İletişimin iflası..
23 MART 2003
O sabah saat 04.30’da savaş başladı... Ben saat 05.00’de ya Başbakanımızın ya da Cumhurbaşkanımızın ulusa seslenmesini bekledim. Hadi diyelim en geç 08.00’da. Sonra da saat başı Başbakanlık’tan bir sözcünün gelişmelerle ilgili açıklamalarını. Sonra her gün Başbakan’ın birinci elden bilgilendirme konuşmalarını...
Boşuna beklemişim. Savaş öncesi iletişimi yönetmede nasıl acz içinde kaldılarsa hâlâ gözüne far tutulmuş tavşan gibi öyle duruyorlar Ankara’da...
Karnından konuşan politikacılar... “Ne büyük stratejik hata yaptık!” diye yakınan Dışişleri eski Bakanları... Nerdeyse tamamı ‘açıklama’dan ziyade ‘yalanlama’ üzerine kurulu resmî açıklamalar... Her kanalda ayrı telden çalan emekli generaller... “Ben zaten demiştim”ci, uzmanlıkları kendilerinden menkul stratejistlerin kehanetleri...
Sonuçta körün tuttuğunu öptüğü bir enformasyon bombardımanı...
Vietnam savaşı yıllarında İsviçre’de öğrenciydim. Savaş haberleri konusunda İsviçre radyosunun (SRG) yayınladığı bir araştırmayı hiç unutmam. ABD resmî kaynaklarının savaşın başlangıcıyla birlikte yayınladıkları rakamları alt alta yazıp toplamışlardı. ABD verilerine göre imha edildiği bildirilen Vietnamlı sayısı, Vietnam’ın kadın ve çocuklar dahil toplam nüfusundan fazlaydı ve savaş bütün hızıyla devam ediyordu...
Geçen zaman içinde bilgi teknolojileri inanılmaz derecede gelişti. Buna rağmen haberleri, süper iletişim gücü ABD belirlenimi altında alıyoruz.
ABD’nin ise, kendi aleyhine en ufak bir habere dahi tahammülü yok. Başkan Bush ‘Ulusa Sesleniş’ öncesi saçlarının kabartılıp tarandığı ve sprey’lendiği sahneyi yayınlayan BBC şirketine acayip öfkelenmiş. TV şirketi de “Ne var bunda canım?” diyeceğine, “Düğmeye yanlışlıkla basmışız” gibi saçma sapan nedenlerle özürün binibir para, kendini affettirmeye çalışıyor.
Cuma günü Umm Kasr’a çekilen ABD bayrağı görüntüsü... Cumartesi sabahı Umm Kasr’ın bombalandığı görüntüleri ve kentin direndiği haberi... Abu Dabi TV’si aracılığıyla NTV canlı yayında getiriyor ekranlara... Ve bu direnişin yarattığı şaşkınlık...
Bir haber: “8.000 Irak askeri komutanlarıyla birlikte teslim oldu”. Sonra görüntü geliyor ekrana. Tepelik bir yerde elinde beyaz bir çaputla yürüyen tek bir asker...
ABD kaynaklarına göre 1000 Cruise füzesi Bağdat’ın tepesine düşüyor. Cumartesi günü Irak Enformasyon Bakanı açıklıyor: “207 yaralı var”.
Yanlış ve yanıltıcı enformasyon ya da resmî deyişle dezenformasyon, savaşın en önemi taktiklerinden biri... Yani savaşta iletişim adına öğrenilen ve öğretilen tüm değerler iflas ediyor. Ölümün, imha etmenin iletişim değerleri yok, etik kodları yok...
İletişim üzerine benim gibi ahkam kesmeye çalışanların kalemlerini kırma duygusunu yaşadığı günlerden geçiyoruz... Ama hayat yine de devam ediyor... Ve biz işimizi yapmak zorundayız...
Fazıl Laurent’a karşı
İki yıl kadar önce Havaalanından yurt dışına çıkarken kendime bir çakmak almıştım. Yves Saint Laurent marka. Gümrüksüz satış yapan mağaza kapı gibi garanti belgesini imzalayıp vermişti. Şehir içindeki şubesinin adresi de belgenin içinde yazıyordu.
Aynı günlerde makam şoförü arkadaşımız Şenol Bey, Üsküdar’daki Saatçı* Fazıl’dan Momentus marka bir saat almış. Ne garanti belgesi var, ne de parlak, afili kutusu... Adam kartını vermiş sadece.
Çakmak cebine sokup çıkarırken benim çakmağın üzerindeki sırça kısa zamanda soyuldu. Saçı tam dökülmediği için daha da itici bir hal alan kellere döndü. Biliyorsunuz bu durumda en doğru yol saçları 3 numaraya vurdurmaktır, oradan alıp buraya atarak kelliği örtmeye çalışmak değil...
