İki gerçeklik bir hakikat
28 EKİM 2010
İç muhasebesi yapmama yol açan Sabah'ın iki yazarından biri Engin Ardıç'tı. Dün ondan söz ettik. Bugün sıra Hıncal Uluç'ta.
Hıncal ağabey de, Lozan Göçmenleri Derneği önderliğinde, Zagrofyan Lisesi Mezunları Derneği, New Circle of Constantinopolitans Derneği ve Kuzey Yunanistan Konstantinopolisliler Derneği desteğiyle düzenlenen “Hasretim İstanbul’a” sergisini son gününde izleyeyebilmiş ve bu sergiyi öylesine “canlı” yazmış ki, okuyanın görmese de etkilenmemesi mümkün değil. “İstanbul benim vatanım” diyen ama gitmek zorunda bırakılmış İstanbullu Rumlar’ın fotoğraflarına bakarken, videodaki seslerini dinlerken Hıncal’ın gözleri dolmuş ve “İstanbul’un nesini mi özlüyorum? Nesini özlediğimi bilsem onu arar bulurum. Nesini özlediğimi bilmediğim için İstanbul’u özlüyorum.” diyen o müthiş ifadeyi, yazmasa da anlayabileceğimiz gibi belli ki ağlayarak aktarmış. Hıncal Uluç, bu Pazar yazısında o İstanbullu Rumlar’a sesleniyor ve yazısının başlığından diyor ki; “Dönmezsiniz, çok geç... Ama affeder misiniz?”
“Sinek pislemedik” bir yere yazılabilecek ikinci “gerçeklik”(reality) de bu hikayedir.
***
Aynı gün, aynı gazeteden tespit ettiğimiz iki hikayenin iki gerçeği üzerine ben kafamda sayfalar dolusu yazdım. Şu satırları okuyan herkesten de, 24 Ekim Pazar tarihli Sabah gazetesi’nde yayımlanan bu iki değerli yazarımızın köşelerini okumalarını tavsiye ederim. İkisinde de büyük dramların eskimeyen hüznü capcanlı yaşamıyor mu? Gerçekliklerin çok, ama hakikatin bir tane olduğunu aklıma getirdiğim an, dedim ki kendi kendime: “Dücane Cündioğlu’nun babasının öğüdünü hatırla! Neydi? “O dedi bu dedi; tamam da, sen ne diyorsun?”
Ben ne mi diyorum? Hakikate talip olmaya çalışmalıyız, diyorum. Yani mülkiyet penceresinden dünyaya bakmamaya...
Hıncal ağabey de, Lozan Göçmenleri Derneği önderliğinde, Zagrofyan Lisesi Mezunları Derneği, New Circle of Constantinopolitans Derneği ve Kuzey Yunanistan Konstantinopolisliler Derneği desteğiyle düzenlenen “Hasretim İstanbul’a” sergisini son gününde izleyeyebilmiş ve bu sergiyi öylesine “canlı” yazmış ki, okuyanın görmese de etkilenmemesi mümkün değil. “İstanbul benim vatanım” diyen ama gitmek zorunda bırakılmış İstanbullu Rumlar’ın fotoğraflarına bakarken, videodaki seslerini dinlerken Hıncal’ın gözleri dolmuş ve “İstanbul’un nesini mi özlüyorum? Nesini özlediğimi bilsem onu arar bulurum. Nesini özlediğimi bilmediğim için İstanbul’u özlüyorum.” diyen o müthiş ifadeyi, yazmasa da anlayabileceğimiz gibi belli ki ağlayarak aktarmış. Hıncal Uluç, bu Pazar yazısında o İstanbullu Rumlar’a sesleniyor ve yazısının başlığından diyor ki; “Dönmezsiniz, çok geç... Ama affeder misiniz?”
“Sinek pislemedik” bir yere yazılabilecek ikinci “gerçeklik”(reality) de bu hikayedir.
***
Aynı gün, aynı gazeteden tespit ettiğimiz iki hikayenin iki gerçeği üzerine ben kafamda sayfalar dolusu yazdım. Şu satırları okuyan herkesten de, 24 Ekim Pazar tarihli Sabah gazetesi’nde yayımlanan bu iki değerli yazarımızın köşelerini okumalarını tavsiye ederim. İkisinde de büyük dramların eskimeyen hüznü capcanlı yaşamıyor mu? Gerçekliklerin çok, ama hakikatin bir tane olduğunu aklıma getirdiğim an, dedim ki kendi kendime: “Dücane Cündioğlu’nun babasının öğüdünü hatırla! Neydi? “O dedi bu dedi; tamam da, sen ne diyorsun?”
Ben ne mi diyorum? Hakikate talip olmaya çalışmalıyız, diyorum. Yani mülkiyet penceresinden dünyaya bakmamaya...