İletişim, hayatın kendisidir
15 Temmuz 2011 - Marketing Türkiye
Sayın Kılıçdaroğlu gibi “Benim adım Kemal” ifadesine benzer bir kesinlikte “Algılamalar gerçektir” ifadesini yerleştirmek pek kolay olmayacağa benziyor.
Hâlâ “Algılar niçin gerçek olsun? Benim yaşadığımı ben ve Rabbimden başkası bilebilir mi?” diyeninden, “Her zaman papaz pilav yemez, bazen yaygın algılamalar sonucu etkilemeyebilir” türünden düşünceler yumurtlayan, istisnasız her şeyi çok iyi bildiğini kabul eden, hayatlarında bir kez olsun yanılmamış (!), insanüstü mitolojik kahramanlardan mebzul miktarda arkadaşımız, son futbol depremine ilişkin harika değerlendirmelerde bulunuyor.
Adı Ali olmayan bir iletişim uzmanından, Mr. Thomas’tan bir alıntı yapalım, daha inandırıcı olur: “Algılar gerçektir. Eğer kazanmak için oynuyorsanız, algılar sizin lehinize olmalıdır. İnsanları sizi dinlemeye, söylediklerinizi anlamaya ve sizi desteklemeye ikna edebilme kabiliyetiniz, kazanma veya kaybetme ihtimalinizi belirleyecektir.”
Orijinalini de yazalım. Ne de olsa sektör dergisiyiz. Sektör çalışanı literatürü İngilizcesinden bulabilme yeteneğindedir mutlaka…
Elfyn Thomas (University of Wales Institute Cardiff) şöyle demiş: Perceptions are real. If you’re playing to win, they have to be favourable. Your ability to persuade people to listen to you, understand what you are saying, and support you will determine whether you win or lose…
Bu alıntıyı, UEFA’nın Türkiye Futbol Federasyonu yetkilileri ile görüşmeleri sırasında “Yüzde 1 bile şüphe varsa gereğini yapın!” dediklerini öğrendikten sonra kullanma isteği ve ihtiyacı duyduğumu ifade etmeliyim.
İletişim hayatın bizzat kendisidir. Her birimiz hayatı ne kadar biliyorsak, iletişimi de o kadar biliriz. Türkiye’de iletişimin yerli kodlarına özen ve dikkat gösterilmediği zaman insanın başına neler geldiğine yakından tanık olmuşuzdur…
Bizim memleketimizde iletişimin temel süreçlerine Batılı gözlükle bakılmaması gerektiğini de tekrar tekrar vurgulamakta yarar var. Şike krizi ile birlikte olayın uluslararası boyutlara taşınma tehlikesinin baş göstereceği işin başından belliydi. Ulaşılan şu noktada yaşadığımız futbol depreminden şu veya bu şekilde etkilenen tüm kurumların yöneticilerinin, iletişim alanında at koşturan, hem Akdenizlilik, hem Türk, hem de evrensel tüm alanlardaki decoder’lerden haberdar danışmanların kapılarında yatması gerektiğini hatırlatmak yanlış olmaz. Sizce Fenerbahçe kulübü bu boyutta bir krizi büyük ustalıkla yönetebilecek Levent Erden, Hulusi Derici, Serdar Erener gibi mahir iletişimcilerden hangisine başvurmuştur?
İletişimi, multidispliner teorik yanı olan uygulamalı bir bilim alanıdır. Hayatın ta kendisidir… Uygulamada kendisini ifşa eder. Kendini hayatın, kültürün içinde talibine açar. Bu nedenle Türkiye’de iletişimin yerli kodlarına saygı ve özen gösterilmesini, hiç değilse burada olsun iletişimin temel süreçlerine batılı bir gözlükle bakılmaması gerektiğini savunmak yerinde olacaktır.