Biz çakmağı 3 numaraya vurduramayacağımıza göre, belgede yazan adrese gönderdik. Mağaza dekor açısından süpermiş. Havasından geçilmiyormuş. Görevliler de çok net konuşmuşlar: “Kullanıcı hatası. Yapabileceğimiz bir şey yok.”..
Bilinçli bir tüketici olarak çakmağın her iki yüzünün dijital kamera ile fotoğrafını çektirdim. Yves Sain Laurent’in web sitesinden e-posta adresini buldum. Fotoğrafları müşteri ilişkileri servisine “ekli belge” olarak gönderdim. Sonra beklemeye başladım. Onlar da kararlı bir şekilde sessizliklerini sürdürdüler.
Şenol Bey, Saatçı Fazıl’dan aldığı saatin alt kapağını geçenlerde düşürmüş. Bir daha da bulamamış. Ücreti neyse ödeyip, yeni bir kapak taktırmak üzere Üsküdar’ın yolunu tutmuş. Saatçi Fazıl, bir an tereddüt etmeden saati değiştirmiş ve kendisine yepyeni bir Momentus vermiş...
Müşteri değeri ve müşteri ilişkilerini doğru yönetmenin ne kadar önemli olduğunu uzun uzun anlatmaya gerek görmüyorum. Son gelişme ile noktalayım bu konuyu: Yves Saint Laurent bildiğiniz gibi battı. Üsküdarlı Saatçı Fazıl da Kadıköy’de şube açmış...
*Firma kendisine “Saatçı” demeyi uygun bulmuş, “Saatçi” değil. Onun için öyle yazdım...
Nasıl bitirmeli?
Çocukluğumda sık sık duyduğum sözdü: Türk gibi başla Alman gibi bitir... Geçen çarşamba akşamı Koç Holding CEO’su Bülent Özaydınlı ve bazı Holding yöneticileri bir teşekkür yemeği verdiler. Ülkemizde eşine ender rastlanan bir duyarlılıktı bu. Bilindiği gibi ortak işler hep iyi başlar... Ne hikmetse genelde iyi bitmez.
Koç Topluğuna Holding düzeyinde iletişim danışmanlığı hizmeti vereli 4 yıl olmuştu. Proje 3 yıllıktı aslında. Bir yıl daha uzatıldı ve nihayet 31.12.2002’de bitti. Adı KoçŞim idi. Açılımı: Koç Stratejik İletişim Modeli. Amaç, Holding ve bağlı şirketlere, iletişimi uluslarası standartlarda yönetecekleri bir yapı ve refleks kazandırmak, bunu için gerekli ölçümleme ve değerlendirme ve yönetim sistemlerini kurmaktı.
Koç Holding bir çalışma grubu kurmuştu ve dışarıdan üç kişiyi görevlendirmişti: Salim Kadıbeşegil (Orsa), Selim Oktar (Strateji GFK), ben vardık konsorsiyumun içinde. Elif Sözer’i (Bersay) koordinasyon görevine getirdik ve 15 Şubat 1999’da Koç Holding ve Aile’ye projeyi sunarak göreve başladık.
İşte Çarşamba günü düzenlenen yemek bu kişilere ve o 4 yıl boyunca KoçSim’e emek vermiş, bilfiil içinde çalışmış ve halen çalışan yöneticilere teşekkür niteliğindeydi.
Ali Koç (Koç Bilgi Grubu Başkanı), Cengiz Solakoğlu (Dayanıklı Tüketim Grubu Başkanı), M. Ali Berkman (Stratejik Planlama ve İnsan Kaynakları Başkanı), Tuğrul Kudatgobilik (o dönemin Endüstri İlişkileri ve Halkla İlişkiler Grubu Başkanı, şu sıra MESS Başkanı), Can Çağdaş (o dönemin Kurumsal İletişim Koordinatörü, şu sıra Medi Grup Genel Müdürü), Kurumsal İletişim Koordinatörlüğü Müdürleri Fatma Nur Halil ve Hakan Öngören, KoçSim’in temel taşlarını oluşturuyorlardı. Tabiî ki bu arada KoçSim’e start verenlerin başında o dönemim CEO’su şu sıra Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili Temel Atay’ı da şükranla anmayı unutmamak gerekir.
Herkes sırayla konuştu ve Koç’da son 4 yılda iletişim adına nelerin değiştiğini anlattı. Kurumsal İtibar yönetimi, Marka Yönetimi, Liderlik İletişimi, Kriz Yönetimi, açıklık ve şeffaflık politikası, medyanın tamamını eşit yakınlıkta kucaklayacak medya ilişkileri yönetimi, İç İletişim vb kavramların yerleştirilmesindeki başarı oranları tartışıldı. Deprem günlerinde onlarca insanın hayatının kurtarılmasıyla sonuçlanan hummalı günler yad edildi.
