İçinde yaşadığımız sistemin adı kapitalizm’dir…
01 Nisan 2010 - Marketing Türkiye
Böyle durumlara sık sık rastlanmaz… Genelde polemikler fikir tartışmasının sınırlarını aşar, hakaret ve aşağılamalara varan noktalara kadar taşınır… Derinlik kaybolur… Bir katma değer üremez. Tersine duygu ve düşünceler tüketilir…
Nitelikli bir ‘müsademe-i efkâr’ bulundu mu tadı çıkarılmalıdır… Çünkü ‘barika-i hakikat’ ancak öyle çıkarmış ortaya…
Taraf’ta müthiş bir beğeni ve ilgiyle izlediğim Telesiyej köşesini kullanmasalar sesimi çıkarmayacağım; ama iş ciddi… Geçenlerde en ‘yakın’ okurlardan biri bana gönderdiği e-postada ilk kez iyiden iyiye çıkışmış:
“Bugünkü yazınız beni acayip hayal kırıklığına uğrattı. Yahu nasıl olur, ne kadar kendine yontma projesi -ve tabii imaj temizleme- olduğunu görmüyor musunuz, bu ‘Çocuklar gülsün mülsün’ saçmalığının? Lütfederseniz, vaktiniz olursa aşağıdaki yazıya bir göz atarsanız… Ben bu haberi ilk duyduğumda, Hakkı Devrim, Okan'ın programında (hiç yutmayıp) Gülben'e terslenince bana bir şeyler de yanlış geldi. Aşağıdaki yazı benim duygu ve düşüncelerimi çok iyi anlatıyor. Bir fırsatınız olmaz ya… Olursa bakarsınız, Telesiyej ve ben ne hissediyoruz diye.”
***
Kışkırtmanın dozu süper tabii… Ben de aldım kabullendim ‘tahrik’i…
Neden bana içerlemiş arkadaş? Çünkü ben Akşam’da 12 Mart tarihli yazımda Gülben Ergen’in “Çocuklar Gülsün Diye” sloganıyla hayata geçirdiği ve işin hemen başında Doğu’da 5 anaokulunun yapımını garanti altına aldığı çalışmayı övmüşüz… Bunun için Hülya Avşar’ın programına katılmasını takdir etmişiz. Hülya Hanım’ın da olayı sahiplenmesinden etkilenmişiz…
Arkadaşımızın gönderme yaptığı 21 Ocak tarihli, içinde ciddiye alınacak iletişim kuramı izleri bulunan Telesiyej yazısına göz atalım:
“Duyarlı birinin karşısına, yarası derin bir sosyal durum çıktığında, onun bu yaranın kapanmasında rol alması, paydaş olması, aslında kendisi için; kendi birikimini bu konuda ortaya koyması için yararlanacağı iyi bir fırsattır.
Ancak, bizim coğrafyada ve geleneklerimiz içinde böyle bir fırsatla buluşmak, ya sessiz sedasız ya da kolektif bir hareketin içinde yer alarak olur.
Her iki şıkta da insan kendini ortalara atmamalı, hele ünlü –medyatik- biriyse özellikle geride durmalı ve adını sosyal bir projeye ancak diğerleriyle eşit düzeyde ortaklığa katılarak vermelidir.
Yani esasen olması gereken, beklenen duruş budur. (Bir vakıf ya da dernek kurulacak olsa dahi.)
Bireysel sosyal sorumluluk, esas olarak vicdani bir meseledir çünkü; kişinin kendisiyle baş başa kalıp, birikimleri ve kabiliyeti içinde sorumluluk duygusuyla olaya katılmasıdır sadece. Bundan da ne maddi ne manevi bir çıkar bekler tabiatıyla.
Kâmil bir insan olmak için, vermek iyi bir fırsattır zaten. Aksi davranış modelleri, oportünizmi düşündürür; yani ünlü kişi, imajına, markasına katma değer sağlamak amacıyla –medyada gündem yaratacak biçimde- sosyal sorumluluk misyoneri edasıyla –özellikle trajik bir toplumsal vakadan yola çıkarak- kamu vicdanına yöneldiğinde, bir tür duygu sömürüsüne dönüşebilir bu.
