İktidar için garantili yol
19 ŞUBAT 2006
Seçimler yaklaşıyor. Siyasi partilerin bu dönemde kendilerine sordukları en kritik soru şudur: Bizim seçim kampanyasını kim, nasıl yönetsin? Tecrübem şunu gösteriyor. Bir kere bu soruyu seçimlere en erken 6 ay kala sorarlar. Oysa siyasi iletişim kesintisiz bir süreçtir. Bunu ne hikmetse hiçbir siyasi parti bir türlü kavramaz. Varsa yoksa siyasi propaganda. Yani siyasi iletişim değil. O da seçimlere 2-3 ay kala.
Rahmetli Turgut Özal’ın bu işleri o zamanki Manajans’a teslim etmesinin dışında hiçbir ciddi örneğe rastlamadım. Genelde 10 kafadan 10 ayrı ses çıkar. Zırt pırt reklam ajansı ve kampanya yöneticisi değişir. Bir pop stardan sıkı bir parça satın alınır. Araç konvoyları düzenlenir. Kömür bıyıklı adamların posterleri, çevreyi kirletmekten başka bir işe yaramayan iğrenç bayraklar etrafa saçılır. Seyyar manavlar gibi dolanan kamyonet ve otobüslerden avaz avaz naralar atılır, estetik düzeyi yerlerde sürünen müzikler çalınır, meydanlarda halkçı bir tavırla ceketler atılıp beyaz gömleğin kolları kıvrılır, boyundaki damarlar şişirilerek bas bas bağırılır... Sonunda iş parti başkanının kucağında kalıverir.
Şimdi siyasi partiler için müthiş bir fırsat var. Onların yerinde olsam hemen, yarın Kurtlar Vadisi ekibinin kapısını çalarım. Ve tüm iletişimi onlara (aralarına Osman Sınav’ı almak koşuluyla) teslim ederim. “Başkanın Adamları” filmini düşünün. TV’de gösteriyorlar. Tüm DVD’cilerde var. Orada Hollywood’a atfedilen rolü hatırlayın. Sonra bizim kitaba göz atıp, ABD Savunma Bakanlığı, CIA ve FBI’ın “Algılama Yönetimi”den ne anladığını araştırın. Önerimi daha iyi anlayacaksınız...
Deli Yürek, Ekmek Teknesi ve nihayet Kurtlar Vadisi... Bu yapımları zirveye taşıyan ekip sizi de iktidara taşıyabilir... Ben bu ekibin tüm reklamcılardan daha başarılı olacağını düşünüyorum. Sakın bana Kurtlar Vadisi ekibinin yaptığı işleri beğeniyor musun, diye sormayın. Beni iletişim uzmanı olarak ilgilendiren, sonuçlar. Böyle iletişim sonuçlarını son 30 yılda hangi ekip elde etti, siz ona bakın. Bu yüzden de bırakın klasik ve bir işe yaramayan siyasi iletişim yöntemlerini; kendinizi bu ekibe teslim edin. Tabii ekibi ikna edebilirseniz. Bu söylediğim cesaret, sezgi ve hız ister. Osman Pamukoğlu da zaten “Bu üçü olmadan önderlik olmaz” demiyor mu?
Daha öncede belirttiğim gibi, iletişime biraz meraklı bir kişinin yapması gereken şey “Kurtlar Vadisi”ni beğenmek - beğenmemek noktasında ‘bakmak’, ya da Trabzon’da papazı öldüren çocuğu dizinin tetikleyip tetiklemediğini tartışmak değil; tüm zamanların en çok izlenen dizisini (ikinci gösterim de rekorlar kırıyor) bir iletişim fenomeni olarak anlamaya çalışmaktır. Aksi taktirde ne siyasi iletişimde başarılı olunur, ne de ürün ve hizmet markalarının pazarlanmasında. Diğer tartışma konuları sosyologların, psikologların alanına girer; iletişimcilerin değil.
