İcat ettiğinizi inşa edebiliyor musunuz?
08 NİSAN 2011
“Sanatın İcadı”nın yazarı Larry Shiner’ı ciddiye almak gerekiyor. Dünyanın sanat üzerinden nasıl kavrandığını ve yüzyıllar boyunca sanatın icat edilerek post modern dünyaya nasıl uyarlandığını anlamak için bu kitabı okumanın “olmazsa olmaz okuma”lar arasında yerini alması gerektiğine inanıyorum.
Koço’da on masadan en az üçünde kitap muhabbeti yapıldığını iddia etmek çok yanlış olmaz. En azından benim gençliğimde durum böyleydi… Bu muhabbetlerden bir tanesi de bizim masamızdaydı. Sanıyorduk ki, dünya üzerinden gelip geçen tüm sanatçılar tarih boyunca yaşadıkları dönemde hakları teslim edilmese bile en azından yaşam biçimi olarak “sanatçı” addediliyorlardı.
Hiç de öyle değilmiş. Sanatkâr ile zanaatkârı (artist – artizan) yüzyıllar boyu birbirinden kavram olarak ayırmak zor olmuş. Bugün de tartışmasız olarak “sanatçı” diyebileceğimiz sanat tarihinin ünlü isimleri, yaşadıkları dönemde bambaşka bir algılama dünyasının içinde varolmuşlar. Bugünün sanat kavramlarıyla geçmiş yüzyılları ‘asimile’ ediyormuşuz! Nasıl? Daha da önemlisi niçin?
Koço’da bir ara bizim masanın sohbet konusu buydu. Bugün bize şaheser olarak görünen Shakespeare’in oyunları, yaşadığı yıllara bakıldığında, öyle dev ve direnç konusunda zamanla iddiası olan eserler değil, gereğinde üzerine cümleler eklenip çıkartılan “popüler temsillerin” senaryosu olarak algılanan metinlermiş.
Diyelim ki, Macbeth’deki şu meşhur tirat: “Bundan bir saat önce ölüp gitseydim, / Mutlu bir ömür sürmüş olurdum. / Çünkü bundan sonra benim için /Her şey boş artık bu yalan dünyada.” Tiyatro kumpanyasını düzenleyen makam, bu satırların üzerini çizebilir ve Shakespeare bile sesini çıkaramaz. Öyle mi? Evet.
***
Leonardo da Vinci’nin ‘Kayalıktaki Meryem’ için imzaladığı sözleşmede ürünün içeriği, Meryem’in cüppesinin rengi ve teslim tarihi açıkça belirtiliyor, onarım garantisi de veriliyormuş. Bugün adını neredeyse salavat getirerek andıkları nice büyük besteci de zamanlarında sadece “müzik hizmeti” veren yetenekli ademoğullarından öteye pek bir anlam ifade etmezlermiş. Çerçeveyi yapanın, ressamdan daha çok para kazandığı dünyalara ise hiç girmeyelim... Ve günümüze geldiğimizde de “modern sanat sistemi bir öz ya da yazgı değil, yalnızca bizim ürettiğimiz bir şey”miş... Bir arkadaşımız, çantasından çıkardığı bir kitaptan altını çizdiği satırlara göz atıp belleğini tazeleyerek şu olayı anlattı:
“Hiçbir şey XVIII: yüzyılda sanatçıların statüsünün nasıl bir değişime uğradığını Voltaire’in kariyerinden daha iyi göstermez. Voltaire 1926 yılında hakaret ettiği bir soylunun uşakları tarafından dövülüyor, soylunun şikayeti üzerine Bastille Hapishanesi’ne atılıyor ve sonunda Paris’ten sürülüyor –bütün bunlar olurken de salonlarının müdavimi olduğu Paris aristokrasisinden neredeyse hiç ses çıkmıyordu. Elli yıllık sürgünden sonra (1778) yeniden Paris’e döndüğünde ise caddelerde alkışlarla karşılanıp Academie Française tarafından baş tacı edilmekle kalmıyor, aynı aristokrasi bu sefer onu kayırmak için yarışıyordu. Voltaire ertesi sene öldüğünde, biraz tereddütten sonra kilise töreni ile gömülmeyi reddettiğinden dolayı cesedi fahişeler, hırsızlar ve aktörlerin topluca gömüldüğü bir çukura atılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğundan gizlice defnedildi. Fakat on yıl sonra Devrim, kilisenin mal varlığına el koyup da devasa neoklasik St. Genevieve Kilisesi’ni Fransa’nın ‘büyük adamları’nın Pantheon’una çevirdiğinde buraya naaşı ilk konanlardan biri Voltaire’inki oluyordu.”