Amacım örnek alınacak bir tutumu paylaşmak. Pek çok şirket pek çok alt yüklenici ile ortak işlere başlıyor ve bu işleri zamanı gelince bitiriyor. İş, işte böyle bitirilir. Küçük bir davranış diliyle arkanda düşman değil dost bırakırsın. Ve bu dostlar senin itibarına katma değer getirirler. Hem de hayli etkili bir biçimde...
Olips’den iletişim dersi
Olips’i severek yerim. Hele otel salonlarında can sıkıcı bir konuşma izlemek zorundaysam... Masalara çanaklar içinde serpiştirilmiş Olips’ler uyanık kalmak için can simidi gibi imdada yetişirler. Bir de otomobil sporlarına verdikleri destek ve sponsorlukları nedeniyle ayrı bir yeri vardır gönlümde.
Olips’in arkasındaki marka Kent. Kent’in bayramlarda yayınlanan o duygusal reklamlarını da her zaman “doğru” bulmuşumdur. Hedef kitleye ve iş hedefine uygunluğu tartışılmaz doğrusu.
Olips’in son reklamını gördüğümüzde ailece şaşırdık. Hepimizi bir hüzün kapladı. Çocuğun annesi ölmüş. Gök yüzünden oğluna sesleniyor. Taa oralardan oğlunun sağlığı ile ilgileniyor... Bazılarımız “Yok canım olmaz. Kadıncağız ölmemiştir. Böyle ölümcül bir ögeyi reklamda kullanmış olamazlar” diye itiraz ediyor. Bazılarımız ise “Baksana kadın melek olmuş gök yüzünden konuşuyor” diye karşı çıkıyor.
Tam birbirimizi yemek üzereydik ki, İdea Halkla İlişkiler’den Sevinç Çakmaz hanım imdadımıza yetişti. Dün elimize geçen açıklaması şöyle:
“Sayın Ali Saydam , Reklam sektöründeki deneyim ve yorumlarınıza verdiğimiz önemden dolayı; geçtiğimiz günlerde yayınlanmaya başlayan Kent - Olips reklam filminin senaryosunun vermek istediği ana mesajı ekte sizinle paylaşmak istedik.
Erol’un annesi ölü değil; öbür dünyadan da konuşmuyor. Söylediği herşey, “Yine incecik çıkmışsın!”, “Sıktın mı portakal suyunu?” “Şeker mi yiyorsun sabah sabah?” , herkesin kendi annesinden sıkça duyduğu, hatta beyinlere kazınmış, bu dünyaya ait sözler. Neden gökyüzünde belirip bulutların arasından konuştuğuna gelince, bunun birkaç farklı yorumu olabilir… Sembolik bir yaklaşımla, Erol çocukluktan çıkmış olsa da, annesinin hâlâ, her adımda yanında olduğunu, onu izlediğini gösteriyor. Psikoanalitik bir yaklaşımla, anne Erol’a doğruları gösteren bir üst benlik vazifesinde. Sinematik bir yaklaşımla, izleyenler için, Woody Allen’ın New York Üçlemesi adlı filmdeki hikayesine gönderme yapıyor. Ve reklamsal bir yaklaşımla da, annenin Erol’u direkt karşısına alıp konuşmasından çok daha ilginç!”
Sevinç Hanımdan Allah razı olsun. Böylece bu reklam filminin ne demek istediğini öğrenmiş olduk.
Reklam filminin ne demek istediğini, mesajını en yalın ve net bir şekilde iletmesi gerektiğini, iletişimin birinci kuralı olarak bellemiştik. Bu şekilde ikinci kuralı da öğrenmiş bulunuyoruz. Önce reklam filmini TV kanallarından yayınlayacaksın. Arkasından halkla ilişkiler şirketinin sorumluları herkese açıklama gönderip filmde ne denmek istendiğini anlatacaklar... Harika! Bir iletişimci olarak ne zaman yeni bir şey öğrensen işte böyle sevinirim.
Teşekkürler Olips!
İtirazı olanlara selam,
Telefonu açmamaya devam...