Oportünizm tam da bu noktada başlar zaten...
…Belki gerçekten samimi bu defa, ama sunumu aksi bir izlenim yaratıyor.
Gülben Ergen, bir sosyal sorumluluk projesinde yer almak istiyorsa şayet, bana göre –bu noktadan sonra- onun yapabileceği (şu anda yapmadığı) iki şey var: Birincisi ve en önemli olan; düşündüğü sosyal sorumluluk projesine bütünüyle kendi marifeti ve becerisi içinde katkı sağlamasıdır; yani, albümlerinden ve konserlerinden elde ettiği geliri somut olarak bağışlamaktır. Bağış, bir sivil toplum kuruluşuna, yerel yönetimlere, ya da ilgili devlet birimlerine yapılabilir. Ve başkalarına örnek olsun diye bu destek duyurulabilir de; ama maddi olarak somutlaştıktan sonra tabii.
İkinci yol ise, Gülben Ergen’in elini bizzat taşın altına sokarak başlangıç döneminde kimseden (maddi) hiçbir şey beklemeden, sırf kendi gücüyle, adını da verebileceği bir vakıf kurmasıdır.”
***
Biz polemikten kaçmak adına basit bir yanıt vermişiz bu e-postaya:
“Sevgili kardeşim, pazarlama iletişiminde (gereğinden fazla) beşeri değerler aramaktan vazgeçerseniz, düş kırıklığına da uğramazsınız...”
Sen misin öğüt vermeye kalkan… Zehir zıkkım bir yanıt gelmekte gecikmedi.
“Aaaa, pazarlama iletişimi Makyavelizm üzerinde yükseliyor demek! Buna inanıyor olamazsınız, benimle kafa buluyorsunuz herhalde, yalan üzerine iletişim nasıl başarılı olabilir yahu?
Peki Gülben neden bu yaptığını ‘beşeri değer’miş gibi sunuyor o halde?
Ben çocuklar için para topluyorum çünkü bu benim markama yarar desin, canımı yesin o zaman!
Ama o öyle yapmıyor, beşeri değerlere boğulmuş gibi sunuyor kendini! Ve siz de yazınızda bunun böyle olduğunu ima ediyorsunuz düpedüz!
Yanlış bir strateji uyguluyor. O kadar çok insandan duydum ki bunu; herkesin aklına doğrudan o kaset geliyor, o böyle ulvi anne, çocuklar filan diye konuştukça... Tek dursa kimsenin aklına kasetler gelmeyecek oysa; zorla düşündürüyor, bu açıdan da tamamen başarısız bir iş bu bence! Çocuk meselesi yanlış seçim, doğa için, sokak hayvanları için filan çalışmalıydı.
Hayal kırıklığına uğradım Ali Hocam, nevrotik halim ondan!..”
***
Ben hâlâ işin kurumsal tartışmasına girmemişim; bugüne bırakmışım ve demişim ki:
“Bana mükemmel bir yazı konusu verdiniz... Bir an aklıma prodüksiyon çömezi olarak çalıştığım yıllarda çektiğimiz bir deterjan reklamı filmi geldi. Bizim deterjan yeterince köpürmemişti de başka marka bir deterjan kullanıp onunla bitirmiştik filmi...
Bu ‘erdem dilemmasını' bizim şirket dahil tüm markom dünyasında çalışanlar -entelektüel reklamcılar başta- yaşarlar... O nedenle buradan da bir hizmetimiz olur belki arkadaşlarımıza; bir yandan da size yanıt vermiş oluruz. :-) “
Sevgili okur susup beklemeliydi değil mi? Hayır, belli ki zekâ oranı bir hayli yüksek… Tartışmayı sürdürüyor:
“Elmalarla armutları karıştırmayalım Allah korusun. Sizin dediğiniz -deterjan meselesi- sadece bir makyaj olayı... Yani mesela kadınların güzel giyinmesi ve makyaj yapması gibi bir şey o; bir abartma olayı, altını çizme...
O deterjanda köpürtücü madde hiç yok değildir, vardır ama yeteri kadar yoktur, görsellik adına daha çok köpürten kullanılır -ayrıca köpüğün kendisi de tamamen görsellik adınadır, biliyorsunuz temizliğe hiçbir etkisi yoktur-, tıpkı kendini yeteri kadar güzel bulmayan kadının makyaj yapıp daha güzel görünmesi gibi.