Evet, artık hiç kuşkum kalmamıştı. Sanat icat edilmişti. “Sanatın İcadı”nın yazarı Larry Shiner’ı ciddiye almak gerekiyordu. Ayrıntı Yayınları’nda 2010’da ikinci basımı yapılan bu kitabı edinmek ve de hemen okumak farz olmuştu.
***
Eşim, doktora hazırlıklarının gereği olarak başka bir okuma dünyasına savrulmuş halde Kınalızade Ali Efendi’nin adalet dairelerinin içinde dönerken, ben de yere göğe koyamadığımız Rönesans ressamı ya da heykelcisinin, yaşadıkları dönemlerde hiç de öyle “bağımsızlık iddiası taşıyan modern bir bireyci” olmadığını idrak etmekle meşguldüm. Şairler, ressamlar, besteciler... 17. Yüzyıl’a kadar onların güzelliği yaratan kişiler olarak değil, zaten var olan bir şeyi keşfeden kişiler olarak algılanıyor olmalarını yadırgamamak elde değil.
Dünyanın sanat üzerinden nasıl kavrandığını ve yüzyıllar boyunca sanatın bir anlamda icat edilerek post modern dünyaya nasıl uyarlandığını anlamak için Larry Shiner’ın “Bir Kültür Tarihi” altbaşlığıyla yayımlanan “Sanatın İcadı”nı okumanın “olmazsa olmaz okuma”lar arasında yerini alması gerektiğine kani oldum. Tabii hemen ardından Remzi Kitabevi’nin yayımladığı Norbert Lynton’un kitabı “Modern Sanatın Öyküsü”nü de masanın üzerine çıkarmak lazım.
Modern sanata evrilişin kuvvetli delillerini Rönesans’ta bulan pek çok sanat tarihi araştırmacısını da kuşkuya düşürebilecek güçlü argümanlar ve bilimsel kanıtlarla bu delillerin ilk işaretlerini 17. Yüzyıl’a öteleyen Larry Shiner, aynı zamanda bir kültür tarihçisi olarak araştırmalarını Field Müzesi’ndeki Afrika kökenli işlevsel ritüel nesnelerinden, dolayısıyla “Güzel Sanat / Zanaat” ayrımı öncesinden başlatıyor. Sadece “Sanatın İlahlaştırılması” bölümü üzerinde günlerce konuşmak mümkün. Başlıklara bakmakla yetinelim: “Kurtarıcı vahiy olarak sanat”, “Yüceltilmiş sanatçı imgesi”, “Zanaatçının düşüşü”, Estetiğin zaferi”...
Nasıl? Müthiş değil mi?
***
Bersay İletişim Enstitüsü’nde “Sinemayı okumak hayatı okumaktır” diyerek aslında hayatı “okumak” isteyen bir grup arkadaşımızla birlikte ayda bir kez, “Sinema Muhabbetleri” başlığı altında neredeyse tam bir işgünü süresince biraraya geliyoruz. Altı kez gerçekleşen ve halen devam eden bu muhabbetler’de en çok sorulan soru, binbir zorlukla ulaştığımız bir tespiti, “Neden?” sorusuyla sarsalamaktır. “Neden, sinemayı okumak hayatı okumaktır?” diye başladığımız bu muhabbetlerde, tüm sanatları kapsayan sinema sanatının “yaşama sanatına” olan katkılarını mercek altına aldık. Arkadaşlarımız, 9 Nisan Cumartesi günü yedincisi için biraraya geleceğimiz Sinema Muhabbetleri’nde, “neden?” diye sora sora ulaştıkları bir adımlık noktada artık gayet iyi biliyorlar ki, bilgiye ulaşmak istisnasız herkes için mümkün ve de ziyadesiyle kolaydır. Ancak bilgeliğe giden yolda aranan bilgi, kolay kolay bulunamamaktadır. Çünkü o bilgi yoktur. Çünkü kimsenin kimseye bir şey öğretemeyeceği, ancak “talip olanın” yolunda ısrarcı olması halinde, Brecht’in tespitiyle “tüm sanatların amacı olan yaşama sanatı”nın veya bir başka ifade biçimiyle irfan dünyasının kapısını aralayabileceği, artık anlaşılmış bulunmaktadır.