İki hafta kadar önce cep telefonu numarasını gizlemenin yanlış bir iletişim yöntemi olduğunu belirtmiştim. Karşı taraf bunu hakaret olarak algılayabilir, demiştim. Böyle durumlarda cep telefonumu açmayacağımı eklemiş, dileyenlerin bana işten ya da evden ulaşabileceklerini söylemiştim. Bazı değerli okurlarımız konuya ilişkin görüşlerini iletmişler. Önce izinlerini aldım. Onları size iletiyorum:
“İstanbul'dan taşınalı çok olmadı.. Üstelik de öyle Kayseri ya da Erzurum’a falan da gitmedim. Ülkenin bir hayli gelişmiş bir beldesinde, Bodrum'dayım. Evde de olsam işte de, fark etmiyor. Analog santral her yerde var. Kaş-Kalkan-Sarıgerme... Henüz "o kadar" ilerleyememişiz!!! Benim cebim de açık ve net, sizinki gibi numaramı gösteriyor. Amma Ali bey, gazetemiz/niz, ülkenin her yerinde okunuyor. Gazetelerin İstanbul ve taşra baskısı arasındaki büyük farka "henüz" alışamamış olan ben (İst. baskısını özleyen ben) bile, yazınızı fazla snobe ve İstanbullu buldum.. Hakkari ve diğerlerine geçmiş olsun. Saygılarımla, Rengin Serdaroğlu, Muğla – Türkiye”
Seçtiğim ikinci e-posta şöyle:
“Yazınıza tamamiyle katılıyorum. Ancak, bazı yerlerde sabit telefonlardan,Telekom santralleri üzerinden arama yapıldığında, sizin müdahaleniz olmasa da karşı tarafa numara iletilemiyor. ÖRNEK : Adapazarı-Adliyeköy telefon santrali. Telekom idaresi bunun yerel santral özelliğinden kaynaklandığını belirtiyor. Konuyu bu açıdan da tekrar değerlendireceğinizi ümit ederim. Saygılarımla. A. Fehir Bulutlar, Tırsan Treyler A.Ş. Yön. Kur. Bşk. Vekili”
Bu da üçüncü e-posta:
“Ben doktorum ve hastalar sekreter yerine illaki beni (meslektaşlarım gibi) aradıkları halde ve doğal olarak da gerek acil durumlar, gerekse para kazanmak için bu telefonlara cevap vermek zorunda olduğum halde uzun zamandır gizli numaralara cevap vermiyorum. Ancak bununla ilgili etrafımdan hiç destek alamadığım gibi bu tavır garip dahi karşılandı. Hatta bununla ilgili Sayın Hıncal Uluç'a da mail atmıştım. Neyse tek olmadığımı bilmek mutluluk verici. Tebrik ediyor ve bu konudaki ilginizin devamını temenni ediyorum. Dr.Gökhan Toker”
Benim notum: Cep telefonumu bilecek kadar yakın olanlar benim ev ve iş telefonlarımı da biliyorlardır. Analog santralden arıyorlarsa bana o numaralarda ulaşabilir ya da cebime mesaj bırakabilirler. Yani gözükmeyen numaraları açmamaya devam edeceğim... :-)
Kısa... Kısa...
· Haftanın iletişim kazası: Eski Dışişleri Bakanımız Yaşar Yakış geçen hafta muhteşem bir açıklama yaptı: “Amerika’nın B planı olduğuna hiç ihtimal vermedik. İşi uzatmak yararımıza sandık. Yanılmışız..” Sayın Bakan hemen ertesi günü TV’ye çıkıp, böyle dediğini yalanladı. Hayırlara vesiledir inşallah
· Çevremdekilerle iddiaya girdim: BJK-Lazio maçı Irak savaşından daha çok izlenecek. Haklı çıktım ama bu kadarını beklemiyordum. Tüm izleyicilerde o akşam raiting sıralaması şöyle: 1. Zerda (15) 2. BJK-Lazio (14) 3. Hayat Bilgisi (11) 4. ATV Ana Haber (8.3) Bunun sorumlusu necip Türk milleti değil tabiî ki. Siyasi iletişimi yönetemeyenler utansın.
· İpek Kâğıt Genel Müdürü A. Baki Gökçümen ile Pazarlama ve Satış Hizmetleri Müdürü Müjde Şahin geçen haftaki yazımızla ilgili bir mektup göndermişler. Bir araştırmadan söz ediyorlar. Buna göre “Süper Anne” reklam filmi hedef kitlenin %95’i tarafından hatırlanmış. %85’i tarafından beğenilmiş. En akılda kalan görüntüler ise, annenin duvara tırmandığı, masayı tersten sildiği sahnelermiş. %83 ise ilk alış verişte Selpak Havlu satın alabileceklerini söylemiş. Kadınların reklamlarda yanlış konumlandırılmalarını sorgulayanların bilgilerine sunulur.