Bu durumun Gülben'in çocuklar üzerinden o kasetini aklama operasyonuyla en küçük bir ilgisi yok. Normalde ben bunu da anlarım, hem de çok iyi anlarım; ama çocukları kullanmayacaktı, ulvi ulvi havalara girmeyecekti.
…Benim bünyem kabul etmiyor bu 'oh ne güzel yutturuyorum' oyunlarını artık.
Kısaca (vakıa pek kısa olmadı ama) reklamcıların biçimde abartmalarıyla, Gülben Ergen olayı hiçbir şekilde mukayese edilemez bence.
Yani rica ederim Ali Hocam... Hocamızsınız neticede, elbet bir kusur işlemek istemeyiz ama... Yazmadan önce bir de benim penceremden bakınız lütfen!”
***
Tabii ki bakacağız…
Bu sadece sizin meseleniz değil. Sadece siz değilsiniz, çeşitli kavramları birbirine karıştıran, olaya bilgiyle değil ‘hissiyatıyla’ bakan…
Toplumsal Sorumluluk, Sponsorluk, Kurumsal Sosyal Sorumluluk, Kurumsal ve Bireysel Vatandaşlık, Mali Destek, Ticari Sorumluluk, Sebep Odaklı Pazarlama (Cause-Related Marketing), Hayır Hasenat İşi (Charitative) yaklaşımlar, Şöhret İletişimi, Bireysel Marka Yönetimi, Pazarlama Karması (Marketing Mix), Pazarlama İletişimi Karması (Marketing Communications Mix), Halkla İlişkiler, Reklam, Sosyal Paydaş İlişkileri Yönetimi (veya inşası)…
Yukarıda sözünü ettiğiniz vakada bunların hangisi (hangileri) var? Hangisi çıkışlı bakacağız olaya?..
Telesiyej’de “ya sessiz sedasız ya da kolektif bir hareketin içinde yer alarak”, “insan kendini ortalara atmamalı” gibi laflar var… Söz konusu olan hayır hasenat işi ise, evet haklısınız… Durum öyle mi? Hayır… O zaman Telesiyej’in iddiası hepten çöküyor… Geriye sadece Gülben Ergen’in şahsıyla ilgili sübjektif ‘kanaatler’ kalıyor ki, o bizim uzmanlık alanımıza girmiyor…
Şimdi gelin Gülben Ergen ile ilgili yargı ve/veya önyargıları bir kenara bırakalım ve olayı yukarıdaki başlıklar çerçevesinde incelemeye çalışalım.
Hemen baştan belirteyim ortaya atılan tüm görüşler içinde bir tanesine itibar edebilirim: Gülben Ergen bu işi bir vakıf ya da dernek kurarak yapmalıydı… Tamam… Nereden biliyoruz kurmayacağını. Bütün bu işler bir ‘girişimle’ başlar, arkası gelir… Getirmezse o zaman konuşuruz…
Gülben’in neyi örtbas etmek için yola çıktığını tartışamayız… Çünkü o zaman Türkiye’de son derece başarılı toplumsal sorumluluk çalışmalarına imza atmış, Eczacıbaşı, Borusan, Koç, Sabancı, Zorlu, Doğuş, Türk Telekom, Turkcell gibi grupları da suçlamamız gerekir… Kapitalist sistem eninde sonunda bireyin yarattığı artı değerin sömürülmesi üzerine kurulu değil midir? Kapitalizm erdemli olsa, kâr oluşturamazdı. O zaman bu ‘sömürücü’lerin toplumsal sorumluluk çalışmaları ne kadar samimidir? Ne kadar ticaridir?