Yöneldiğiniz hedef kitlenin ortak ruhi şekillenmesi ile buluşamama olasılığı hesaba katıldığında, onca iletişim çalışmasının boşa gitmesi işten bile değildir… İletişim etkinliğinin yapıldığı toplumun değerlerinin ve kültürel kodlarının dikkate alınması gerektiğini vurgularken, bu özel durumda Fenerbahçe seyircisinin özel yapısını kesinlikle göz ardı etmemek gerekir. Bunu da tabii ki en iyi FB Yönetimi bilir…
Demek ki ortak bir çalışma gerekmektedir… İletişim ustaları + FB ustaları…
Her şıkta iletişim tarihine geçecek derecede önemli bir vaka yaşıyoruz… İyi de yönetilse kötü de yönetilse, iletişim derslerinde ibret olsun diye mutlaka okutulacaktır…
Oy verme nedenleri üzerine...
Her iletişim olayında üç aşamayı birlikte ele almak gerektiğini hepimiz biliriz… Biliriz de, üçünden birini mutlaka ihmal ederiz. “Öncesi – sırası – sonrası” diye özetlenecek, “planlama – uygulama – raporlama” aşamalarıyla zenginleştirilecek bu projelendirme kültürü, siyasi alanda da hayli eksik bir anlayışla uygulanır.
Bu eksik söylem ve uygulama içinde bulunanlar, genel seçimin hemen ertesinde AK Parti’nin “Diğer %50’yi neden alamadık” diye bir çalışma başlatmış olmasını anlamakta zorluk çekebilirler…
Bu bağlamda Avrasya Kamuoyu Araştırmaları Merkezi’nin Haziran 2011 tarihli, “Türkiye Geneli Seçim Sonrası Araştırması”na bir göz atmakta yarar vardır.
“Seçim sonuçları sizin için sürpriz oldu mu?” diye sormuşlar… AK Partili seçmenlerin %87’si hayır demiş, %12.3’ü ise evet… Beklenen sonuç… MHP’li seçmenlerin %95.5’i Hayır, %4.5’u Evet yanıtını vermiş. Bu da mantıklı… Ancak CHP’li seçmenlerin %80.1’inin sonuçları sürpriz olarak görmemiş olması bir garip doğrusu… %26’yı bekliyorlarmış demek ki…
“Seçim sonuçlarında sizce hile yapıldı mı?” sorusuna gelen yanıtlar, sanıldığı kadar komplo teorilerine yatkın bir millet olduğumuz yolundaki varsayımları boşa çıkarır düzeyde. Ak Partili seçmenin %0.1’i, CHP’lilerin %7.6’sı, MHP’lilerin %4.5’i, BDP’lilerin de %1.1’i hile yapıldığını düşünüyor.
“Sizce sonuçlar CHP için başarılı mı?” diye sorulmuş. CHP’lilerin %9.7’si ve diğer seçmenlerin %7.6’sı “Evet, başarılıdır” diyor. CHP’lilerin %54.8’i ve diğer seçmenlerin % 62.2’si “Hayır, başarısızdır” diyor. CHP’lilerin %31.2’si ve diğer seçmenlerin %17.8’i “kısmi başarıdır” demişler.
MHP’li seçmenin %25.5’i kendilerini başarı bulurken diğer seçmenlerin %23.6’sı “evet, başarılıdır” diyor. “Kısmi başarılı” olarak gören MHP’lilerin oranı %33.7, diğer seçmenlerin oranı ise %32.7. BDP için neredeyse tereddütsüz bir “başarı” algısı var.
“Sizce CHP yönetiminde değişiklik gerekli mi?” CHP seçmeninin %26.2’si “evet, genel başkan değişmeli” diyor. %27.8’i “Evet, MYK değişmeli”, %21.3’ü “Evet, PM değişmeli”, %15.4’ü “Hepsi değişmeli” demiş. Sadece %9.3’lük bir kesim “Değişime gerek yok” demiş...
Araştırmanın tamamı internette var.