1. Turkcell 'Yayladere/Bingöl'
2. Koç Bank Kredi Kartı
3. Vestel ‘Süreyya Ayhan’
4. Turkcell ‘Kampuscell’
5. ECA
6. Coca-Cola ‘Herkes için’
7. Audi Arçelik 'Direct Drive'
8. Nike (Çöp adam)
9. Pepsi (Araya giren pankart)
10. Becel Mayonez
Boşuna beklemişim. Savaş öncesi iletişimi yönetmede nasıl acz içinde kaldılarsa hâlâ gözüne far tutulmuş tavşan gibi öyle duruyorlar Ankara’da...
Karnından konuşan politikacılar... “Ne büyük stratejik hata yaptık!” diye yakınan Dışişleri eski Bakanları... Nerdeyse tamamı ‘açıklama’dan ziyade ‘yalanlama’ üzerine kurulu resmî açıklamalar... Her kanalda ayrı telden çalan emekli generaller... “Ben zaten demiştim”ci, uzmanlıkları kendilerinden menkul stratejistlerin kehanetleri...
Sonuçta körün tuttuğunu öptüğü bir enformasyon bombardımanı...
Vietnam savaşı yıllarında İsviçre’de öğrenciydim. Savaş haberleri konusunda İsviçre radyosunun (SRG) yayınladığı bir araştırmayı hiç unutmam. ABD resmî kaynaklarının savaşın başlangıcıyla birlikte yayınladıkları rakamları alt alta yazıp toplamışlardı. ABD verilerine göre imha edildiği bildirilen Vietnamlı sayısı, Vietnam’ın kadın ve çocuklar dahil toplam nüfusundan fazlaydı ve savaş bütün hızıyla devam ediyordu...
Geçen zaman içinde bilgi teknolojileri inanılmaz derecede gelişti. Buna rağmen haberleri, süper iletişim gücü ABD belirlenimi altında alıyoruz.
ABD’nin ise, kendi aleyhine en ufak bir habere dahi tahammülü yok. Başkan Bush ‘Ulusa Sesleniş’ öncesi saçlarının kabartılıp tarandığı ve sprey’lendiği sahneyi yayınlayan BBC şirketine acayip öfkelenmiş. TV şirketi de “Ne var bunda canım?” diyeceğine, “Düğmeye yanlışlıkla basmışız” gibi saçma sapan nedenlerle özürün binibir para, kendini affettirmeye çalışıyor.
Cuma günü Umm Kasr’a çekilen ABD bayrağı görüntüsü... Cumartesi sabahı Umm Kasr’ın bombalandığı görüntüleri ve kentin direndiği haberi... Abu Dabi TV’si aracılığıyla NTV canlı yayında getiriyor ekranlara... Ve bu direnişin yarattığı şaşkınlık...
Bir haber: “8.000 Irak askeri komutanlarıyla birlikte teslim oldu”. Sonra görüntü geliyor ekrana. Tepelik bir yerde elinde beyaz bir çaputla yürüyen tek bir asker...
ABD kaynaklarına göre 1000 Cruise füzesi Bağdat’ın tepesine düşüyor. Cumartesi günü Irak Enformasyon Bakanı açıklıyor: “207 yaralı var”.
Yanlış ve yanıltıcı enformasyon ya da resmî deyişle dezenformasyon, savaşın en önemi taktiklerinden biri... Yani savaşta iletişim adına öğrenilen ve öğretilen tüm değerler iflas ediyor. Ölümün, imha etmenin iletişim değerleri yok, etik kodları yok...
İletişim üzerine benim gibi ahkam kesmeye çalışanların kalemlerini kırma duygusunu yaşadığı günlerden geçiyoruz... Ama hayat yine de devam ediyor... Ve biz işimizi yapmak zorundayız...
Fazıl Laurent’a karşı
İki yıl kadar önce Havaalanından yurt dışına çıkarken kendime bir çakmak almıştım. Yves Saint Laurent marka. Gümrüksüz satış yapan mağaza kapı gibi garanti belgesini imzalayıp vermişti. Şehir içindeki şubesinin adresi de belgenin içinde yazıyordu.
Aynı günlerde makam şoförü arkadaşımız Şenol Bey, Üsküdar’daki Saatçı* Fazıl’dan Momentus marka bir saat almış. Ne garanti belgesi var, ne de parlak, afili kutusu... Adam kartını vermiş sadece.
Çakmak cebine sokup çıkarırken benim çakmağın üzerindeki sırça kısa zamanda soyuldu. Saçı tam dökülmediği için daha da itici bir hal alan kellere döndü. Biliyorsunuz bu durumda en doğru yol saçları 3 numaraya vurdurmaktır, oradan alıp buraya atarak kelliği örtmeye çalışmak değil...