“Sanatın İcadı”, içerdiği son derece ilginç “bilgiler” nedeniyle önemli bir kitap değil. Bu kitabı, hayatı sanat aracılığıyla “okuyabilme”mize getirdiği katkılar ve belki de “ezber bozan” yeni paradigma ışıklarını üzerimize saçması açısından çok önemli bulduğumu ifade etmeliyim. Sinema Muhabbetleri’nde arkadaşlarımızın hazırladığı yazılı ödevlere, izledikleri onlarca filmi “okuyabilme” reflekslerine kaynaklık eden kitaplardan biri de “şah/eser” olma özelliğini hiç mi hiç yitirmeyen o meşhur kitap; Gombrich’in “Sanatın Öyküsü”ydü. Bu altın kitabın içinden arkadaşlarımızın cımbızla çekip çıkardığı "Hangi amaçla yapıldığını bilmediğimiz sürece geçmişin sanatını anlayamayız” cümlesini, dünden bugüne ve hatta geleceğe de taşıdığımızda, “amacı” ya da “niyeti” idrak edebildiğimiz ölçüde hayatı okuyabildiğimizin farkına varıyoruz.
***
Evet, sanat da icat ve inşa ediliyor...
İnsanlar, konserlerde, operalarda, müzelerde sessiz olunması gerektiğini nasıl öğrendi? Böylesi ortamlar, Larry Shiner’ın ifadesiyle “sükunet ve meditasyon mabedi” haline nasıl geldi? Tıpkı hastanelerdeki “sus” diyen hemşireler gibi müzelere uyarı tabelaları konulan dönemlerden bugüne sanatın nasıl “öğretildiğini” anlayamadan, post modern sanatın insanlara neler söylediğini manalandırabilmek mümkün değil.
Oysa ki sadece bilmek değil, olup biteni, akıp geçeni ve gelmekte olanı, “okuyabilmek” isteyenler için, icad ve inşa edilerek postmodern açılımların içinde kendine yer edinen ve dünyaya seslenen sanat türünün dilinin altındakileri anlayabilmenin özel bir önemi var. Tıpkı, caz müziğini, klasik müziği öğrenmenin bizlerden belirgin ve ciddi bir emek talep etmesi gibi, örneğin iş dünyasının sponsorluğunda düzenlenen sanat bienallerinde “hurda yığını” ya da “garip nesneler” olarak dalga geçildiğine tanık olduğumuz enstolasyonların da bizlerden bir talebi olduğuna, bize “hayata dair” pek çok şey fısıldadığına ve bu fısıltılara kulak vererek, anlamlandırma çabasında olunması gerektiğine işaret etmek isterim.
Kültürel seçkinlik, “elitizm” çok ama çok pahalı ve bu yüzden çok değerli bir “izm”...
İzm’lerin en kalıcısı... Kutsalını da, yücesini de, göğe çıkarıp yere indirebilen, tasallutlar dünyasında yeşerip büyümesi mümkün olmayan, parayı üzerine çeken ama teslim olmadığı için kendisini yönettirmeyen tek “izm”...
Estetiğin dünyasına teğet geçmeden “birey” olmak sanıldığı kadar kolay değil.
