İlim şart, irfan vazgeçilmez
10 ARALIK 2011
Son günlerde sağlığımla biraz daha yakından ilgileniyor olmam, üç tespitin altını tekrar tekrar çizmemi gerektirdi.
Bir: Madem ki devlet dışındaki sağlık sistemi vahşi kapitalizmin doğal sonucu olarak kahredici rekabet ortamında hastaları hasta olarak değil müşteri olarak görüyor, hatta onlara müşteriden çok birer ‘account’ (hesap) gözüyle bakıyor;
Madem ki hastanelerin yıllık bütçeleri var; yani kendilerine yıllık gelir hedefi, kâr hedefi koyuyorlar ve bunu tutturmayı amaç haline getiriyorlar ve bu durum genel anlamda müşterilere, ‘hesaplara’ davranış biçimlerini belirliyor;
İki: Madem ki uzmanlık almış başını yürümüş, her hastalığın en iyi doktoru birkaç tane ve madem ki genelde bunlar birbirlerinden habersiz hastaya yön verebiliyorlar ve bu verdikleri yön ile tedavi yöntemleri zaman zaman bir hastalığı düzeltirken aynı kişideki bir başka hastalığı olumsuz yönde etkileyebiliyor;
Madem ki ne ‘zaman’ ne de ‘kâr’ odaklı yaklaşım hastaya bütünsellik içinde bakmaya müsaade ediyor;
Üç: Madem ki bütün hekimler aynı eğitimden geçiyor ve belki en çok para kazananı değil ancak en iyi hekimi ilim değil, ‘irfan ve vicdan sahibi olmak’ belirliyor;
O zaman yapılabilecek tek şey var:
Öncesinde, sırasında ve sonrasında tüm sorumluluğu alacak irfan ve vicdan sahibi ve tüm diğer hekimlerin onun irfanı ve vicdanı karşısında önlerini iliklediği bir hekim bulup, sağlık sorunlarının tamamını onun yönetimi ve denetiminde yürütmek…
Bu tür hekimlerden ülkemizde yeteri kadar var. Yeter ki siz onları bulmayı bilin. Örneğin bir Prof. Dr. Murat Dilmener ya da Yard. Doç. Dr. İsmail Hakkı Eren…
İşte bu son iki haftada bu tespitin hayati olabileceğini öğrendim.
Tüm taraflar ‘seçilmiş davranış’ sergiliyor...
Avrupalı liderler Brüksel’de büyük finansal krizin muhtemel yansımalarındaki söz konusu hasarı en aza indirebilmek için toplanıyorken, bizimkiler de ‘ekonomi tıkırında’ymış gibi bir ruh hali ile en önemli sorunumuz şike yasasıymışçasına tartışıp duruyor.
Ne var ki, iletişim penceresinden bakıldığında tüm tarafların kendi konumlarına en uygun düşecek bir ‘seçilmiş davranış’ sergilediklerini söylememiz lazım. Hatta bu açıdan Cumhurbaşkanı’ndan Başbakan’a, CHP Genel Başkanı’ndan MHP Genel Başkanı’na, futbol dünyamızın sözcülerinden, dolaylı olarak da olsa "Sayısal çoğunluk demokrasilerde 'doğru'nun yegâne ölçüsü değildir” diyerek konuya temas ettiğini düşündüğümüz TÜSİAD Başkanı’na kadar hepsini kutlamak lazım. Temsil ettikleri kurumların yapması gereken neyse yaptılar ve beyanlarıyla da sözlerinin arkasında durdular.
Hatırlanacağı gibi AK Parti üst yönetimine kendi milletvekillerinden karşı oy çıkmasına ilk kez 2003 yılında ‘1 Mart Tezkeresi’ ile tanık olmuştuk. AK Parti milletvekilleri, ABD ile aramızın açılmasını göze alarak Meclis’te Irak’a asker gönderilmesine izin vermemişlerdi.
Yansımaları açısından bu büyüklükte algılanan bir fikir ayrışması bu kez Cumhurbaşkanlığı ile Başbakanlık makamlarında ortaya çıkmış olsa da, her iki makamın ifadelerinde kullandıkları üslup, iletişim fakültelerinde ‘seçilmiş davranış’ uygulamasına örnek olarak verilecek kadar amaca uygundur.
Bu, işin biçimi… Gelelim özüne. Eğer mesele vicdansa, katiller üç beş senede dışarı çıkarken, Aziz Yıldırım ve arkadaşlarının aylarca yatması, ülkeyi terk etme ya da delil karartma ihtimalleri kalmamış olan onca amiral ve generalin kıyısından köşesinden bir şekilde Ergenekon’a adı karışmış olan ve büyük bir ihtimalle beraat edecek olanların yıllardır hücrelerde sürünmeleri hangi vicdana sığabilir?