Biz çakmağı 3 numaraya vurduramayacağımıza göre, belgede yazan adrese gönderdik. Mağaza dekor açısından süpermiş. Havasından geçilmiyormuş. Görevliler de çok net konuşmuşlar: “Kullanıcı hatası. Yapabileceğimiz bir şey yok.”..
Bilinçli bir tüketici olarak çakmağın her iki yüzünün dijital kamera ile fotoğrafını çektirdim. Yves Sain Laurent’in web sitesinden e-posta adresini buldum. Fotoğrafları müşteri ilişkileri servisine “ekli belge” olarak gönderdim. Sonra beklemeye başladım. Onlar da kararlı bir şekilde sessizliklerini sürdürdüler.
Şenol Bey, Saatçı Fazıl’dan aldığı saatin alt kapağını geçenlerde düşürmüş. Bir daha da bulamamış. Ücreti neyse ödeyip, yeni bir kapak taktırmak üzere Üsküdar’ın yolunu tutmuş. Saatçi Fazıl, bir an tereddüt etmeden saati değiştirmiş ve kendisine yepyeni bir Momentus vermiş...
Müşteri değeri ve müşteri ilişkilerini doğru yönetmenin ne kadar önemli olduğunu uzun uzun anlatmaya gerek görmüyorum. Son gelişme ile noktalayım bu konuyu: Yves Saint Laurent bildiğiniz gibi battı. Üsküdarlı Saatçı Fazıl da Kadıköy’de şube açmış...
*Firma kendisine “Saatçı” demeyi uygun bulmuş, “Saatçi” değil. Onun için öyle yazdım...
Nasıl bitirmeli?
Çocukluğumda sık sık duyduğum sözdü: Türk gibi başla Alman gibi bitir... Geçen çarşamba akşamı Koç Holding CEO’su Bülent Özaydınlı ve bazı Holding yöneticileri bir teşekkür yemeği verdiler. Ülkemizde eşine ender rastlanan bir duyarlılıktı bu. Bilindiği gibi ortak işler hep iyi başlar... Ne hikmetse genelde iyi bitmez.
Koç Topluğuna Holding düzeyinde iletişim danışmanlığı hizmeti vereli 4 yıl olmuştu. Proje 3 yıllıktı aslında. Bir yıl daha uzatıldı ve nihayet 31.12.2002’de bitti. Adı KoçŞim idi. Açılımı: Koç Stratejik İletişim Modeli. Amaç, Holding ve bağlı şirketlere, iletişimi uluslarası standartlarda yönetecekleri bir yapı ve refleks kazandırmak, bunu için gerekli ölçümleme ve değerlendirme ve yönetim sistemlerini kurmaktı.
Koç Holding bir çalışma grubu kurmuştu ve dışarıdan üç kişiyi görevlendirmişti: Salim Kadıbeşegil (Orsa), Selim Oktar (Strateji GFK), ben vardık konsorsiyumun içinde. Elif Sözer’i (Bersay) koordinasyon görevine getirdik ve 15 Şubat 1999’da Koç Holding ve Aile’ye projeyi sunarak göreve başladık.
İşte Çarşamba günü düzenlenen yemek bu kişilere ve o 4 yıl boyunca KoçSim’e emek vermiş, bilfiil içinde çalışmış ve halen çalışan yöneticilere teşekkür niteliğindeydi.
Ali Koç (Koç Bilgi Grubu Başkanı), Cengiz Solakoğlu (Dayanıklı Tüketim Grubu Başkanı), M. Ali Berkman (Stratejik Planlama ve İnsan Kaynakları Başkanı), Tuğrul Kudatgobilik (o dönemin Endüstri İlişkileri ve Halkla İlişkiler Grubu Başkanı, şu sıra MESS Başkanı), Can Çağdaş (o dönemin Kurumsal İletişim Koordinatörü, şu sıra Medi Grup Genel Müdürü), Kurumsal İletişim Koordinatörlüğü Müdürleri Fatma Nur Halil ve Hakan Öngören, KoçSim’in temel taşlarını oluşturuyorlardı. Tabiî ki bu arada KoçSim’e start verenlerin başında o dönemim CEO’su şu sıra Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili Temel Atay’ı da şükranla anmayı unutmamak gerekir.
Herkes sırayla konuştu ve Koç’da son 4 yılda iletişim adına nelerin değiştiğini anlattı. Kurumsal İtibar yönetimi, Marka Yönetimi, Liderlik İletişimi, Kriz Yönetimi, açıklık ve şeffaflık politikası, medyanın tamamını eşit yakınlıkta kucaklayacak medya ilişkileri yönetimi, İç İletişim vb kavramların yerleştirilmesindeki başarı oranları tartışıldı. Deprem günlerinde onlarca insanın hayatının kurtarılmasıyla sonuçlanan hummalı günler yad edildi.