CHP ‘Boykot’ meselesine öyle bir daldı ki, ‘Sonrası’nı ele alıp değerlendirmek, ders çıkarmak, yenilenmek, gelişmek için bir tartışma ortamını yaratmanın kıyısından bile geçemiyor bir türlü…
Bu arada gelecek stratejilerini belirlemek ve büyük oy deposu olan bir kesimle ile ilgili taktikleri geliştirmek üzere, Kültür Üniversitesi’nin Konda ve Bersay İletişim Enstitüsü ile birlikte yaptığı, gördüğüm en mufassal (geniş kapsamlı) ‘Y Kuşağı’ (20 – 30 arası yaş grubu) araştırmasını sizce hangi partimiz Kültür Üniversitesi’nden istemiştir?
Ne siz sorun ne de ben söyleyeyim…
İş yapıyor ki, tekrarlanıyor…
Bursalı kadim dostumuz iletişim uzmanı Tolga Yücel bize bir bilgi notu göndermiş. İlginç buldum; burada yayınlamak ve sizinle paylaşmak için kendisinden izin istedim… Tolga Bey’in “GSM reklamları, siyasi liderler ve Survivor” başlığını verdiği yazısı şöyle:
“Rekabetin artması ile birlikte, ürünlerin farklılaşma noktalarını anlatmak zor bir hale geldi. Özellikle satış fiyatı piyasa tarafından belirlenen, kâr marjları düşük ama sürüme dayalı bir fiyat politikası ile yönetilen ürünlerin reklamlarında, ürünün ayrıştırıcı özelliklerini anlatırken kampanyaların içinde yeni bir ortak ‘reklam dili’ şekillenmeye başladı.
Reklam sanat değildir; ticarî bir araçtır. Bu yüzden tekrar etmek sorun değil gibi gözükse de, sanıyorum yaratıcı dilin de rekabetin getirdiği yıkıcı güce mağlup olması, ürünlerin sunduğu asgari standartların, fiyatlarının birbirine yakın olması sebebiyle, ‘ayrıştırıcı özelliği’ ortaya koyacak reklamların görevini yerine getirmesinde de zorluklar ortaya çıkıyor.
Hedef kitlenin duygu, düşünce ve kültürüne hitap eden kampanyalar hazırlarken, bahsettiğim zorluğun farkında olan markalar ve ajanslar ezberlenen klişelerin yanına şimdi de bir yenisini eklediler.
Bu anlamda sanıyorum, bazı ürün ve markalar, bu ürün ve markaların reklamlarını üreten yaratıcı ekipler, ‘rekabetçiyi’ reklamın içinde komedi unsuru olarak konumlandırarak ‘statükoyu’ veya ‘geri kalmışlığı’ vurgulama yolunun tekrarının yeni bir ‘sıradanlık’ haline gelmesine engel olamıyorlar. Burada da dediğim ayrıştırıcı özelliği anlatmada yaşanan temel bir sıkıntı olduğu aşikâr…
Örneklere bakarsak;
Firma/Marka
Reklamdaki rekabetçi tiplemesi
Vodafone
Turkcell’i temsilen Selim
Turkcell
Vodafone’u temsilen Öztürk Abi,
Turkcell
Bir önceki denemesi ikili şekilde Gülben Ergen Turkcell, “Fatmagül’ün Suçu Ne?”
dizisindeki rolüyle ünlenen Esra Demancıoğlu rekabetçilerin müşterisi
Türk Telekom
Turk Telekom’u temsilen Cem Yılmaz, onun karşısında GSM
şebekelerini temsil eden tiplemesi Ali Tınay
Avea
Turkcell’i temsil eden Avea ile konuşmayan çocuk
Avea
Turkcell kullanan çalıştırıcı Ata Demirer, 5-3-2 olmuyor sloganı
Opet
Diğer rekabetçileri temsil eden Salih Kanyon’un tiplemesi
Balkovan
Kendisi haricindeki, köyde üretilen bal satıcısını temsil eden başörtülü erkek
O zaman gelinen nokta şu;
1- Reklam kampanyasının bütününü, duygusal ve kültürel öğeler üzerine inşa et.
2- Ama içinde muhakkak rekabetçiyi kötüleyen bir tiplemen bulunsun.
3- Bu reklamda komedi unsuru baskın olsun. Rekabetçi komik, zorda kalsın…
Böyle bir tekrar, algıyı öldürmez mi?”