Benimkine sığmıyor da!..
Bir: Madem ki devlet dışındaki sağlık sistemi vahşi kapitalizmin doğal sonucu olarak kahredici rekabet ortamında hastaları hasta olarak değil müşteri olarak görüyor, hatta onlara müşteriden çok birer ‘account’ (hesap) gözüyle bakıyor;
Madem ki hastanelerin yıllık bütçeleri var; yani kendilerine yıllık gelir hedefi, kâr hedefi koyuyorlar ve bunu tutturmayı amaç haline getiriyorlar ve bu durum genel anlamda müşterilere, ‘hesaplara’ davranış biçimlerini belirliyor;
İki: Madem ki uzmanlık almış başını yürümüş, her hastalığın en iyi doktoru birkaç tane ve madem ki genelde bunlar birbirlerinden habersiz hastaya yön verebiliyorlar ve bu verdikleri yön ile tedavi yöntemleri zaman zaman bir hastalığı düzeltirken aynı kişideki bir başka hastalığı olumsuz yönde etkileyebiliyor;
Madem ki ne ‘zaman’ ne de ‘kâr’ odaklı yaklaşım hastaya bütünsellik içinde bakmaya müsaade ediyor;
Üç: Madem ki bütün hekimler aynı eğitimden geçiyor ve belki en çok para kazananı değil ancak en iyi hekimi ilim değil, ‘irfan ve vicdan sahibi olmak’ belirliyor;
O zaman yapılabilecek tek şey var:
Öncesinde, sırasında ve sonrasında tüm sorumluluğu alacak irfan ve vicdan sahibi ve tüm diğer hekimlerin onun irfanı ve vicdanı karşısında önlerini iliklediği bir hekim bulup, sağlık sorunlarının tamamını onun yönetimi ve denetiminde yürütmek…
Bu tür hekimlerden ülkemizde yeteri kadar var. Yeter ki siz onları bulmayı bilin. Örneğin bir Prof. Dr. Murat Dilmener ya da Yard. Doç. Dr. İsmail Hakkı Eren…
İşte bu son iki haftada bu tespitin hayati olabileceğini öğrendim.
Tüm taraflar ‘seçilmiş davranış’ sergiliyor...
Avrupalı liderler Brüksel’de büyük finansal krizin muhtemel yansımalarındaki söz konusu hasarı en aza indirebilmek için toplanıyorken, bizimkiler de ‘ekonomi tıkırında’ymış gibi bir ruh hali ile en önemli sorunumuz şike yasasıymışçasına tartışıp duruyor.
Ne var ki, iletişim penceresinden bakıldığında tüm tarafların kendi konumlarına en uygun düşecek bir ‘seçilmiş davranış’ sergilediklerini söylememiz lazım. Hatta bu açıdan Cumhurbaşkanı’ndan Başbakan’a, CHP Genel Başkanı’ndan MHP Genel Başkanı’na, futbol dünyamızın sözcülerinden, dolaylı olarak da olsa "Sayısal çoğunluk demokrasilerde 'doğru'nun yegâne ölçüsü değildir” diyerek konuya temas ettiğini düşündüğümüz TÜSİAD Başkanı’na kadar hepsini kutlamak lazım. Temsil ettikleri kurumların yapması gereken neyse yaptılar ve beyanlarıyla da sözlerinin arkasında durdular.
Hatırlanacağı gibi AK Parti üst yönetimine kendi milletvekillerinden karşı oy çıkmasına ilk kez 2003 yılında ‘1 Mart Tezkeresi’ ile tanık olmuştuk. AK Parti milletvekilleri, ABD ile aramızın açılmasını göze alarak Meclis’te Irak’a asker gönderilmesine izin vermemişlerdi.
Yansımaları açısından bu büyüklükte algılanan bir fikir ayrışması bu kez Cumhurbaşkanlığı ile Başbakanlık makamlarında ortaya çıkmış olsa da, her iki makamın ifadelerinde kullandıkları üslup, iletişim fakültelerinde ‘seçilmiş davranış’ uygulamasına örnek olarak verilecek kadar amaca uygundur.
Bu, işin biçimi… Gelelim özüne. Eğer mesele vicdansa, katiller üç beş senede dışarı çıkarken, Aziz Yıldırım ve arkadaşlarının aylarca yatması, ülkeyi terk etme ya da delil karartma ihtimalleri kalmamış olan onca amiral ve generalin kıyısından köşesinden bir şekilde Ergenekon’a adı karışmış olan ve büyük bir ihtimalle beraat edecek olanların yıllardır hücrelerde sürünmeleri hangi vicdana sığabilir?
Benimkine sığmıyor da!..