Amacım örnek alınacak bir tutumu paylaşmak. Pek çok şirket pek çok alt yüklenici ile ortak işlere başlıyor ve bu işleri zamanı gelince bitiriyor. İş, işte böyle bitirilir. Küçük bir davranış diliyle arkanda düşman değil dost bırakırsın. Ve bu dostlar senin itibarına katma değer getirirler. Hem de hayli etkili bir biçimde...
Olips’den iletişim dersi
Olips’i severek yerim. Hele otel salonlarında can sıkıcı bir konuşma izlemek zorundaysam... Masalara çanaklar içinde serpiştirilmiş Olips’ler uyanık kalmak için can simidi gibi imdada yetişirler. Bir de otomobil sporlarına verdikleri destek ve sponsorlukları nedeniyle ayrı bir yeri vardır gönlümde.
Olips’in arkasındaki marka Kent. Kent’in bayramlarda yayınlanan o duygusal reklamlarını da her zaman “doğru” bulmuşumdur. Hedef kitleye ve iş hedefine uygunluğu tartışılmaz doğrusu.
Olips’in son reklamını gördüğümüzde ailece şaşırdık. Hepimizi bir hüzün kapladı. Çocuğun annesi ölmüş. Gök yüzünden oğluna sesleniyor. Taa oralardan oğlunun sağlığı ile ilgileniyor... Bazılarımız “Yok canım olmaz. Kadıncağız ölmemiştir. Böyle ölümcül bir ögeyi reklamda kullanmış olamazlar” diye itiraz ediyor. Bazılarımız ise “Baksana kadın melek olmuş gök yüzünden konuşuyor” diye karşı çıkıyor.
Tam birbirimizi yemek üzereydik ki, İdea Halkla İlişkiler’den Sevinç Çakmaz hanım imdadımıza yetişti. Dün elimize geçen açıklaması şöyle:
“Sayın Ali Saydam , Reklam sektöründeki deneyim ve yorumlarınıza verdiğimiz önemden dolayı; geçtiğimiz günlerde yayınlanmaya başlayan Kent - Olips reklam filminin senaryosunun vermek istediği ana mesajı ekte sizinle paylaşmak istedik.
Erol’un annesi ölü değil; öbür dünyadan da konuşmuyor. Söylediği herşey, “Yine incecik çıkmışsın!”, “Sıktın mı portakal suyunu?” “Şeker mi yiyorsun sabah sabah?” , herkesin kendi annesinden sıkça duyduğu, hatta beyinlere kazınmış, bu dünyaya ait sözler. Neden gökyüzünde belirip bulutların arasından konuştuğuna gelince, bunun birkaç farklı yorumu olabilir… Sembolik bir yaklaşımla, Erol çocukluktan çıkmış olsa da, annesinin hâlâ, her adımda yanında olduğunu, onu izlediğini gösteriyor. Psikoanalitik bir yaklaşımla, anne Erol’a doğruları gösteren bir üst benlik vazifesinde. Sinematik bir yaklaşımla, izleyenler için, Woody Allen’ın New York Üçlemesi adlı filmdeki hikayesine gönderme yapıyor. Ve reklamsal bir yaklaşımla da, annenin Erol’u direkt karşısına alıp konuşmasından çok daha ilginç!”
Sevinç Hanımdan Allah razı olsun. Böylece bu reklam filminin ne demek istediğini öğrenmiş olduk.
Reklam filminin ne demek istediğini, mesajını en yalın ve net bir şekilde iletmesi gerektiğini, iletişimin birinci kuralı olarak bellemiştik. Bu şekilde ikinci kuralı da öğrenmiş bulunuyoruz. Önce reklam filmini TV kanallarından yayınlayacaksın. Arkasından halkla ilişkiler şirketinin sorumluları herkese açıklama gönderip filmde ne denmek istendiğini anlatacaklar... Harika! Bir iletişimci olarak ne zaman yeni bir şey öğrensen işte böyle sevinirim.
Teşekkürler Olips!
İtirazı olanlara selam,
Telefonu açmamaya devam...