***
Gülben Ergen’in yanında iki isim var. Dikkatinizi çekerim. Biri, Feride Edige… Halkla İlişkiler Şirketi var… Diğeri Elvan Oktar… Araştırma şirketi var… İkisi de olayın bizzat içindeler… Biliyorsunuz şarkıcı Bono da, Bob Geldoff da bizzat kazançları ortaya koymuyorlar, çevre güçlerini, ağlarını harekete geçiriyorlar. Gülben de öyle yapıyor… Ayrıca Hülya Avşar’ın konser teklifine sempatik baktığını söyledi…
O halde özetleyelim. İşe iletişim boyutuyla bakacaksak, duygularımızı dışarıda bırakacağız. O veya bu nedenle o kişiyi sevmeyebiliriz. Ancak bu, yaptığı işi ‘doğru okumamıza’ engel olmamalı.
1. Buradaki durumun ‘bireysel şöhret yönetimi’ çerçevesinde ele alınması gerekir… Marka değil… Türkiye’den marka çıkmadığı (çünkü Türkiye markası adam gibi yönetilmemektedir. Bkz. Brand Finance Global 500 Marka) artık bilinmektedir.
2. Yapılan ölçümlemeler Gülben’in doğru yolda olduğunu göstermektedir (Bkz. Era’nın araştırmaları…)
3. İkinci kavram Pazarlama İletişimi Karması’dır… Bu kavramın tüm alt başlıkları burada hayatiyet kazanmıştır (Bkz. Kotler, Principles of Marketing)
4. Gülben’in hayli uzun olduğu tartışılmayan eski günahları tamamen kapanmıştır. Ölçümlemeler bunu gösteriyor. İlle öküz altında buzağı aranacaksa, üç çocuğunun dünyaya gelmesinin kendisinde biraz duygusallık yarattığı söylenebilir. Çünkü pazarlama iletişiminde duygusallık araç olabilir amaç değil.
5. Nihayetinde şu anda bile Milli Eğitim Bakanlığı’nın Mardin, Trabzon, Erzurum, Tokat, Hatay’ın köylerinde göstereceği 5 anaokulunun anlaşması bugünlerde imzalanmış olacakmış. Kartopu efekti her an devreye girebilir…
Bu bile yetmez mi?
Son söz: İçinde yaşadığımız sistemin adı kapitalizmdir… Kapitalizmin yasaları ile beşeri hisler çatışınca kapitalizm her zaman galip gelir. Sinan Çetin’in BİE’de verdiği konferanstaki göndermesiyle bitirelim: “Bu salondaki herkes kapitalizme karşıdır. Ama ne biçim sistemmiş ki, sapasağlam yoluna devam ediyor…”
Nitelikli bir ‘müsademe-i efkâr’ bulundu mu tadı çıkarılmalıdır… Çünkü ‘barika-i hakikat’ ancak öyle çıkarmış ortaya…
Taraf’ta müthiş bir beğeni ve ilgiyle izlediğim Telesiyej köşesini kullanmasalar sesimi çıkarmayacağım; ama iş ciddi… Geçenlerde en ‘yakın’ okurlardan biri bana gönderdiği e-postada ilk kez iyiden iyiye çıkışmış:
“Bugünkü yazınız beni acayip hayal kırıklığına uğrattı. Yahu nasıl olur, ne kadar kendine yontma projesi -ve tabii imaj temizleme- olduğunu görmüyor musunuz, bu ‘Çocuklar gülsün mülsün’ saçmalığının? Lütfederseniz, vaktiniz olursa aşağıdaki yazıya bir göz atarsanız… Ben bu haberi ilk duyduğumda, Hakkı Devrim, Okan'ın programında (hiç yutmayıp) Gülben'e terslenince bana bir şeyler de yanlış geldi. Aşağıdaki yazı benim duygu ve düşüncelerimi çok iyi anlatıyor. Bir fırsatınız olmaz ya… Olursa bakarsınız, Telesiyej ve ben ne hissediyoruz diye.”
***
Kışkırtmanın dozu süper tabii… Ben de aldım kabullendim ‘tahrik’i…
Neden bana içerlemiş arkadaş? Çünkü ben Akşam’da 12 Mart tarihli yazımda Gülben Ergen’in “Çocuklar Gülsün Diye” sloganıyla hayata geçirdiği ve işin hemen başında Doğu’da 5 anaokulunun yapımını garanti altına aldığı çalışmayı övmüşüz… Bunun için Hülya Avşar’ın programına katılmasını takdir etmişiz. Hülya Hanım’ın da olayı sahiplenmesinden etkilenmişiz…
Arkadaşımızın gönderme yaptığı 21 Ocak tarihli, içinde ciddiye alınacak iletişim kuramı izleri bulunan Telesiyej yazısına göz atalım:
“Duyarlı birinin karşısına, yarası derin bir sosyal durum çıktığında, onun bu yaranın kapanmasında rol alması, paydaş olması, aslında kendisi için; kendi birikimini bu konuda ortaya koyması için yararlanacağı iyi bir fırsattır.