Demek ki öldürmüyor ki Tolga Bey, yöntem sürdürülüyor ve iş yapıyor… Ne dersiniz?
Hâlâ “Algılar niçin gerçek olsun? Benim yaşadığımı ben ve Rabbimden başkası bilebilir mi?” diyeninden, “Her zaman papaz pilav yemez, bazen yaygın algılamalar sonucu etkilemeyebilir” türünden düşünceler yumurtlayan, istisnasız her şeyi çok iyi bildiğini kabul eden, hayatlarında bir kez olsun yanılmamış (!), insanüstü mitolojik kahramanlardan mebzul miktarda arkadaşımız, son futbol depremine ilişkin harika değerlendirmelerde bulunuyor.
Adı Ali olmayan bir iletişim uzmanından, Mr. Thomas’tan bir alıntı yapalım, daha inandırıcı olur: “Algılar gerçektir. Eğer kazanmak için oynuyorsanız, algılar sizin lehinize olmalıdır. İnsanları sizi dinlemeye, söylediklerinizi anlamaya ve sizi desteklemeye ikna edebilme kabiliyetiniz, kazanma veya kaybetme ihtimalinizi belirleyecektir.”
Orijinalini de yazalım. Ne de olsa sektör dergisiyiz. Sektör çalışanı literatürü İngilizcesinden bulabilme yeteneğindedir mutlaka…
Elfyn Thomas (University of Wales Institute Cardiff) şöyle demiş: Perceptions are real. If you’re playing to win, they have to be favourable. Your ability to persuade people to listen to you, understand what you are saying, and support you will determine whether you win or lose…
Bu alıntıyı, UEFA’nın Türkiye Futbol Federasyonu yetkilileri ile görüşmeleri sırasında “Yüzde 1 bile şüphe varsa gereğini yapın!” dediklerini öğrendikten sonra kullanma isteği ve ihtiyacı duyduğumu ifade etmeliyim.
İletişim hayatın bizzat kendisidir. Her birimiz hayatı ne kadar biliyorsak, iletişimi de o kadar biliriz. Türkiye’de iletişimin yerli kodlarına özen ve dikkat gösterilmediği zaman insanın başına neler geldiğine yakından tanık olmuşuzdur…
Bizim memleketimizde iletişimin temel süreçlerine Batılı gözlükle bakılmaması gerektiğini de tekrar tekrar vurgulamakta yarar var. Şike krizi ile birlikte olayın uluslararası boyutlara taşınma tehlikesinin baş göstereceği işin başından belliydi. Ulaşılan şu noktada yaşadığımız futbol depreminden şu veya bu şekilde etkilenen tüm kurumların yöneticilerinin, iletişim alanında at koşturan, hem Akdenizlilik, hem Türk, hem de evrensel tüm alanlardaki decoder’lerden haberdar danışmanların kapılarında yatması gerektiğini hatırlatmak yanlış olmaz. Sizce Fenerbahçe kulübü bu boyutta bir krizi büyük ustalıkla yönetebilecek Levent Erden, Hulusi Derici, Serdar Erener gibi mahir iletişimcilerden hangisine başvurmuştur?
İletişimi, multidispliner teorik yanı olan uygulamalı bir bilim alanıdır. Hayatın ta kendisidir… Uygulamada kendisini ifşa eder. Kendini hayatın, kültürün içinde talibine açar. Bu nedenle Türkiye’de iletişimin yerli kodlarına saygı ve özen gösterilmesini, hiç değilse burada olsun iletişimin temel süreçlerine batılı bir gözlükle bakılmaması gerektiğini savunmak yerinde olacaktır.