Birey olmanın sınırlarını zorlayan, geliştiren yegane soyutlama gücünü sadece ve sadece “icad ve inşa edilen” sanatın içinde arayabiliriz. Sonrasında “yaşama sanatı”na katkıyı tefrik edebilmek, dünyaya teslim olmadan bakabilmek tamamen sizin icadınız olabilir. İcat ettiğinizi inşa edin yeter...
Koço’da on masadan en az üçünde kitap muhabbeti yapıldığını iddia etmek çok yanlış olmaz. En azından benim gençliğimde durum böyleydi… Bu muhabbetlerden bir tanesi de bizim masamızdaydı. Sanıyorduk ki, dünya üzerinden gelip geçen tüm sanatçılar tarih boyunca yaşadıkları dönemde hakları teslim edilmese bile en azından yaşam biçimi olarak “sanatçı” addediliyorlardı.
Hiç de öyle değilmiş. Sanatkâr ile zanaatkârı (artist – artizan) yüzyıllar boyu birbirinden kavram olarak ayırmak zor olmuş. Bugün de tartışmasız olarak “sanatçı” diyebileceğimiz sanat tarihinin ünlü isimleri, yaşadıkları dönemde bambaşka bir algılama dünyasının içinde varolmuşlar. Bugünün sanat kavramlarıyla geçmiş yüzyılları ‘asimile’ ediyormuşuz! Nasıl? Daha da önemlisi niçin?
Koço’da bir ara bizim masanın sohbet konusu buydu. Bugün bize şaheser olarak görünen Shakespeare’in oyunları, yaşadığı yıllara bakıldığında, öyle dev ve direnç konusunda zamanla iddiası olan eserler değil, gereğinde üzerine cümleler eklenip çıkartılan “popüler temsillerin” senaryosu olarak algılanan metinlermiş.
Diyelim ki, Macbeth’deki şu meşhur tirat: “Bundan bir saat önce ölüp gitseydim, / Mutlu bir ömür sürmüş olurdum. / Çünkü bundan sonra benim için /Her şey boş artık bu yalan dünyada.” Tiyatro kumpanyasını düzenleyen makam, bu satırların üzerini çizebilir ve Shakespeare bile sesini çıkaramaz. Öyle mi? Evet.
***
Leonardo da Vinci’nin ‘Kayalıktaki Meryem’ için imzaladığı sözleşmede ürünün içeriği, Meryem’in cüppesinin rengi ve teslim tarihi açıkça belirtiliyor, onarım garantisi de veriliyormuş. Bugün adını neredeyse salavat getirerek andıkları nice büyük besteci de zamanlarında sadece “müzik hizmeti” veren yetenekli ademoğullarından öteye pek bir anlam ifade etmezlermiş. Çerçeveyi yapanın, ressamdan daha çok para kazandığı dünyalara ise hiç girmeyelim... Ve günümüze geldiğimizde de “modern sanat sistemi bir öz ya da yazgı değil, yalnızca bizim ürettiğimiz bir şey”miş... Bir arkadaşımız, çantasından çıkardığı bir kitaptan altını çizdiği satırlara göz atıp belleğini tazeleyerek şu olayı anlattı:
“Hiçbir şey XVIII: yüzyılda sanatçıların statüsünün nasıl bir değişime uğradığını Voltaire’in kariyerinden daha iyi göstermez. Voltaire 1926 yılında hakaret ettiği bir soylunun uşakları tarafından dövülüyor, soylunun şikayeti üzerine Bastille Hapishanesi’ne atılıyor ve sonunda Paris’ten sürülüyor –bütün bunlar olurken de salonlarının müdavimi olduğu Paris aristokrasisinden neredeyse hiç ses çıkmıyordu. Elli yıllık sürgünden sonra (1778) yeniden Paris’e döndüğünde ise caddelerde alkışlarla karşılanıp Academie Française tarafından baş tacı edilmekle kalmıyor, aynı aristokrasi bu sefer onu kayırmak için yarışıyordu. Voltaire ertesi sene öldüğünde, biraz tereddütten sonra kilise töreni ile gömülmeyi reddettiğinden dolayı cesedi fahişeler, hırsızlar ve aktörlerin topluca gömüldüğü bir çukura atılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğundan gizlice defnedildi. Fakat on yıl sonra Devrim, kilisenin mal varlığına el koyup da devasa neoklasik St. Genevieve Kilisesi’ni Fransa’nın ‘büyük adamları’nın Pantheon’una çevirdiğinde buraya naaşı ilk konanlardan biri Voltaire’inki oluyordu.”
