiş-atanmış kamu hizmeti gören kurum ve kişilerce ön ayak olunan ne kadar ilginç girişim var aslında. Örneğin, Bursa Büyük Şehir Belediyesi’nin ses getiren Başkanı (Bkz. İDO’ya alternatif yeni feribot hattı girişimi, raylı sistemler vb.) Recep Altepe’nin çocuklara yönelik çalışmaları dikkatle izlenmeli… Başkan Altepe sadece Bursa için değil tüm Türkiye’nin çocukları için bir Bilim ve Teknoloji Merkezi kuruyor. Mimari proje dünya çapında bir görselliğe ve tasarıma sahip... Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi geçici binasında 2012 Ekim ayından itibaren ziyarete açık olacak. 2013’ün ikinci yarısında da 12 bin metrekarelik asıl binası aktif hale gelecekmiş. Bu arada örneğin şöyle bir haber de gözünüzden kaçmış olabilir: “Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş.’nin desteği ve Bursa Teknik Üniversitesi’nin akademik katkılarıyla Bilim ve Teknoloji Merkezleri Enstitüsü ile Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi tarafından yürütülen Bilim Yaz Kampı, 3. dönemini de sertifika töreniyle noktaladı”… Ülkede sadece moral bozucu şeyler olmuyor yani… Dünyada yaklaşık 2 bin 400 bilim merkezi varken ve her yıl 290 milyon kişi bu merkezleri ziyaret ederken Türkiye’de bu alanda ciddi adımlar atılıyor. Bunlardan ilki yanılmıyorsam İstanbul Fulya’da açılmış olan ‘Türkiye Bilim Merkezleri Vakfı’na ait “Bilim Merkezi”… Keşke sayıları artsa. Keşke daha çok desteklenseler… Bursa Belediye Başkanı iddialı. İlginç projelerle Türkiye’nin dört bir yanından öğrencileri Bursa’da misafir etmekte kararlı. Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi, bu alanda farkındalık yaratmak için, beş duyuya doğrudan hitap edecek deneyimsel bir bilim eğitimi vermek için kolları sıvamış… Bize de desteklemek düşüyor. Hem İstanbul Bilim Merkezi’ni hem de Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi’ni…
Diyecek üç şey var belki… Reklam filminin YouTube’da yayınlanan hali 2 dakika 13 saniye. Yani 133 saniye. 88 değil… Çok da önemli değil ama hani Cem filmin başında “88 saniyede halletmemiz lazım” deyip, arada “Kaç olduk Naci?” diye kontrol ediyor ya… Herhalde işin esprisi olsa gerek… İkinci değinebilecek husus, bu tür uzun filmlerin tekrarlarının sorun yaratabileceği… Esprinin sürprizinin ve dolayısıyla gazının “kaçma’ tehlikesi… Üçüncü husus ise bir öneri olabilir. Neden bir sonraki film, bundan sonraki 88 yıla yani İş Bankası’nın 176’ncı kuruluş yıldönümüne bir gönderme olmasın? Cem’in Telekom’da yıpranmış olabileceğini söyleyenlere kulak asmayan İş Bankası yönetimini ve tabii ki ajansını ve yapımcıları, yönetmeni kutluyorum…
İkna süresi giderek azalıyor
Geçenlerde Digiboard şirketinden Lazar Demişulam imzasıyla bir bilgilendirme notu geldi. İlginç bir araştırmadan söz ediyorlardı. Buna göre; Migroslarda ortalama alışveriş süresi 27 dakika imiş… Eşimle kırk yılın başı herhangi bir alışverişe gittiğimde birkaç asır sürüyormuş gibi geliyor oysa bana… Macrocenter’larda ise bu süre 22 dakikaymış. Öyle ya hedef kitle daha değişik… Ziyaretçilerin ise yüzde 50’si kadın, yüzde 50’si erkekmiş… İşte buna inanmam çok zor… Onlara da pek inanılır gibi gelmemiş ama… Araştırmalara göre, benimkisi bir tür ‘erkek yanılsaması’ymış. Gerçek olansa 50-50’lik durummuş. Digiboard’çular