Ancak, bizim coğrafyada ve geleneklerimiz içinde böyle bir fırsatla buluşmak, ya sessiz sedasız ya da kolektif bir hareketin içinde yer alarak olur.
Her iki şıkta da insan kendini ortalara atmamalı, hele ünlü –medyatik- biriyse özellikle geride durmalı ve adını sosyal bir projeye ancak diğerleriyle eşit düzeyde ortaklığa katılarak vermelidir.
Yani esasen olması gereken, beklenen duruş budur. (Bir vakıf ya da dernek kurulacak olsa dahi.)
Bireysel sosyal sorumluluk, esas olarak vicdani bir meseledir çünkü; kişinin kendisiyle baş başa kalıp, birikimleri ve kabiliyeti içinde sorumluluk duygusuyla olaya katılmasıdır sadece. Bundan da ne maddi ne manevi bir çıkar bekler tabiatıyla.
Kâmil bir insan olmak için, vermek iyi bir fırsattır zaten. Aksi davranış modelleri, oportünizmi düşündürür; yani ünlü kişi, imajına, markasına katma değer sağlamak amacıyla –medyada gündem yaratacak biçimde- sosyal sorumluluk misyoneri edasıyla –özellikle trajik bir toplumsal vakadan yola çıkarak- kamu vicdanına yöneldiğinde, bir tür duygu sömürüsüne dönüşebilir bu.
Oportünizm tam da bu noktada başlar zaten...
…Belki gerçekten samimi bu defa, ama sunumu aksi bir izlenim yaratıyor.
Gülben Ergen, bir sosyal sorumluluk projesinde yer almak istiyorsa şayet, bana göre –bu noktadan sonra- onun yapabileceği (şu anda yapmadığı) iki şey var: Birincisi ve en önemli olan; düşündüğü sosyal sorumluluk projesine bütünüyle kendi marifeti ve becerisi içinde katkı sağlamasıdır; yani, albümlerinden ve konserlerinden elde ettiği geliri somut olarak bağışlamaktır. Bağış, bir sivil toplum kuruluşuna, yerel yönetimlere, ya da ilgili devlet birimlerine yapılabilir. Ve başkalarına örnek olsun diye bu destek duyurulabilir de; ama maddi olarak somutlaştıktan sonra tabii.
İkinci yol ise, Gülben Ergen’in elini bizzat taşın altına sokarak başlangıç döneminde kimseden (maddi) hiçbir şey beklemeden, sırf kendi gücüyle, adını da verebileceği bir vakıf kurmasıdır.”
***
Biz polemikten kaçmak adına basit bir yanıt vermişiz bu e-postaya:
“Sevgili kardeşim, pazarlama iletişiminde (gereğinden fazla) beşeri değerler aramaktan vazgeçerseniz, düş kırıklığına da uğramazsınız...”
Sen misin öğüt vermeye kalkan… Zehir zıkkım bir yanıt gelmekte gecikmedi.
“Aaaa, pazarlama iletişimi Makyavelizm üzerinde yükseliyor demek! Buna inanıyor olamazsınız, benimle kafa buluyorsunuz herhalde, yalan üzerine iletişim nasıl başarılı olabilir yahu?
Peki Gülben neden bu yaptığını ‘beşeri değer’miş gibi sunuyor o halde?
Ben çocuklar için para topluyorum çünkü bu benim markama yarar desin, canımı yesin o zaman!
Ama o öyle yapmıyor, beşeri değerlere boğulmuş gibi sunuyor kendini! Ve siz de yazınızda bunun böyle olduğunu ima ediyorsunuz düpedüz!