Deşifre için tadımlık 3 tüyo!
Haftalarca, günde ortalama 6 saat ‘Kurtlar Vadisi’ CD’lerini izledim ve içindeki iletişim kilidini çözdüm, diziyi deşifre ettim, dedim ya... Aldığım e-postanın haddi hesabı yok. Acaba nasıl deşifre etmişim diziyi? Ben de onlara “Tembellik yok. Siz de izleyin. Sonra tartışalım” diye yanıt veriyordum. Çünkü gördüm ki, bir tek bölümünü bile izlemeden fikir sahibi olmak isteyenlerin haddi hesabı yok.
Yine de bugün üç kilit noktaya değinmeden duramadım. Tadımlık... Birincisi dizide yer alan ‘öz deyişler’. Bunların seçimindeki bütünlük. Halkın özlem ve değerlerini bire bir yansıtması. Kemal Tahir’den Şeyh Şamil’e, Mevlana’dan Osman Pamukoğlu’na...
İkinci kilit nokta ise pek çok kişinin gözünden kaçan iki ‘kahraman’... Ömer Baba ve Deli Hikmet... Ömer Baba kamu vicdanını simgeliyor. Deli Hikmet kamu oyunu... Ömer Baba halkımızın ruhuna sesleniyor, Deli Hikmet aklına.
Gelelim üçüncü kilit noktaya: Orada önceleri Aslan Bey vardı. Sonraları Doğu Bey. Onlar da ‘Kerim Devlet’ ile ilgili içimizdeki derin izlere ve taleplere sesleniyorlar.
Dördüncü nokta Konsey. Kötünün simgesi...
Alın bu dört ayağı bakın diziden ne kalıyor geriye...
Peki Polat neremize sesleniyor?... O da ileride. Dedik ya, tembellik yok!
Livaneli’den sınav sorusu
Tam da İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi master sınıfındaki öğrencilerimize sınavda ne soralım diye düşünüyorduk. Sevgili Zülfü Livaneli imdadımıza yetişti. 5 Şubat günkü yazısında (mutlaka okuyun) bizim Habertürk’de yayınlanan programdan övgüyle söz ederken bir görüşümüze takılmış. Onu tartışıyor. Biz de sınavda bu yazıyı öğrencilerimize dağıtıp tartışmalarını istedik.
Kitabımızda da altını çizmiştik. Algılama Yönetimi’nin 11 temel kuralından birincisi ve en önemlisi şudur: Hedef kitlenin değerleriyle uyum içinde olmazsanız iletişimde başarılı olmanız, algılamayı yönetmeniz mümkün değildir.
Livaneli’nin karşı çıktığı nokta hiç de yabana atılır cinsten değil. Diyor ki “Galile, Mandela, Emile Zola, Nazım Hikmet, Pir Sultan Abdal, Sabahattin Ali, Che Guevara topluma ters düşmüş insanlardı. Hatta Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed, Hz. Yahya da öyleydiler. Hz. Ali, Nesimi, Hallac-ı Mansur da düzene ve iktidardaki genel geçer fikirlere ters düşmenin örnekleriydiler. Sokrates'den Leonardo Da Vinci'ye, Hezarfen Çelebi'den Nefi'ye kadar hemen hemen herkes bedel ödemişti. Son örneğim Gazi Mustafa Kemal”
Livaneli’nin örneklerinin hepsi birer çetin ceviz. Fakat üstadın dikkatinden kaçan küçük bir nokta var. Bu sıraladıkları hedef kitlelerinin değerleriyle mi çatışmışlar, yoksa kültürleriyle mi? Tabii ki ikincisiyle. Zaten kültür ile çatışmadan gelişme olmaz. İş yerinde iş yapış biçimlerini değiştirmeye yönelik her adım bir tür kültürel çatışmadır. Padişahlıktan cumhuriyete geçiş de öyle. Sokrates de, Leonardo da, Gazi de kültürel tabuları yıkmaya çalışmışlardı değerleri değil. Değerler değişmez mi. Değişir. Yüzlerce yılda belki. Otodinamik bir süreçte. Yani dışarıdan şiddetli müdahale ile değil.