Yöneldiğiniz hedef kitlenin ortak ruhi şekillenmesi ile buluşamama olasılığı hesaba katıldığında, onca iletişim çalışmasının boşa gitmesi işten bile değildir… İletişim etkinliğinin yapıldığı toplumun değerlerinin ve kültürel kodlarının dikkate alınması gerektiğini vurgularken, bu özel durumda Fenerbahçe seyircisinin özel yapısını kesinlikle göz ardı etmemek gerekir. Bunu da tabii ki en iyi FB Yönetimi bilir…
Demek ki ortak bir çalışma gerekmektedir… İletişim ustaları + FB ustaları…
Her şıkta iletişim tarihine geçecek derecede önemli bir vaka yaşıyoruz… İyi de yönetilse kötü de yönetilse, iletişim derslerinde ibret olsun diye mutlaka okutulacaktır…
Oy verme nedenleri üzerine...
Her iletişim olayında üç aşamayı birlikte ele almak gerektiğini hepimiz biliriz… Biliriz de, üçünden birini mutlaka ihmal ederiz. “Öncesi – sırası – sonrası” diye özetlenecek, “planlama – uygulama – raporlama” aşamalarıyla zenginleştirilecek bu projelendirme kültürü, siyasi alanda da hayli eksik bir anlayışla uygulanır.
Bu eksik söylem ve uygulama içinde bulunanlar, genel seçimin hemen ertesinde AK Parti’nin “Diğer %50’yi neden alamadık” diye bir çalışma başlatmış olmasını anlamakta zorluk çekebilirler…
Bu bağlamda Avrasya Kamuoyu Araştırmaları Merkezi’nin Haziran 2011 tarihli, “Türkiye Geneli Seçim Sonrası Araştırması”na bir göz atmakta yarar vardır.
“Seçim sonuçları sizin için sürpriz oldu mu?” diye sormuşlar… AK Partili seçmenlerin %87’si hayır demiş, %12.3’ü ise evet… Beklenen sonuç… MHP’li seçmenlerin %95.5’i Hayır, %4.5’u Evet yanıtını vermiş. Bu da mantıklı… Ancak CHP’li seçmenlerin %80.1’inin sonuçları sürpriz olarak görmemiş olması bir garip doğrusu… %26’yı bekliyorlarmış demek ki…
“Seçim sonuçlarında sizce hile yapıldı mı?” sorusuna gelen yanıtlar, sanıldığı kadar komplo teorilerine yatkın bir millet olduğumuz yolundaki varsayımları boşa çıkarır düzeyde. Ak Partili seçmenin %0.1’i, CHP’lilerin %7.6’sı, MHP’lilerin %4.5’i, BDP’lilerin de %1.1’i hile yapıldığını düşünüyor.
“Sizce sonuçlar CHP için başarılı mı?” diye sorulmuş. CHP’lilerin %9.7’si ve diğer seçmenlerin %7.6’sı “Evet, başarılıdır” diyor. CHP’lilerin %54.8’i ve diğer seçmenlerin % 62.2’si “Hayır, başarısızdır” diyor. CHP’lilerin %31.2’si ve diğer seçmenlerin %17.8’i “kısmi başarıdır” demişler.
MHP’li seçmenin %25.5’i kendilerini başarı bulurken diğer seçmenlerin %23.6’sı “evet, başarılıdır” diyor. “Kısmi başarılı” olarak gören MHP’lilerin oranı %33.7, diğer seçmenlerin oranı ise %32.7. BDP için neredeyse tereddütsüz bir “başarı” algısı var.
“Sizce CHP yönetiminde değişiklik gerekli mi?” CHP seçmeninin %26.2’si “evet, genel başkan değişmeli” diyor. %27.8’i “Evet, MYK değişmeli”, %21.3’ü “Evet, PM değişmeli”, %15.4’ü “Hepsi değişmeli” demiş. Sadece %9.3’lük bir kesim “Değişime gerek yok” demiş...
Araştırmanın tamamı internette var.
CHP ‘Boykot’ meselesine öyle bir daldı ki, ‘Sonrası’nı ele alıp değerlendirmek, ders çıkarmak, yenilenmek, gelişmek için bir tartışma ortamını yaratmanın kıyısından bile geçemiyor bir türlü…
Bu arada gelecek stratejilerini belirlemek ve büyük oy deposu olan bir kesimle ile ilgili taktikleri geliştirmek üzere, Kültür Üniversitesi’nin Konda ve Bersay İletişim Enstitüsü ile birlikte yaptığı, gördüğüm en mufassal (geniş kapsamlı) ‘Y Kuşağı’ (20 – 30 arası yaş grubu) araştırmasını sizce hangi partimiz Kültür Üniversitesi’nden istemiştir?
