İlhan Selçuk benim referansımdı...
23 HAZİRAN 2010
İlhan ağabeyi kaybettik. Üzerimde emeği büyüktür. Mesleğe ilk girişimde referans olmuştu bana. Hiç düşünmeden… Beni belki çok değil ama iyi tanımıştı… Aynı fikirleri paylaşmadan da bir insanın sevilebileceği ve onunla dost olunabileceğinin canlı kanıtıydı benim için.
O’nu, eşi Handan Selçuk’u yitirdiği zaman yazmış olduğu 1 Nisan 2001 Pazar günkü “Yağmur” adlı yazısının son paragrafıyla anımsıyorum. Ülkü Karaosmanoğlu kesmiş, saklamış; bana yollamış. Eşini uğurladığı bu paragrafı, bir saygı duruşu gibi tekrarlamak istedim:
“Duyarlıktan yoksun kalan bir duygululuk ilkelleşebilir; belki de kabalaşır. İnsan olmanın koşulu acıyı paylaşmaktan geçer; acı paylaşıldıkça küçülür, sevinç paylaşıldıkça büyür. Evrende her şey küçük doğar, zamanla büyür; acı büyük doğar, zamanla küçülür. Doğa kederiyle, mutluluğuyla bir bütündür. Toprakla suyun birliğini vurgulayan da yağmurdur, yerden yükselir gökten yağar.
Bunun için rahmet demişler adına…”
Allah rahmet eylesin!
Nur içinde yat İlhan Ağabey…
Türkiye’den ilaç markası da mı çıkmaz…
Cephede şehit düşen Mehmetçiklerin bir kısmı kan kaybından vefat ediyormuş… Trafik kazalarında da durum farklı değil. Öte yandan Türk bilim insanlarının bulduğu kan durdurucu bir ilaç varmış: Ankaferd Bloodstopper… Türkiye’nin ilk ulusal ilaç markası olacakmış… Bir de önünü açsalarmış…
Onlarca bilimsel makale, üniversite araştırması, laboratuvar çalışması… Bilkent, Hacettepe, Fatih Üniversitesi olayı mercek altına almış… Medya yıkılmış… Girin web sitesine bir bakın: www.ankaferd.com... TV’ler ve gazeteler dolmuş taşmış bu ürünün haberleri ile… Uluslar arası şirketler ilacı bulan ve işin başında bulunan Hüseyin Cahit Fırat’ın etrafında pervane olmuşlar… Yabancı üniversiteler de farklı bir tavır izlememişler…
Silahlı Kuvvetler alıma başlamış. Ambülanslar için de bir yol açılmış… Zaten ihracına başlanmış olan ürünün ‘ilaç’ olarak da uluslar arası pazarlarda geçerlilik kazanması için gerekli süreçlerden ‘birinci faz’ tamamlanmış; ‘ikinci faz’ tamamlanmak üzereymiş… Hüseyin Cahit Fırat henüz direniyormuş… Herkesin görüşü aynıymış çünkü: “Türkiye’den bu işler çıkmaz. Sen iyisi mi, bunu yabancılara sat”…
Satmış olsa, sanki devlet katındaki problemler daha hızlı çözülecek… Hissiyat o…
İnanılır gibi değil ancak, Türkiye’den kompleks kumkuması çevrelerin tepkileri yine aynı: “Yok deve! Neymiş, kaza anında ameliyat anında, hatta iç kanamada ya da silahla yaralanmalarda müdahale edildi mi, bir iki dakikada al yuvarların etrafında bir koruma kalkanı oluşturup kanamayı şıp diye durduruyormuş… Bu buluş bize mi kaldı, kardeşim. Elin adamı milyarlar yatırıp bulamayacak; sen birkaç deneyle otları çiçekleri birleştirip işi bitireceksin… Bırak kardeşim, ver başkalarına ne yaparlarsa yapsınlar sana mı kaldı ülkede ilaç markası yaratmak…”
İlk duyduğumda doğrusu ben de inanamadım… “H. Cahit Fırat da kimmiş… Biz ne anlarız bu işlerden? Devler varken bu mücadele niye?” Sonra bir tesadüf, dokümanlara baktım. Araştırmalara… Haberlere. Bilim adamlarının kelamına…
Sonra bir kez daha anladım. Bu memleketten marka çıkması gerçekten zor… Hele de ilaç sanayinde… Turquality diye yırtınıyor devlet; ihracatı teşvik edecek... Türk markaları oluşturacak… Öte yandan burnunun dibindeki fırsatları görmez… Keşke çıkıp dese ki, “Palavra bu ilaç. Kanı manı durduğu yok. Plasebo etkisi kardeşim. Sizinkisi yanılsama. Onun için önünü bir türlü açmıyorum…”
Biz de bilsek… Allah korusun, başımıza trafikte bir şey gelir de lazım olur diye boşuna ilkyardım çantası içinde taşımasak…
O’nu, eşi Handan Selçuk’u yitirdiği zaman yazmış olduğu 1 Nisan 2001 Pazar günkü “Yağmur” adlı yazısının son paragrafıyla anımsıyorum. Ülkü Karaosmanoğlu kesmiş, saklamış; bana yollamış. Eşini uğurladığı bu paragrafı, bir saygı duruşu gibi tekrarlamak istedim:
“Duyarlıktan yoksun kalan bir duygululuk ilkelleşebilir; belki de kabalaşır. İnsan olmanın koşulu acıyı paylaşmaktan geçer; acı paylaşıldıkça küçülür, sevinç paylaşıldıkça büyür. Evrende her şey küçük doğar, zamanla büyür; acı büyük doğar, zamanla küçülür. Doğa kederiyle, mutluluğuyla bir bütündür. Toprakla suyun birliğini vurgulayan da yağmurdur, yerden yükselir gökten yağar.
