İletişimde aslolan sonuçtur
01 mayıs 2017 - Derin Ekonomi
Her ne kadar zaman zaman unutulsa da, iletişim sonuç odaklı bir iştir. Bu bir…
Siyasi iletişim iktidar için yapılır; yani kazanmak için. Bu iki…
Önemli olan; söylenen sözün, yapılan reklam filmin ne kadar ‘güzel’ olduğu değil; hedefe yani bu şıkta başarıya, hedefe, kazanmaya ne kadar götürdüğüdür… Bu da üç…
Bu üç nedenden dolayı Referandum sonrası yapılan değerlendirmeler içinde AK Parti – MHP’den oluşan Evet cephesinin kazandığı başarı dışında kalan tüm genel tespitler, ‘temenni’, ‘laf ebeliği’, ‘sindirememe’, ‘iyi bir kaybeden olmayı başaramama’, ‘uzanamadığı ciğere mundar deme’ vb. şeklinde algılanır.
Bu notumuzu düşmüşken, gelin 16 Nisan öncesinde referandum için hazırlanan kampanyaları kısaca değerlendirelim. En azından bazı dersler çıkarmak adına…
Rıdvan Dilmen’in "Güçlü Türkiye için ben varım, evet. Sen de var mısın" çağrısıyla başlayan ve devamında Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak, Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç, Arda Turan, Burak Yılmaz, Murat Boz, Ahmet Çakar, Ertem Şener, İbrahim Tatlıses, Mustafa Ceceli, Alişan gibi pek çok farklı alanda kamuya mal olmuş ismin dahil olduğu kampanya, bazılarınca tartışılsa da, dikkat çekme ve viral etki yaratma konusunda atılan ilk işaret fişeği olarak hayli başarılıydı...
Öte yandan sonuçta kazanmış olsalar da, AK Parti kampanyasının geçmişte yürütülmüş siyasî iletişim kampanyalarına kıyasla bir hayli sönük kaldığını söylemek mümkün. AK Parti’nin kuruluşundan bu yana kampanyalarını hazırlayan, 15 Temmuz şehidi rahmetli Erol Olçok’un parti için ne kadar önemli bir değer olduğu bir kez daha anlaşılmış olmalı. Yokluğu hissediliyor.
Yiğidi öldürüp hakkını yememek adına şu tespiti yapmakta da yarar var. AK Parti – MHP cephesinin karısındaki oluşum, her siyasi hareketin başa çıkabileceği bir güç değildi.
‘7 düvele karşı’ deyişi hiç de abartılı değildi.
Erdoğan ve Türkiye düşmanlığı üzerinden Avrupalı liderler ve kontrol edilen medyanın tamamı topyekûn saldırıya geçti mi? Geçti… Hangi ülkenin lideri Der Spiegel’e ve diğer Avrupa dergilerine bu kadar çok kez böylesine hakaret yüklü bir dille kapak yapılmıştır acaba? Kaç ülkenin dilinde kampanya konusunda taraf olunup manşetler atılmıştır Avrupa gazetelerinde?
Bırakın siyasi iletişimi; acaba kaç ülke için “Sakın gitmeyin oraya!” diye kampanyalar yapılmıştır?
Batılılarla aynı ağzı konuşan ana muhalefet yeni bir olay değildir ülkemizde tabii ki. Ancak bu kadar senkron olduklarına ilk kez tanıklık ediyoruz.
Bu yaşıma geldim; sayısız seçime tanıklık ettim. Bu kadar çok yalanın söylendiğine; insanların gözlerinin içine baka baka bu kadar tahrifat yapıldığına ilk kez tanık oluyorum. Yok bir gecede bütün muhtarların işine son verilecek; yok 500 tane yardımcı atanacak; 18 yaşında milletvekili olan 23’ünde emekli olacak; bütün restoranlar şak diye kapanacak; Türkiye eyaletlere bölünecek ve daha niceleri.
Evet Cephesi bu yalanlarla uğraşmaktan 18 maddeyi ve sistem değişikliğinin neler getireceğini; bu anayasanın hangi diğer sosyal ve idari değişiklikleri tetikleyeceğini anlatmaya fırsat bulamadı.