e-postalarına ekran reklamlarıyla ilgili bilgileri de eklemişler; Digital ekran network’leri 39 mağazada ayda 6 milyon 50 bin kişi tarafından izlenmekteymiş… Ortalama izleme süresi 3,4 saniyeymiş ve ancak izleyenlerin yüzde 8’i 10 saniye ve üzerinde ekranlara bakabilmekteymiş... Ekranların en uzun süreli izlenme noktası 6,6 saniye ile şarküteri et reyonuymuş… İzleyenlerin yüzde 60’ı erkek, yüzde 40’ı kadınmış; yüzde 45’i 35 yaş ve altında, yüzde 55’i ise 35 yaş üstündeymiş. Ekran önlerinden geçenlerin yüzde 70’i ekranı izliyormuş. Mağazaya giren kişilerin yüzde 77’si, kasadan geçen kişilerin ise yüzde 76’sı ekranlara bakıyormuş… Al Gore’un yıllar öncesine dayanan o ünlü deyişi bir türlü aklımdan çıkmıyor: “ABD bilgi çöplüğüne döndü”… Türkiye’de bu durumu reklamlarda yaşıyoruz… Bunca hengâme ve iletişim kanalı çeşitliliği içinde, doğru mesajı iletip, dikkat çekip, ikna etmek son derece zor bir iş… İşte o nedenle reklamda ‘buluşçuluk ve yenilikçilik’ (inovasyon) her zamankinden daha büyük önem taşıyor. Öyle bir şey yapacaksın ki, bilmem kaç saniyede ikna edeceksiniz hedef kitleyi… O da gidip ürününüzü alacak… Allah kolaylık versin…
Çok iyi bir ‘tekil’ çözüm!
Olimpiyatlarda aldığımız, aslında çok da başarılı sayılmayacak sonuçlardan söz ederken, sonuçları eğitim sistemimizle ilişkilendirmiş; bu sınav anlayışı ve okul sporuna bu bakış açısıyla bir yere varılamayacağına değinmiştik… Gönderdiği e-postadaki “antetten” Central Oto ve Filo Kiralama şirketinde Satış ve Pazarlama Direktörü olarak çalıştığı anlaşılan Saniye Yeşilbaş bakın ne yazmış: “Maalesef yarış kültürü ve yarışmacı ruh kazanabilmek için çok yolumuz var. Ama güzel şeyler de oluyor! Kızım 12 yaşında, çok az bilinen bir spor dalı olan paletli yüzme yapıyor ve kendi yaş grubunda 2 yıldır Türkiye Şampiyonu. Okul - antrenman mesafesini kısaltmak, zamanı etkin kullanmasını sağlamak için bu yılın ortasında radikal bir kararla okulunu değiştirdik. İTÜ Geliştirme Vakfı Spor Kulübünün yüzücüsü, yine Geliştirme Vakfı’nın Natuk Birkan İlköğretim okuluna kaydını aldırdık. Okul kayıt esnasında, ara dönemde öğrenci almamasına rağmen bizlere kolaylık gösterdi. Üstelik bu öğretim yılında Türkiye Şampiyonluğu nedeni ile kızıma yüzde 100 burs vermeyi uygun gördü. Söz konusu okul, girmek için insanların sıraya girdikleri 30 bin TL ücreti ile İstanbul’un en pahalı özel okullarından biri. Diğer okulda yüzümüze bile bakılmadığı, ödevler konusunda biraz tolerans gösterilmesi talebimiz bile reddedildiği için nasıl sevindiğimi, nasıl gururlandığımı anlatamam. Paylaşmak istedim.” İyi hoş da bu tekil ve okul yönetiminin “iyi niyetine dayalı” bir olay… Bu “tolerans göstermeyen” anlayışa maruz kalan ve onca ülke sporcusuyla yarışan bizimkilerin şu anda almakta oldukları dereceler bile mucize değil mi? İkinci bir husus da olayın iletişim boyutu… Sizce İTÜ Geliştirme Vakfı Natuk Birkan İlköğretim Okulu bu anlayışının iletişimini nasıl yapıyor? Ülkedeki zihniyetin değişmesi, sportif başarının eğitime bir engel değil gençlik ruhunun gıdası olduğuna dair hangi “konu yönetimi” ve “gündem belirleme” çalışmasının altına imza atıyor? Saniye Hanım’ın kızı anlaşılan “yırtmış”. Ona da, o okulunun bu “tekil” kararını verenlere de bravo! Ancak ya diğerleri?