Ah şu kültür ve değerler... Nasıl da birbirlerine karıştırılır. Ve insanların değerlerine dokunduğunda nasıl da geri teper. Bunu görmeden de ne iletişimi yönetebilirsiniz ne de ilişkileri...
Not: Öğrenciler mükemmel yorumlar yazmışlar. Sevgili Livaneli isterse kendisine hepsini ulaştırabiliriz.
Ne reklamı?
Önce bir başka Fortis reklamı sandım. Aynı rengârenk parçacıklar uçuşuyor çünkü. Ha şimdi, ha biraz sonra parçacıklar birleşip Fortis logosunu oluşturacaklar diye beklerken, bir de baktım arkasından bambaşka bir ürün bambaşka marka çıkmaz mı...
Adını ilk kez duyuyorum. Bravia... Televizyonmuş... Ne emek ne zahmet... Ya Bravia reklamını yaparken Fortis’e hizmet ederse... Tut kelin perçeminden. Ne gerek vardı bunca riske... Hem de markayı yeni lanse ederken... Sony gibi bir dünya markası, pazarın farklı katmanlarını da yakalamak için bomba gibi bir ürün yapmış. Fakat hangi algılamayla pazarda tutunduracak. Ben anlamadım. Belki anlayan vardır...
Racona ters reklam
Kadın kendisine iyilik yapan erkeği daha iyi bir araba için terk eder mi? Oralarda edermiş demek ki... Ama bizde böyle şeyler ‘raconu bozar’. Yani kültür ve değerlerimize uymaz. Bizim kadınımız bir araba için erkeğini satmaz. Satanları da sevmez. Opel umarız bu kez Avrupa’dan ithal reklamlara Türkçe metin yazıp televizyonlara salmanın pek de hayırlı bir iş olmadığını anlamıştır. Çünkü cânım Opel markası, bu tür hataları hak etmiyor. Ekonomik olsun diye yerli yapıma değil, ithal reklama yönelmenin bedeli ağır olabilir.
Coca Cola’nın sokağa atacak çok mu parası var ki, en duygusal yerli reklamlara ağırlık veriyor...
Hele kadının Opel Corsa yüzünden terk ettiği arabada bir davranışı var ki, hiç yenir yutulur gibi değil. Diyeceksiniz ki, absürd bu... Absürd de bir ifade biçimidir ve reklamda oldukça sık kullanılır. Doğru. GİTT diye bir otomobil, Po-Man diye bir kahraman olamaz... Ama Po-Man sırf absürd olsun diye bir vefasızlık veya alçaklık yaparsa, o zaman külahları değişiriz...
Darısı başınıza...
Katma değerli işler zordur. Okumak da öyle. Öylesine birikti ki okunacaklar... Bazılarını sizinle paylaşıp rahatlamalıyım.
Dünyaca ünlü üç pazarlama danışmanı ile Koç Üniversitesi akademisyenlerinden Lerzan Aksoy en önemli ve en çok kazanç getiren konu olan ‘müşteri sadakati’ni ele almış ve “Loyalty Myths” (Sadakat Mitleri) adında bir kitaba imza atmışlar. Sadece kitabın yanında gelen bilgi notundan küçük bir paragraf alıntılayacağım. Sanırım ne demek istendiğini ve istediğimi anlatacak: “Yeni bir müşteri bulmak, eski müşteriyi elde tutmaktan 5 kat daha fazla masraflıdır; sadık müşteriler gerçekten şirketin reklamını yaparlar mı; uzun vade müşteri, kısa vade müşteriden daha mı önemlidir; mutlu çalışanlar, mutlu müşteriler yaratır gibi efsaneleşmiş fikirlere kesin bir dille hayır!”