Bunun için rahmet demişler adına…”
Allah rahmet eylesin!
Nur içinde yat İlhan Ağabey…
Türkiye’den ilaç markası da mı çıkmaz…
Cephede şehit düşen Mehmetçiklerin bir kısmı kan kaybından vefat ediyormuş… Trafik kazalarında da durum farklı değil. Öte yandan Türk bilim insanlarının bulduğu kan durdurucu bir ilaç varmış: Ankaferd Bloodstopper… Türkiye’nin ilk ulusal ilaç markası olacakmış… Bir de önünü açsalarmış…
Onlarca bilimsel makale, üniversite araştırması, laboratuvar çalışması… Bilkent, Hacettepe, Fatih Üniversitesi olayı mercek altına almış… Medya yıkılmış… Girin web sitesine bir bakın: www.ankaferd.com... TV’ler ve gazeteler dolmuş taşmış bu ürünün haberleri ile… Uluslar arası şirketler ilacı bulan ve işin başında bulunan Hüseyin Cahit Fırat’ın etrafında pervane olmuşlar… Yabancı üniversiteler de farklı bir tavır izlememişler…
Silahlı Kuvvetler alıma başlamış. Ambülanslar için de bir yol açılmış… Zaten ihracına başlanmış olan ürünün ‘ilaç’ olarak da uluslar arası pazarlarda geçerlilik kazanması için gerekli süreçlerden ‘birinci faz’ tamamlanmış; ‘ikinci faz’ tamamlanmak üzereymiş… Hüseyin Cahit Fırat henüz direniyormuş… Herkesin görüşü aynıymış çünkü: “Türkiye’den bu işler çıkmaz. Sen iyisi mi, bunu yabancılara sat”…
Satmış olsa, sanki devlet katındaki problemler daha hızlı çözülecek… Hissiyat o…
İnanılır gibi değil ancak, Türkiye’den kompleks kumkuması çevrelerin tepkileri yine aynı: “Yok deve! Neymiş, kaza anında ameliyat anında, hatta iç kanamada ya da silahla yaralanmalarda müdahale edildi mi, bir iki dakikada al yuvarların etrafında bir koruma kalkanı oluşturup kanamayı şıp diye durduruyormuş… Bu buluş bize mi kaldı, kardeşim. Elin adamı milyarlar yatırıp bulamayacak; sen birkaç deneyle otları çiçekleri birleştirip işi bitireceksin… Bırak kardeşim, ver başkalarına ne yaparlarsa yapsınlar sana mı kaldı ülkede ilaç markası yaratmak…”
İlk duyduğumda doğrusu ben de inanamadım… “H. Cahit Fırat da kimmiş… Biz ne anlarız bu işlerden? Devler varken bu mücadele niye?” Sonra bir tesadüf, dokümanlara baktım. Araştırmalara… Haberlere. Bilim adamlarının kelamına…
Sonra bir kez daha anladım. Bu memleketten marka çıkması gerçekten zor… Hele de ilaç sanayinde… Turquality diye yırtınıyor devlet; ihracatı teşvik edecek... Türk markaları oluşturacak… Öte yandan burnunun dibindeki fırsatları görmez… Keşke çıkıp dese ki, “Palavra bu ilaç. Kanı manı durduğu yok. Plasebo etkisi kardeşim. Sizinkisi yanılsama. Onun için önünü bir türlü açmıyorum…”
Biz de bilsek… Allah korusun, başımıza trafikte bir şey gelir de lazım olur diye boşuna ilkyardım çantası içinde taşımasak…