Bilim ve teknoloji deneyle öğrenilir
Hani yıllardır söylenir dururuz… Türkiye’nin bilimde, araştırmada, geliştirmede, patent konusunda çok gerilerde oluğuna ilişkin ön yargımız ben çocukken de vardı. Hâlâ var… Yurt dışında yaşayan pek çok bilim insanımızın elde ettikleri tüm başarılara rağmen, bu geriliğin ulusal bir kader ve/veya karakter olduğuna dair aşağılık kompleksi kaynaklı bir “kanaat” yaygınlığı korunagelmiştir… Fen laboratuarı olmayan okullarda, hatta üniversitelerde yetişen gençlerimize yanar dururuz. Teknolojide yaratıcıdan çok uygulayıcı olmaktan yakınırız. Şikâyet kültürünü pek çok konuda bir kenara bırakmayı başarmış olsak da bilim ve teknoloji alanında “müştekilik” berdevam… Oysa artık yapamadıklarımızı konuşmayı bırakmanın, “yapan”ları ve “yapılanların” konuşulması zamanı çoktan geldi. Şöyle bir bakının etrafınıza. Gerek Kurumsal Sosyal Sorumluluk (KSS) adına özel, gerekse seçilmiş-atanmış kamu hizmeti gören kurum ve kişilerce ön ayak olunan ne kadar ilginç girişim var aslında. Örneğin, Bursa Büyük Şehir Belediyesi’nin ses getiren Başkanı (Bkz. İDO’ya alternatif yeni feribot hattı girişimi, raylı sistemler vb.) Recep Altepe’nin çocuklara yönelik çalışmaları dikkatle izlenmeli… Başkan Altepe sadece Bursa için değil tüm Türkiye’nin çocukları için bir Bilim ve Teknoloji Merkezi kuruyor. Mimari proje dünya çapında bir görselliğe ve tasarıma sahip... Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi geçici binasında 2012 Ekim ayından itibaren ziyarete açık olacak. 2013’ün ikinci yarısında da 12 bin metrekarelik asıl binası aktif hale gelecekmiş. Bu arada örneğin şöyle bir haber de gözünüzden kaçmış olabilir: “Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş.’nin desteği ve Bursa Teknik Üniversitesi’nin akademik katkılarıyla Bilim ve Teknoloji Merkezleri Enstitüsü ile Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi tarafından yürütülen Bilim Yaz Kampı, 3. dönemini de sertifika töreniyle noktaladı”… Ülkede sadece moral bozucu şeyler olmuyor yani… Dünyada yaklaşık 2 bin 400 bilim merkezi varken ve her yıl 290 milyon kişi bu merkezleri ziyaret ederken Türkiye’de bu alanda ciddi adımlar atılıyor. Bunlardan ilki yanılmıyorsam İstanbul Fulya’da açılmış olan ‘Türkiye Bilim Merkezleri Vakfı’na ait “Bilim Merkezi”… Keşke sayıları artsa. Keşke daha çok desteklenseler… Bursa Belediye Başkanı iddialı. İlginç projelerle Türkiye’nin dört bir yanından öğrencileri Bursa’da misafir etmekte kararlı. Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi, bu alanda farkındalık yaratmak için, beş duyuya doğrudan hitap edecek deneyimsel bir bilim eğitimi vermek için kolları sıvamış… Bize de desteklemek düşüyor. Hem İstanbul Bilim Merkezi’ni hem de Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi’ni…