Sırada bekleyen diğer kitaplar şöyle: Merkez Kitapçılık’tan tuğla gibi, dedikleri türden bir anı kitabı. Enis Batur’a İclal Aydın’ı sormuşlar. O da “Edip ile muharrir arasında fark vardır” demiş. “Atlıkarıncada bir tur daha”nın yazarı İtalyan gazeteci Tiziano Terzani ikinci türe giriyor. Ama ne muharrir... Ama ne ilginç bir dünya gözlemi... Şöyle bir başladım kitaba. 2-3 ayda falan ancak bitiririm herhalde.
MESS müthiş kitaplar yayınlıyor. Sonuncusu Peter Drucker’dan. Adı “Gün Gün Drucker”. Bir derleme bu. Yazarım eserleri taranmış. Tüm görüşlerimi yansıtan 366 Fikir yazısı bu kitapta toplanmış. Gel de okuma...
Bu arada başımın püsküllü belası Hulusi Derici üç kitap birden göndermiş. Biri Chelsea’nin efsanevi teknik direktörü José Mourinho’nuın hayatı. Diğer ikisi MARKA reklam ajansının sponsorluğunda yayınlanmış iki Guy Kawasaki kitabı: “Devrimcileri için kurallar” ve “Rakiplerinizi çıldırtmanın yolları”. Apple markasının yaratıcısı olarak bilinen Kawasaki’nin kitapları Allah’tan kolay okunur türden...
Bir de bizim şirketler grubunun CEO’su Ayşegül Meriç’in son İngiltere seyahatinden dönüşte getirdiği iki kitap var. “Love thy customer” ve “Costumer is King”. Ama daha çok ‘costumer’ değil ‘client’ (özel müşteri) ile ilgili. Ben de ikincisiyle daha çok ilgiliyim zaten. Yazmaya soyunduğum yeni kitabın adı da “Eş ve Müşteri Nasıl Kaybedilir” olacak ya. Ona katma değer olsun diye getirmiş, sağ olsun..
Sırada Osman Pamukoğlu’nun son kitabı Kara Toprak ve eşimin ve kızımın yılbaşı hediyesi olarak aldıkları iki biyografi var: Che Guevara ve Matsushita..
Anlayacağınız felaket durumdayım.. Darısı sizin de başınıza..
Rahmetli Turgut Özal’ın bu işleri o zamanki Manajans’a teslim etmesinin dışında hiçbir ciddi örneğe rastlamadım. Genelde 10 kafadan 10 ayrı ses çıkar. Zırt pırt reklam ajansı ve kampanya yöneticisi değişir. Bir pop stardan sıkı bir parça satın alınır. Araç konvoyları düzenlenir. Kömür bıyıklı adamların posterleri, çevreyi kirletmekten başka bir işe yaramayan iğrenç bayraklar etrafa saçılır. Seyyar manavlar gibi dolanan kamyonet ve otobüslerden avaz avaz naralar atılır, estetik düzeyi yerlerde sürünen müzikler çalınır, meydanlarda halkçı bir tavırla ceketler atılıp beyaz gömleğin kolları kıvrılır, boyundaki damarlar şişirilerek bas bas bağırılır... Sonunda iş parti başkanının kucağında kalıverir.
Şimdi siyasi partiler için müthiş bir fırsat var. Onların yerinde olsam hemen, yarın Kurtlar Vadisi ekibinin kapısını çalarım. Ve tüm iletişimi onlara (aralarına Osman Sınav’ı almak koşuluyla) teslim ederim. “Başkanın Adamları” filmini düşünün. TV’de gösteriyorlar. Tüm DVD’cilerde var. Orada Hollywood’a atfedilen rolü hatırlayın. Sonra bizim kitaba göz atıp, ABD Savunma Bakanlığı, CIA ve FBI’ın “Algılama Yönetimi”den ne anladığını araştırın. Önerimi daha iyi anlayacaksınız...