İşte bu nedenlerle Evet cephesinin iletişim çalışmaları sonunda elde ettiği sonucu yine de başarısız bulamayız.
Bu arada Sayın Başbakan Binali Yıldırım’ın vatandaşlara gönderdiği mektupların, özellikle yurt dışında yaşayanlar üzerinde epey etkili olduğu tespit edilmiş ki, doğrudur. Ancak özetleyecek olursak Evet cephesinin ipi göğüslemesinde Cephenin vaatlerinden çok Sayın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinin yarattığı güven rol oynamıştır. Bütün yorumcuların yüzde yüz mutabık oldukları tek konu budur.
MHP "Evet" kampanyası adına her ne kadar birden fazla şarkı ve "Bu ülke için bir yeminimiz var, vazgeçilemez" gibi yürekleri harekete geçiren bir slogan çıkartmış olsa da tüm çabası kendi içinde verdiği hesaplaşmanın gölgesinde kaldı. Varoluşu üzerine ciddî bir kırılma noktası içinde kendini bulmuşken kampanyası maalesef referandum süresinde toparlanmaya fırsat verebilecek kadar yardımcı olamadı.
"Hayır" adına hazırlanan kampanyalara gelince…
"Evet" kampanyasının mecra ve bütçe açısından haksız rekabet yarattığını gerek referandum öncesinde gerekse sonrasında muhalif kesimlerden işittik. Sürekli şikâyet kültürü, başarısızlığın sorumluluğunu başaklarına atma refleksi sürüp gidiyor.
AK Parti’den bir dönem milletvekili adayı olan ve eski bazı bakanlara siyasi danışmanlık yapan Tuna Bekleviç Anayasa değişikliğine karşı Hayır Partisi’ni kurarken “AK Parti bitti, partinin ciğerini biliyorum” demiş ve sonra da eklemiş: “Evet kampanyasının bütçesi 1 milyar TL’yi geçti. Bizler tek bir 'billboard' parası ile Anadolu Programı gerçekleştiriyoruz!"
CHP Genel Başkanı da iki lafın başında AK Parti’nin bütün devlet olanaklarını kullandığını için söylenip durmadı mı? Ha, bir de biteviye medyayı AK Parti’nin kontrol ettiğinden şikâyet etti.
Zaman zaman hepimizde şu meşhur ‘Medyanın gücü’ bahanesine sığınma refleksi yok mudur?
Bu noktada her şeyin bütçe ve medya olmadığını anlamak adına geçmişten şu üç seçim sonucunu hatırlamakta yarar var:
1- 1950 Türkiye Genel Seçimleri; 2- 1983 Türkiye Genel Seçimleri; 3- 2002 Türkiye Genel Seçimleri
1950’de tüm kontrol Cumhuriyet Halk Partisi’nin elinde idi. Medyanın tamamına yakını CHP’yi destekliyordu. Devlet olanaklarından tek parti iktidarının gücü ile sadece CHP yararlanıyordu. Fakat iktidara, rakibini eze eze Demokrat Parti geldi.
1983’de medyadaki güç tamamen Kenan Evren’deydi. O da Em. Org. Turgut Sunalp’e kurdurdukları MDP’yi destekliyordu. Hem de devletin tüm gücüyle. Evren, üstelik bir yıl önce yapılmış olan ve kendisinin şahsen kefil olduğu Anayasa için düzenlenen Referandumda %91.37 ile "Evet" almıştı. Ne oldu peki? MDP değil Turgut Özal’ın Anavatan’ı tek başına iktidar oldu?
2002’de hangi medya destekliyordu AK Parti’yi?.. Devletin gücü kimin elinde idi? Söyleyelim. Her şey AK Parti’nin aleyhineydi… Peki ne oldu? AK Parti tek başına iktidar oldu…
Peki bu partiler medyada ve devlet desteği olmadan nasıl tek başlarına iktidar olabildiler?