İki hafta kadar önce cep telefonu numarasını gizlemenin yanlış bir iletişim yöntemi olduğunu belirtmiştim. Karşı taraf bunu hakaret olarak algılayabilir, demiştim. Böyle durumlarda cep telefonumu açmayacağımı eklemiş, dileyenlerin bana işten ya da evden ulaşabileceklerini söylemiştim. Bazı değerli okurlarımız konuya ilişkin görüşlerini iletmişler. Önce izinlerini aldım. Onları size iletiyorum:
“İstanbul'dan taşınalı çok olmadı.. Üstelik de öyle Kayseri ya da Erzurum’a falan da gitmedim. Ülkenin bir hayli gelişmiş bir beldesinde, Bodrum'dayım. Evde de olsam işte de, fark etmiyor. Analog santral her yerde var. Kaş-Kalkan-Sarıgerme... Henüz "o kadar" ilerleyememişiz!!! Benim cebim de açık ve net, sizinki gibi numaramı gösteriyor. Amma Ali bey, gazetemiz/niz, ülkenin her yerinde okunuyor. Gazetelerin İstanbul ve taşra baskısı arasındaki büyük farka "henüz" alışamamış olan ben (İst. baskısını özleyen ben) bile, yazınızı fazla snobe ve İstanbullu buldum.. Hakkari ve diğerlerine geçmiş olsun. Saygılarımla, Rengin Serdaroğlu, Muğla – Türkiye”
Seçtiğim ikinci e-posta şöyle:
“Yazınıza tamamiyle katılıyorum. Ancak, bazı yerlerde sabit telefonlardan,Telekom santralleri üzerinden arama yapıldığında, sizin müdahaleniz olmasa da karşı tarafa numara iletilemiyor. ÖRNEK : Adapazarı-Adliyeköy telefon santrali. Telekom idaresi bunun yerel santral özelliğinden kaynaklandığını belirtiyor. Konuyu bu açıdan da tekrar değerlendireceğinizi ümit ederim. Saygılarımla. A. Fehir Bulutlar, Tırsan Treyler A.Ş. Yön. Kur. Bşk. Vekili”
Bu da üçüncü e-posta:
“Ben doktorum ve hastalar sekreter yerine illaki beni (meslektaşlarım gibi) aradıkları halde ve doğal olarak da gerek acil durumlar, gerekse para kazanmak için bu telefonlara cevap vermek zorunda olduğum halde uzun zamandır gizli numaralara cevap vermiyorum. Ancak bununla ilgili etrafımdan hiç destek alamadığım gibi bu tavır garip dahi karşılandı. Hatta bununla ilgili Sayın Hıncal Uluç'a da mail atmıştım. Neyse tek olmadığımı bilmek mutluluk verici. Tebrik ediyor ve bu konudaki ilginizin devamını temenni ediyorum. Dr.Gökhan Toker”
Benim notum: Cep telefonumu bilecek kadar yakın olanlar benim ev ve iş telefonlarımı da biliyorlardır. Analog santralden arıyorlarsa bana o numaralarda ulaşabilir ya da cebime mesaj bırakabilirler. Yani gözükmeyen numaraları açmamaya devam edeceğim... :-)
Kısa... Kısa...
· Haftanın iletişim kazası: Eski Dışişleri Bakanımız Yaşar Yakış geçen hafta muhteşem bir açıklama yaptı: “Amerika’nın B planı olduğuna hiç ihtimal vermedik. İşi uzatmak yararımıza sandık. Yanılmışız..” Sayın Bakan hemen ertesi günü TV’ye çıkıp, böyle dediğini yalanladı. Hayırlara vesiledir inşallah
· Çevremdekilerle iddiaya girdim: BJK-Lazio maçı Irak savaşından daha çok izlenecek. Haklı çıktım ama bu kadarını beklemiyordum. Tüm izleyicilerde o akşam raiting sıralaması şöyle: 1. Zerda (15) 2. BJK-Lazio (14) 3. Hayat Bilgisi (11) 4. ATV Ana Haber (8.3) Bunun sorumlusu necip Türk milleti değil tabiî ki. Siyasi iletişimi yönetemeyenler utansın.
· İpek Kâğıt Genel Müdürü A. Baki Gökçümen ile Pazarlama ve Satış Hizmetleri Müdürü Müjde Şahin geçen haftaki yazımızla ilgili bir mektup göndermişler. Bir araştırmadan söz ediyorlar. Buna göre “Süper Anne” reklam filmi hedef kitlenin %95’i tarafından hatırlanmış. %85’i tarafından beğenilmiş. En akılda kalan görüntüler ise, annenin duvara tırmandığı, masayı tersten sildiği sahnelermiş. %83 ise ilk alış verişte Selpak Havlu satın alabileceklerini söylemiş. Kadınların reklamlarda yanlış konumlandırılmalarını sorgulayanların bilgilerine sunulur.
1. Turkcell 'Yayladere/Bingöl'
2. Koç Bank Kredi Kartı
3. Vestel ‘Süreyya Ayhan’
4. Turkcell ‘Kampuscell’
5. ECA
6. Coca-Cola ‘Herkes için’
7. Audi Arçelik 'Direct Drive'
8. Nike (Çöp adam)
9. Pepsi (Araya giren pankart)
10. Becel Mayonez