Deli Yürek, Ekmek Teknesi ve nihayet Kurtlar Vadisi... Bu yapımları zirveye taşıyan ekip sizi de iktidara taşıyabilir... Ben bu ekibin tüm reklamcılardan daha başarılı olacağını düşünüyorum. Sakın bana Kurtlar Vadisi ekibinin yaptığı işleri beğeniyor musun, diye sormayın. Beni iletişim uzmanı olarak ilgilendiren, sonuçlar. Böyle iletişim sonuçlarını son 30 yılda hangi ekip elde etti, siz ona bakın. Bu yüzden de bırakın klasik ve bir işe yaramayan siyasi iletişim yöntemlerini; kendinizi bu ekibe teslim edin. Tabii ekibi ikna edebilirseniz. Bu söylediğim cesaret, sezgi ve hız ister. Osman Pamukoğlu da zaten “Bu üçü olmadan önderlik olmaz” demiyor mu?
Daha öncede belirttiğim gibi, iletişime biraz meraklı bir kişinin yapması gereken şey “Kurtlar Vadisi”ni beğenmek - beğenmemek noktasında ‘bakmak’, ya da Trabzon’da papazı öldüren çocuğu dizinin tetikleyip tetiklemediğini tartışmak değil; tüm zamanların en çok izlenen dizisini (ikinci gösterim de rekorlar kırıyor) bir iletişim fenomeni olarak anlamaya çalışmaktır. Aksi taktirde ne siyasi iletişimde başarılı olunur, ne de ürün ve hizmet markalarının pazarlanmasında. Diğer tartışma konuları sosyologların, psikologların alanına girer; iletişimcilerin değil.
Deşifre için tadımlık 3 tüyo!
Haftalarca, günde ortalama 6 saat ‘Kurtlar Vadisi’ CD’lerini izledim ve içindeki iletişim kilidini çözdüm, diziyi deşifre ettim, dedim ya... Aldığım e-postanın haddi hesabı yok. Acaba nasıl deşifre etmişim diziyi? Ben de onlara “Tembellik yok. Siz de izleyin. Sonra tartışalım” diye yanıt veriyordum. Çünkü gördüm ki, bir tek bölümünü bile izlemeden fikir sahibi olmak isteyenlerin haddi hesabı yok.
Yine de bugün üç kilit noktaya değinmeden duramadım. Tadımlık... Birincisi dizide yer alan ‘öz deyişler’. Bunların seçimindeki bütünlük. Halkın özlem ve değerlerini bire bir yansıtması. Kemal Tahir’den Şeyh Şamil’e, Mevlana’dan Osman Pamukoğlu’na...
İkinci kilit nokta ise pek çok kişinin gözünden kaçan iki ‘kahraman’... Ömer Baba ve Deli Hikmet... Ömer Baba kamu vicdanını simgeliyor. Deli Hikmet kamu oyunu... Ömer Baba halkımızın ruhuna sesleniyor, Deli Hikmet aklına.
Gelelim üçüncü kilit noktaya: Orada önceleri Aslan Bey vardı. Sonraları Doğu Bey. Onlar da ‘Kerim Devlet’ ile ilgili içimizdeki derin izlere ve taleplere sesleniyorlar.
Dördüncü nokta Konsey. Kötünün simgesi...
Alın bu dört ayağı bakın diziden ne kalıyor geriye...
Peki Polat neremize sesleniyor?... O da ileride. Dedik ya, tembellik yok!
Livaneli’den sınav sorusu
Tam da İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi master sınıfındaki öğrencilerimize sınavda ne soralım diye düşünüyorduk. Sevgili Zülfü Livaneli imdadımıza yetişti. 5 Şubat günkü yazısında (mutlaka okuyun) bizim Habertürk’de yayınlanan programdan övgüyle söz ederken bir görüşümüze takılmış. Onu tartışıyor. Biz de sınavda bu yazıyı öğrencilerimize dağıtıp tartışmalarını istedik.