Kilit nokta millî iradeyi temsil eden ve halkın taleplerine gerçek anlamda cevap veren bir iletişim dili kullanmalarındaydı. Vaatleri vardı, bir meseleleri vardı ve anlatabilecekleri bir mefkûreleri… Neyin nasıl olmayacağını değil; neyin nasıl olacağını bildikleri algısını yaratmayı başardılar. Özleri çok doğru olduğu için biçim ikinci plana itiliverdi…
Bu örnekler de gösteriyor ki, kampanya bütçesi, medyada görünürlük gibi faktörlere takılıp kalmak, bunlardan bahane üretmek hiçbir işe yaramıyor…
CHP’nin "Hayır" kampanyasında "Mavi Boncuk" gibi toplumsal hafızaya kazınmış bir parçayı "Gel Kurtul Bir Hayırla" uyarlamasıyla kullanması bir siyasal kampanya için talihsiz bir seçimdi. Parçayı ne kadar dinlerse dinlesinler, orijinalini bilenlerin aklına “Onda bunda şundadır; şunda bunda ondadır. Mavi boncuk kimdeyse benim gönlüm ondadır” geliyordu. Ve oportünizmi çağrıştıran “herkese mavi boncuk dağıtma”, bizde iyi karşılanan bir karakter özelliği değildi…
Kampanyada kullanılan kız çocuğunun stok görsel olduğunun ortaya çıkması da ayrı bir tartışma konusu yarattı. Ancak bizce de stok görsel kullanmak daha akılcıydı. Kampanya yüzüyle gelecekte yaşanabilecek olası sorunların bu şekilde engellenebileceğini hesaba katmak gerekirdi.
Sayın Kılıçdaroğlu’nun "AKP" yerine partinin başından beri asıl adı olan "AK Parti"nin, Tayyip yerine de Sayın Cumhurbaşkanı ifadesinin kullanılmasını istemesi ise, CHP’nin siyasal iletişiminde önemli bir yumuşama ve ilerleme gösterdiğinin kanıtı olarak kayıtlara geçebilir. Bir koşulla: CHP’lilerin bu yaklaşımı devam ettirmeleri gerekir. Eğer içselleştirmezler ve A-Ke-Pe’ye dönerlerse inandırıcılıklarını daha da fazla yitirirler…
"Demokratik Cumhuriyet Ortak Vatan için Hayır" sloganıyla "Hayır" cephesinde yerini alan HDP ise referandum için bir video yayınlamıştı. Etrafta pek dolanmayan videodaki küçük bir erkek çocuğunun Selahattin Demirtaş’ı temsil eden bir figüre doğru "Selo Selo sazını unutma, sözünü unutma, vicdanını da sazını da hiç bırakma" şeklindeki seslenişi ve o kişinin çocuğa sarılması etkileyici bir detaydı.
Ancak Haziran 2015 seçimlerinde Türkiye partisi gibi davranmaya çalışan ve barışçı bir çehre takınan HDP’nin, yüzüne hangi maskeyi takarsa taksın, PKK ile arasına mesafe koyup onu terör örgütü ilan etmedikçe tabanından giderek uzaklaşacağı, bu referandumda bir kez daha kanıtlandı. Bu arada medya konusunda sürekli şikâyet eden HDP’nin sözcüsü Osman Baydemir’in TRT ekranlarına çıktığını da hatırlamakta yarar var. Kendisi ‘olayı’ Twitter hesaplarında "İnanılır gibi değil ama yarın akşam TRT’deyiz" diye duyurmuştu…
Özetle; partilerin kampanyalarını yürütmeleri adına haksız rekabet argümanının ön planda olduğu bir referandum geride kaldı. Bunu konuşmak yerine az önce bahsettiğimiz "milli iradeyi temsil eden", "halkın taleplerini doğru okuyan", “millî ve manevi değerler temelinde halkın ortak ruhi şekillenmesini rencide etmeyen, tersine onunla uyumlu” bir iletişim kurmanın bizim ülkemiz koşulları için ne kadar önemli olduğu, bu referandumda siyasi iletişim adına bir kez daha kanıtlanmış oldu.