Yanlış bir strateji uyguluyor. O kadar çok insandan duydum ki bunu; herkesin aklına doğrudan o kaset geliyor, o böyle ulvi anne, çocuklar filan diye konuştukça... Tek dursa kimsenin aklına kasetler gelmeyecek oysa; zorla düşündürüyor, bu açıdan da tamamen başarısız bir iş bu bence! Çocuk meselesi yanlış seçim, doğa için, sokak hayvanları için filan çalışmalıydı.
Hayal kırıklığına uğradım Ali Hocam, nevrotik halim ondan!..”
***
Ben hâlâ işin kurumsal tartışmasına girmemişim; bugüne bırakmışım ve demişim ki:
“Bana mükemmel bir yazı konusu verdiniz... Bir an aklıma prodüksiyon çömezi olarak çalıştığım yıllarda çektiğimiz bir deterjan reklamı filmi geldi. Bizim deterjan yeterince köpürmemişti de başka marka bir deterjan kullanıp onunla bitirmiştik filmi...
Bu ‘erdem dilemmasını' bizim şirket dahil tüm markom dünyasında çalışanlar -entelektüel reklamcılar başta- yaşarlar... O nedenle buradan da bir hizmetimiz olur belki arkadaşlarımıza; bir yandan da size yanıt vermiş oluruz. :-) “
Sevgili okur susup beklemeliydi değil mi? Hayır, belli ki zekâ oranı bir hayli yüksek… Tartışmayı sürdürüyor:
“Elmalarla armutları karıştırmayalım Allah korusun. Sizin dediğiniz -deterjan meselesi- sadece bir makyaj olayı... Yani mesela kadınların güzel giyinmesi ve makyaj yapması gibi bir şey o; bir abartma olayı, altını çizme...
O deterjanda köpürtücü madde hiç yok değildir, vardır ama yeteri kadar yoktur, görsellik adına daha çok köpürten kullanılır -ayrıca köpüğün kendisi de tamamen görsellik adınadır, biliyorsunuz temizliğe hiçbir etkisi yoktur-, tıpkı kendini yeteri kadar güzel bulmayan kadının makyaj yapıp daha güzel görünmesi gibi.
Bu durumun Gülben'in çocuklar üzerinden o kasetini aklama operasyonuyla en küçük bir ilgisi yok. Normalde ben bunu da anlarım, hem de çok iyi anlarım; ama çocukları kullanmayacaktı, ulvi ulvi havalara girmeyecekti.
…Benim bünyem kabul etmiyor bu 'oh ne güzel yutturuyorum' oyunlarını artık.
Kısaca (vakıa pek kısa olmadı ama) reklamcıların biçimde abartmalarıyla, Gülben Ergen olayı hiçbir şekilde mukayese edilemez bence.
Yani rica ederim Ali Hocam... Hocamızsınız neticede, elbet bir kusur işlemek istemeyiz ama... Yazmadan önce bir de benim penceremden bakınız lütfen!”
***
Tabii ki bakacağız…
Bu sadece sizin meseleniz değil. Sadece siz değilsiniz, çeşitli kavramları birbirine karıştıran, olaya bilgiyle değil ‘hissiyatıyla’ bakan…
Toplumsal Sorumluluk, Sponsorluk, Kurumsal Sosyal Sorumluluk, Kurumsal ve Bireysel Vatandaşlık, Mali Destek, Ticari Sorumluluk, Sebep Odaklı Pazarlama (Cause-Related Marketing), Hayır Hasenat İşi (Charitative) yaklaşımlar, Şöhret İletişimi, Bireysel Marka Yönetimi, Pazarlama Karması (Marketing Mix), Pazarlama İletişimi Karması (Marketing Communications Mix), Halkla İlişkiler, Reklam, Sosyal Paydaş İlişkileri Yönetimi (veya inşası)…
Yukarıda sözünü ettiğiniz vakada bunların hangisi (hangileri) var? Hangisi çıkışlı bakacağız olaya?..