Kitabımızda da altını çizmiştik. Algılama Yönetimi’nin 11 temel kuralından birincisi ve en önemlisi şudur: Hedef kitlenin değerleriyle uyum içinde olmazsanız iletişimde başarılı olmanız, algılamayı yönetmeniz mümkün değildir.
Livaneli’nin karşı çıktığı nokta hiç de yabana atılır cinsten değil. Diyor ki “Galile, Mandela, Emile Zola, Nazım Hikmet, Pir Sultan Abdal, Sabahattin Ali, Che Guevara topluma ters düşmüş insanlardı. Hatta Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed, Hz. Yahya da öyleydiler. Hz. Ali, Nesimi, Hallac-ı Mansur da düzene ve iktidardaki genel geçer fikirlere ters düşmenin örnekleriydiler. Sokrates'den Leonardo Da Vinci'ye, Hezarfen Çelebi'den Nefi'ye kadar hemen hemen herkes bedel ödemişti. Son örneğim Gazi Mustafa Kemal”
Livaneli’nin örneklerinin hepsi birer çetin ceviz. Fakat üstadın dikkatinden kaçan küçük bir nokta var. Bu sıraladıkları hedef kitlelerinin değerleriyle mi çatışmışlar, yoksa kültürleriyle mi? Tabii ki ikincisiyle. Zaten kültür ile çatışmadan gelişme olmaz. İş yerinde iş yapış biçimlerini değiştirmeye yönelik her adım bir tür kültürel çatışmadır. Padişahlıktan cumhuriyete geçiş de öyle. Sokrates de, Leonardo da, Gazi de kültürel tabuları yıkmaya çalışmışlardı değerleri değil. Değerler değişmez mi. Değişir. Yüzlerce yılda belki. Otodinamik bir süreçte. Yani dışarıdan şiddetli müdahale ile değil.
Ah şu kültür ve değerler... Nasıl da birbirlerine karıştırılır. Ve insanların değerlerine dokunduğunda nasıl da geri teper. Bunu görmeden de ne iletişimi yönetebilirsiniz ne de ilişkileri...
Not: Öğrenciler mükemmel yorumlar yazmışlar. Sevgili Livaneli isterse kendisine hepsini ulaştırabiliriz.
Ne reklamı?
Önce bir başka Fortis reklamı sandım. Aynı rengârenk parçacıklar uçuşuyor çünkü. Ha şimdi, ha biraz sonra parçacıklar birleşip Fortis logosunu oluşturacaklar diye beklerken, bir de baktım arkasından bambaşka bir ürün bambaşka marka çıkmaz mı...
Adını ilk kez duyuyorum. Bravia... Televizyonmuş... Ne emek ne zahmet... Ya Bravia reklamını yaparken Fortis’e hizmet ederse... Tut kelin perçeminden. Ne gerek vardı bunca riske... Hem de markayı yeni lanse ederken... Sony gibi bir dünya markası, pazarın farklı katmanlarını da yakalamak için bomba gibi bir ürün yapmış. Fakat hangi algılamayla pazarda tutunduracak. Ben anlamadım. Belki anlayan vardır...
Racona ters reklam
Kadın kendisine iyilik yapan erkeği daha iyi bir araba için terk eder mi? Oralarda edermiş demek ki... Ama bizde böyle şeyler ‘raconu bozar’. Yani kültür ve değerlerimize uymaz. Bizim kadınımız bir araba için erkeğini satmaz. Satanları da sevmez. Opel umarız bu kez Avrupa’dan ithal reklamlara Türkçe metin yazıp televizyonlara salmanın pek de hayırlı bir iş olmadığını anlamıştır. Çünkü cânım Opel markası, bu tür hataları hak etmiyor. Ekonomik olsun diye yerli yapıma değil, ithal reklama yönelmenin bedeli ağır olabilir.
Coca Cola’nın sokağa atacak çok mu parası var ki, en duygusal yerli reklamlara ağırlık veriyor...
