İki gerçeklik bir hakikat!
27 EKİM 2010
Hangi yıl olduğunu şu anda hatırlamıyorum. Bir 29 Ekim münasebetiyle Bozcaada’daki evimizin paratoner direğine Türk bayrağı çekmiştim. Bayrak da bayraktı hani! İstanbul’dan özel getirtmiştim. Devasa boyutlarda alların en güzelinden bir bayrak... Arabalıvapur Geyikli-Bozcaada yolunu yarıladı mı çıplak gözle görülüyordu.
Cumhuriyet bayramı geçti ama bayrağı indirmedim. Birgün bir baktım, bahçe kapısında askeri bir araç! İçinden bir jandarma astsubayı ve iki er indiler. Astsubay son derece kibar ama bir o kadar da üzgün bir ses tonuyla, “Ali Bey; ne yazık ki Bayrak Kanunu’na aykırı olduğu için bayrağınızı indirmeniz gerekiyor. Çünkü hakkınızda ihbar var.” Adadaki bir profesör hanımefendi bizi ihbar etmiş. Herhalde bu profesör hanım, Bozcaada’ya Tenedos diyen ve bizim bayrağı adamıza yakıştıramayan ‘aydınlarımızdan’ biri olmalı, diye düşünmüştüm. İşin ilginç yanı bu arkadaşların adaya Yunan kültürünü yayma konusunda gösterdikleri aşırı çabaydı. Diğer yandan Bozcaada’da bağbozumuna kısa bir süre kala Haluk Şahin liderliğinde her yaştan onlarca genç ile denizkıyısında Homeros’un İlyada’sını altı-yedi dilden okumayı alışkanlık haline getirenlerin de hakkını yememek gerekir.
***
Bozcaada’ya teşrif eden pekçok ‘aydınımız’ arasında, burasının aslında Rumlar’a ait olduğunu, bizim ise “işgalci” olduğumuzu düşünenlerin sayısı az değildir. Onlar bir yanda duradursun yine sayıları az olmamak kaydıyla bir de adayı kendi memleketleri gibi görenler vardır. Diğerlerinin tersine Grek tabanlı her türlü sözcüğü telaffuz etmekten itinayla kaçınırlar.
1455 yılında Fatih’in leventleri tarafından alındığından bu yana ada üzerinde Rumlarla dostça yaşayan Türkler’in bu türden komplekslerinin olmayışını düşünmek bile insanın içine huzur verir. Yaşadıkları mekanda kendilerini “işgalci” olarak gören zihniyetle, o mekanı her daim memleketi gibi gören zihniyet arasındaki iki büyük akımın peşinden koştuğu iki ayrı dünya görüşü, benim için her zaman hiç gözardı edilmemesi gereken önemde bir yerlerde dururlar.
***
Geçen Pazar, Sabah gazetesinin iki önemli yazarı, işte bu türden iki ayrı dünya görüşünün içinden bakan yazılarıyla günlerdir süren bir iç muhasebeye gark olmama neden oldular: Engin Ardıç ve Hıncal Uluç... Ne dediklerini özetlemeye çalışalım:
Engin Ardıç, Anadolu’da yenildikleri için ‘vatana ihanetten’ kurşuna dizilen ve ‘Altılar’ diye anılan Yunanlı bir başbakan, dört bakan ve bir generalin itibarının iade edilişini anlatıyordu. Yunan Yargıtay’ındayındaki iptal davasını kurşuna dizilen bakanlardan Protopapadakis’in torunu açmış ve 88 yıl sonra “Altılar” aklanmışlardı. Torunun, kurşuna dizilen dedesini savunurken yaptığı savunmadan şu cümlelere dikkatinizi çekerim: “Neticede biz İzmir’i işgal altında bulunduruyorduk, orası vatan toprağı değildi, dolayısıyla dedem bir ‘istila savaşında’ yenilmiş ama vatanımıza ihanet etmemiştir.”