Evet, artık hiç kuşkum kalmamıştı. Sanat icat edilmişti. “Sanatın İcadı”nın yazarı Larry Shiner’ı ciddiye almak gerekiyordu. Ayrıntı Yayınları’nda 2010’da ikinci basımı yapılan bu kitabı edinmek ve de hemen okumak farz olmuştu.
***
Eşim, doktora hazırlıklarının gereği olarak başka bir okuma dünyasına savrulmuş halde Kınalızade Ali Efendi’nin adalet dairelerinin içinde dönerken, ben de yere göğe koyamadığımız Rönesans ressamı ya da heykelcisinin, yaşadıkları dönemlerde hiç de öyle “bağımsızlık iddiası taşıyan modern bir bireyci” olmadığını idrak etmekle meşguldüm. Şairler, ressamlar, besteciler... 17. Yüzyıl’a kadar onların güzelliği yaratan kişiler olarak değil, zaten var olan bir şeyi keşfeden kişiler olarak algılanıyor olmalarını yadırgamamak elde değil.
Dünyanın sanat üzerinden nasıl kavrandığını ve yüzyıllar boyunca sanatın bir anlamda icat edilerek post modern dünyaya nasıl uyarlandığını anlamak için Larry Shiner’ın “Bir Kültür Tarihi” altbaşlığıyla yayımlanan “Sanatın İcadı”nı okumanın “olmazsa olmaz okuma”lar arasında yerini alması gerektiğine kani oldum. Tabii hemen ardından Remzi Kitabevi’nin yayımladığı Norbert Lynton’un kitabı “Modern Sanatın Öyküsü”nü de masanın üzerine çıkarmak lazım.
Modern sanata evrilişin kuvvetli delillerini Rönesans’ta bulan pek çok sanat tarihi araştırmacısını da kuşkuya düşürebilecek güçlü argümanlar ve bilimsel kanıtlarla bu delillerin ilk işaretlerini 17. Yüzyıl’a öteleyen Larry Shiner, aynı zamanda bir kültür tarihçisi olarak araştırmalarını Field Müzesi’ndeki Afrika kökenli işlevsel ritüel nesnelerinden, dolayısıyla “Güzel Sanat / Zanaat” ayrımı öncesinden başlatıyor. Sadece “Sanatın İlahlaştırılması” bölümü üzerinde günlerce konuşmak mümkün. Başlıklara bakmakla yetinelim: “Kurtarıcı vahiy olarak sanat”, “Yüceltilmiş sanatçı imgesi”, “Zanaatçının düşüşü”, Estetiğin zaferi”...
Nasıl? Müthiş değil mi?
***
Bersay İletişim Enstitüsü’nde “Sinemayı okumak hayatı okumaktır” diyerek aslında hayatı “okumak” isteyen bir grup arkadaşımızla birlikte ayda bir kez, “Sinema Muhabbetleri” başlığı altında neredeyse tam bir işgünü süresince biraraya geliyoruz. Altı kez gerçekleşen ve halen devam eden bu muhabbetler’de en çok sorulan soru, binbir zorlukla ulaştığımız bir tespiti, “Neden?” sorusuyla sarsalamaktır. “Neden, sinemayı okumak hayatı okumaktır?” diye başladığımız bu muhabbetlerde, tüm sanatları kapsayan sinema sanatının “yaşama sanatına” olan katkılarını mercek altına aldık. Arkadaşlarımız, 9 Nisan Cumartesi günü yedincisi için biraraya geleceğimiz Sinema Muhabbetleri’nde, “neden?” diye sora sora ulaştıkları bir adımlık noktada artık gayet iyi biliyorlar ki, bilgiye ulaşmak istisnasız herkes için mümkün ve de ziyadesiyle kolaydır. Ancak bilgeliğe giden yolda aranan bilgi, kolay kolay bulunamamaktadır. Çünkü o bilgi yoktur. Çünkü kimsenin kimseye bir şey öğretemeyeceği, ancak “talip olanın” yolunda ısrarcı olması halinde, Brecht’in tespitiyle “tüm sanatların amacı olan yaşama sanatı”nın veya bir başka ifade biçimiyle irfan dünyasının kapısını aralayabileceği, artık anlaşılmış bulunmaktadır.