Hele kadının Opel Corsa yüzünden terk ettiği arabada bir davranışı var ki, hiç yenir yutulur gibi değil. Diyeceksiniz ki, absürd bu... Absürd de bir ifade biçimidir ve reklamda oldukça sık kullanılır. Doğru. GİTT diye bir otomobil, Po-Man diye bir kahraman olamaz... Ama Po-Man sırf absürd olsun diye bir vefasızlık veya alçaklık yaparsa, o zaman külahları değişiriz...
Darısı başınıza...
Katma değerli işler zordur. Okumak da öyle. Öylesine birikti ki okunacaklar... Bazılarını sizinle paylaşıp rahatlamalıyım.
Dünyaca ünlü üç pazarlama danışmanı ile Koç Üniversitesi akademisyenlerinden Lerzan Aksoy en önemli ve en çok kazanç getiren konu olan ‘müşteri sadakati’ni ele almış ve “Loyalty Myths” (Sadakat Mitleri) adında bir kitaba imza atmışlar. Sadece kitabın yanında gelen bilgi notundan küçük bir paragraf alıntılayacağım. Sanırım ne demek istendiğini ve istediğimi anlatacak: “Yeni bir müşteri bulmak, eski müşteriyi elde tutmaktan 5 kat daha fazla masraflıdır; sadık müşteriler gerçekten şirketin reklamını yaparlar mı; uzun vade müşteri, kısa vade müşteriden daha mı önemlidir; mutlu çalışanlar, mutlu müşteriler yaratır gibi efsaneleşmiş fikirlere kesin bir dille hayır!”
Sırada bekleyen diğer kitaplar şöyle: Merkez Kitapçılık’tan tuğla gibi, dedikleri türden bir anı kitabı. Enis Batur’a İclal Aydın’ı sormuşlar. O da “Edip ile muharrir arasında fark vardır” demiş. “Atlıkarıncada bir tur daha”nın yazarı İtalyan gazeteci Tiziano Terzani ikinci türe giriyor. Ama ne muharrir... Ama ne ilginç bir dünya gözlemi... Şöyle bir başladım kitaba. 2-3 ayda falan ancak bitiririm herhalde.
MESS müthiş kitaplar yayınlıyor. Sonuncusu Peter Drucker’dan. Adı “Gün Gün Drucker”. Bir derleme bu. Yazarım eserleri taranmış. Tüm görüşlerimi yansıtan 366 Fikir yazısı bu kitapta toplanmış. Gel de okuma...
Bu arada başımın püsküllü belası Hulusi Derici üç kitap birden göndermiş. Biri Chelsea’nin efsanevi teknik direktörü José Mourinho’nuın hayatı. Diğer ikisi MARKA reklam ajansının sponsorluğunda yayınlanmış iki Guy Kawasaki kitabı: “Devrimcileri için kurallar” ve “Rakiplerinizi çıldırtmanın yolları”. Apple markasının yaratıcısı olarak bilinen Kawasaki’nin kitapları Allah’tan kolay okunur türden...
Bir de bizim şirketler grubunun CEO’su Ayşegül Meriç’in son İngiltere seyahatinden dönüşte getirdiği iki kitap var. “Love thy customer” ve “Costumer is King”. Ama daha çok ‘costumer’ değil ‘client’ (özel müşteri) ile ilgili. Ben de ikincisiyle daha çok ilgiliyim zaten. Yazmaya soyunduğum yeni kitabın adı da “Eş ve Müşteri Nasıl Kaybedilir” olacak ya. Ona katma değer olsun diye getirmiş, sağ olsun..
Sırada Osman Pamukoğlu’nun son kitabı Kara Toprak ve eşimin ve kızımın yılbaşı hediyesi olarak aldıkları iki biyografi var: Che Guevara ve Matsushita..
Anlayacağınız felaket durumdayım.. Darısı sizin de başınıza..