Telesiyej’de “ya sessiz sedasız ya da kolektif bir hareketin içinde yer alarak”, “insan kendini ortalara atmamalı” gibi laflar var… Söz konusu olan hayır hasenat işi ise, evet haklısınız… Durum öyle mi? Hayır… O zaman Telesiyej’in iddiası hepten çöküyor… Geriye sadece Gülben Ergen’in şahsıyla ilgili sübjektif ‘kanaatler’ kalıyor ki, o bizim uzmanlık alanımıza girmiyor…
Şimdi gelin Gülben Ergen ile ilgili yargı ve/veya önyargıları bir kenara bırakalım ve olayı yukarıdaki başlıklar çerçevesinde incelemeye çalışalım.
Hemen baştan belirteyim ortaya atılan tüm görüşler içinde bir tanesine itibar edebilirim: Gülben Ergen bu işi bir vakıf ya da dernek kurarak yapmalıydı… Tamam… Nereden biliyoruz kurmayacağını. Bütün bu işler bir ‘girişimle’ başlar, arkası gelir… Getirmezse o zaman konuşuruz…
Gülben’in neyi örtbas etmek için yola çıktığını tartışamayız… Çünkü o zaman Türkiye’de son derece başarılı toplumsal sorumluluk çalışmalarına imza atmış, Eczacıbaşı, Borusan, Koç, Sabancı, Zorlu, Doğuş, Türk Telekom, Turkcell gibi grupları da suçlamamız gerekir… Kapitalist sistem eninde sonunda bireyin yarattığı artı değerin sömürülmesi üzerine kurulu değil midir? Kapitalizm erdemli olsa, kâr oluşturamazdı. O zaman bu ‘sömürücü’lerin toplumsal sorumluluk çalışmaları ne kadar samimidir? Ne kadar ticaridir?
***
Gülben Ergen’in yanında iki isim var. Dikkatinizi çekerim. Biri, Feride Edige… Halkla İlişkiler Şirketi var… Diğeri Elvan Oktar… Araştırma şirketi var… İkisi de olayın bizzat içindeler… Biliyorsunuz şarkıcı Bono da, Bob Geldoff da bizzat kazançları ortaya koymuyorlar, çevre güçlerini, ağlarını harekete geçiriyorlar. Gülben de öyle yapıyor… Ayrıca Hülya Avşar’ın konser teklifine sempatik baktığını söyledi…
O halde özetleyelim. İşe iletişim boyutuyla bakacaksak, duygularımızı dışarıda bırakacağız. O veya bu nedenle o kişiyi sevmeyebiliriz. Ancak bu, yaptığı işi ‘doğru okumamıza’ engel olmamalı.
1. Buradaki durumun ‘bireysel şöhret yönetimi’ çerçevesinde ele alınması gerekir… Marka değil… Türkiye’den marka çıkmadığı (çünkü Türkiye markası adam gibi yönetilmemektedir. Bkz. Brand Finance Global 500 Marka) artık bilinmektedir.
2. Yapılan ölçümlemeler Gülben’in doğru yolda olduğunu göstermektedir (Bkz. Era’nın araştırmaları…)
3. İkinci kavram Pazarlama İletişimi Karması’dır… Bu kavramın tüm alt başlıkları burada hayatiyet kazanmıştır (Bkz. Kotler, Principles of Marketing)
4. Gülben’in hayli uzun olduğu tartışılmayan eski günahları tamamen kapanmıştır. Ölçümlemeler bunu gösteriyor. İlle öküz altında buzağı aranacaksa, üç çocuğunun dünyaya gelmesinin kendisinde biraz duygusallık yarattığı söylenebilir. Çünkü pazarlama iletişiminde duygusallık araç olabilir amaç değil.
5. Nihayetinde şu anda bile Milli Eğitim Bakanlığı’nın Mardin, Trabzon, Erzurum, Tokat, Hatay’ın köylerinde göstereceği 5 anaokulunun anlaşması bugünlerde imzalanmış olacakmış. Kartopu efekti her an devreye girebilir…
Bu bile yetmez mi?
Son söz: İçinde yaşadığımız sistemin adı kapitalizmdir… Kapitalizmin yasaları ile beşeri hisler çatışınca kapitalizm her zaman galip gelir. Sinan Çetin’in BİE’de verdiği konferanstaki göndermesiyle bitirelim: “Bu salondaki herkes kapitalizme karşıdır. Ama ne biçim sistemmiş ki, sapasağlam yoluna devam ediyor…”