“Sanatın İcadı”, içerdiği son derece ilginç “bilgiler” nedeniyle önemli bir kitap değil. Bu kitabı, hayatı sanat aracılığıyla “okuyabilme”mize getirdiği katkılar ve belki de “ezber bozan” yeni paradigma ışıklarını üzerimize saçması açısından çok önemli bulduğumu ifade etmeliyim. Sinema Muhabbetleri’nde arkadaşlarımızın hazırladığı yazılı ödevlere, izledikleri onlarca filmi “okuyabilme” reflekslerine kaynaklık eden kitaplardan biri de “şah/eser” olma özelliğini hiç mi hiç yitirmeyen o meşhur kitap; Gombrich’in “Sanatın Öyküsü”ydü. Bu altın kitabın içinden arkadaşlarımızın cımbızla çekip çıkardığı "Hangi amaçla yapıldığını bilmediğimiz sürece geçmişin sanatını anlayamayız” cümlesini, dünden bugüne ve hatta geleceğe de taşıdığımızda, “amacı” ya da “niyeti” idrak edebildiğimiz ölçüde hayatı okuyabildiğimizin farkına varıyoruz.
***
Evet, sanat da icat ve inşa ediliyor...
İnsanlar, konserlerde, operalarda, müzelerde sessiz olunması gerektiğini nasıl öğrendi? Böylesi ortamlar, Larry Shiner’ın ifadesiyle “sükunet ve meditasyon mabedi” haline nasıl geldi? Tıpkı hastanelerdeki “sus” diyen hemşireler gibi müzelere uyarı tabelaları konulan dönemlerden bugüne sanatın nasıl “öğretildiğini” anlayamadan, post modern sanatın insanlara neler söylediğini manalandırabilmek mümkün değil.
Oysa ki sadece bilmek değil, olup biteni, akıp geçeni ve gelmekte olanı, “okuyabilmek” isteyenler için, icad ve inşa edilerek postmodern açılımların içinde kendine yer edinen ve dünyaya seslenen sanat türünün dilinin altındakileri anlayabilmenin özel bir önemi var. Tıpkı, caz müziğini, klasik müziği öğrenmenin bizlerden belirgin ve ciddi bir emek talep etmesi gibi, örneğin iş dünyasının sponsorluğunda düzenlenen sanat bienallerinde “hurda yığını” ya da “garip nesneler” olarak dalga geçildiğine tanık olduğumuz enstolasyonların da bizlerden bir talebi olduğuna, bize “hayata dair” pek çok şey fısıldadığına ve bu fısıltılara kulak vererek, anlamlandırma çabasında olunması gerektiğine işaret etmek isterim.
Kültürel seçkinlik, “elitizm” çok ama çok pahalı ve bu yüzden çok değerli bir “izm”...
İzm’lerin en kalıcısı... Kutsalını da, yücesini de, göğe çıkarıp yere indirebilen, tasallutlar dünyasında yeşerip büyümesi mümkün olmayan, parayı üzerine çeken ama teslim olmadığı için kendisini yönettirmeyen tek “izm”...
Estetiğin dünyasına teğet geçmeden “birey” olmak sanıldığı kadar kolay değil.
Birey olmanın sınırlarını zorlayan, geliştiren yegane soyutlama gücünü sadece ve sadece “icad ve inşa edilen” sanatın içinde arayabiliriz. Sonrasında “yaşama sanatı”na katkıyı tefrik edebilmek, dünyaya teslim olmadan bakabilmek tamamen sizin icadınız olabilir. İcat ettiğinizi inşa edin yeter...