Ne siz sorun ne de ben söyleyeyim…
İş yapıyor ki, tekrarlanıyor…
Bursalı kadim dostumuz iletişim uzmanı Tolga Yücel bize bir bilgi notu göndermiş. İlginç buldum; burada yayınlamak ve sizinle paylaşmak için kendisinden izin istedim… Tolga Bey’in “GSM reklamları, siyasi liderler ve Survivor” başlığını verdiği yazısı şöyle:
“Rekabetin artması ile birlikte, ürünlerin farklılaşma noktalarını anlatmak zor bir hale geldi. Özellikle satış fiyatı piyasa tarafından belirlenen, kâr marjları düşük ama sürüme dayalı bir fiyat politikası ile yönetilen ürünlerin reklamlarında, ürünün ayrıştırıcı özelliklerini anlatırken kampanyaların içinde yeni bir ortak ‘reklam dili’ şekillenmeye başladı.
Reklam sanat değildir; ticarî bir araçtır. Bu yüzden tekrar etmek sorun değil gibi gözükse de, sanıyorum yaratıcı dilin de rekabetin getirdiği yıkıcı güce mağlup olması, ürünlerin sunduğu asgari standartların, fiyatlarının birbirine yakın olması sebebiyle, ‘ayrıştırıcı özelliği’ ortaya koyacak reklamların görevini yerine getirmesinde de zorluklar ortaya çıkıyor.
Hedef kitlenin duygu, düşünce ve kültürüne hitap eden kampanyalar hazırlarken, bahsettiğim zorluğun farkında olan markalar ve ajanslar ezberlenen klişelerin yanına şimdi de bir yenisini eklediler.
Bu anlamda sanıyorum, bazı ürün ve markalar, bu ürün ve markaların reklamlarını üreten yaratıcı ekipler, ‘rekabetçiyi’ reklamın içinde komedi unsuru olarak konumlandırarak ‘statükoyu’ veya ‘geri kalmışlığı’ vurgulama yolunun tekrarının yeni bir ‘sıradanlık’ haline gelmesine engel olamıyorlar. Burada da dediğim ayrıştırıcı özelliği anlatmada yaşanan temel bir sıkıntı olduğu aşikâr…
Örneklere bakarsak;
Firma/Marka
Reklamdaki rekabetçi tiplemesi
Vodafone
Turkcell’i temsilen Selim
Turkcell
Vodafone’u temsilen Öztürk Abi,
Turkcell
Bir önceki denemesi ikili şekilde Gülben Ergen Turkcell, “Fatmagül’ün Suçu Ne?”
dizisindeki rolüyle ünlenen Esra Demancıoğlu rekabetçilerin müşterisi
Türk Telekom
Turk Telekom’u temsilen Cem Yılmaz, onun karşısında GSM
şebekelerini temsil eden tiplemesi Ali Tınay
Avea
Turkcell’i temsil eden Avea ile konuşmayan çocuk
Avea
Turkcell kullanan çalıştırıcı Ata Demirer, 5-3-2 olmuyor sloganı
Opet
Diğer rekabetçileri temsil eden Salih Kanyon’un tiplemesi
Balkovan
Kendisi haricindeki, köyde üretilen bal satıcısını temsil eden başörtülü erkek
O zaman gelinen nokta şu;
1- Reklam kampanyasının bütününü, duygusal ve kültürel öğeler üzerine inşa et.
2- Ama içinde muhakkak rekabetçiyi kötüleyen bir tiplemen bulunsun.
3- Bu reklamda komedi unsuru baskın olsun. Rekabetçi komik, zorda kalsın…
Böyle bir tekrar, algıyı öldürmez mi?”
Demek ki öldürmüyor ki Tolga Bey, yöntem sürdürülüyor ve iş yapıyor… Ne dersiniz?