***
Rahmetli Attilâ İlhan’ın sık kullandığı deyişle “bu gerçeği sinek pislemedik bir yere yazın”... Bugünkü yazımda tespit olarak seçtiğimiz “gerçeklik” (reality) de bu hikayedir.
Cumhuriyet bayramı geçti ama bayrağı indirmedim. Birgün bir baktım, bahçe kapısında askeri bir araç! İçinden bir jandarma astsubayı ve iki er indiler. Astsubay son derece kibar ama bir o kadar da üzgün bir ses tonuyla, “Ali Bey; ne yazık ki Bayrak Kanunu’na aykırı olduğu için bayrağınızı indirmeniz gerekiyor. Çünkü hakkınızda ihbar var.” Adadaki bir profesör hanımefendi bizi ihbar etmiş. Herhalde bu profesör hanım, Bozcaada’ya Tenedos diyen ve bizim bayrağı adamıza yakıştıramayan ‘aydınlarımızdan’ biri olmalı, diye düşünmüştüm. İşin ilginç yanı bu arkadaşların adaya Yunan kültürünü yayma konusunda gösterdikleri aşırı çabaydı. Diğer yandan Bozcaada’da bağbozumuna kısa bir süre kala Haluk Şahin liderliğinde her yaştan onlarca genç ile denizkıyısında Homeros’un İlyada’sını altı-yedi dilden okumayı alışkanlık haline getirenlerin de hakkını yememek gerekir.
***
Bozcaada’ya teşrif eden pekçok ‘aydınımız’ arasında, burasının aslında Rumlar’a ait olduğunu, bizim ise “işgalci” olduğumuzu düşünenlerin sayısı az değildir. Onlar bir yanda duradursun yine sayıları az olmamak kaydıyla bir de adayı kendi memleketleri gibi görenler vardır. Diğerlerinin tersine Grek tabanlı her türlü sözcüğü telaffuz etmekten itinayla kaçınırlar.
1455 yılında Fatih’in leventleri tarafından alındığından bu yana ada üzerinde Rumlarla dostça yaşayan Türkler’in bu türden komplekslerinin olmayışını düşünmek bile insanın içine huzur verir. Yaşadıkları mekanda kendilerini “işgalci” olarak gören zihniyetle, o mekanı her daim memleketi gibi gören zihniyet arasındaki iki büyük akımın peşinden koştuğu iki ayrı dünya görüşü, benim için her zaman hiç gözardı edilmemesi gereken önemde bir yerlerde dururlar.
***
Geçen Pazar, Sabah gazetesinin iki önemli yazarı, işte bu türden iki ayrı dünya görüşünün içinden bakan yazılarıyla günlerdir süren bir iç muhasebeye gark olmama neden oldular: Engin Ardıç ve Hıncal Uluç... Ne dediklerini özetlemeye çalışalım:
Engin Ardıç, Anadolu’da yenildikleri için ‘vatana ihanetten’ kurşuna dizilen ve ‘Altılar’ diye anılan Yunanlı bir başbakan, dört bakan ve bir generalin itibarının iade edilişini anlatıyordu. Yunan Yargıtay’ındayındaki iptal davasını kurşuna dizilen bakanlardan Protopapadakis’in torunu açmış ve 88 yıl sonra “Altılar” aklanmışlardı. Torunun, kurşuna dizilen dedesini savunurken yaptığı savunmadan şu cümlelere dikkatinizi çekerim: “Neticede biz İzmir’i işgal altında bulunduruyorduk, orası vatan toprağı değildi, dolayısıyla dedem bir ‘istila savaşında’ yenilmiş ama vatanımıza ihanet etmemiştir.”
***
Rahmetli Attilâ İlhan’ın sık kullandığı deyişle “bu gerçeği sinek pislemedik bir yere yazın”... Bugünkü yazımda tespit olarak seçtiğimiz “gerçeklik” (reality) de bu hikayedir.