İnsan ‘kaynak’ mıdır; yoksa ‘kıymet’ mi?
15 Eylül 2007 - Mrketing Türkiye
İletişim danışmanlığı hizmeti verdiğimiz bir şirketin haftalık toplantısındayız. Üst düzey yöneticilerin neredeyse tamamı orada. CEO yönetiyor toplantıyı. O yönetip, iletişim meselesine sahip çıkmasa; belli bir düzeyde adanmışlık sergilemese; üst düzey yöneticileri koy ki bulasın! Bir ikisi hariç gerisi çil yavrusu gibi dağılır. Tamamı üretim odaklı... İletişim neymiş!..
En sık rastladığımız durumdur. Hizmet üretsin ürün üretsin; fark etmez. Orta ve üst kademe yöneticilerin kahir çoğunluğu üretim ve/veya satış odaklıdır. Patron ya da CEO kademesi bu davranışlarından dolayı onları küçümseseler de; o kademeyi böyle konumlayan aslında bizatihi kendileridir. Çünkü hem iş planlarını yaparken, hem de o kademenin kritik başarı faktörünü belirlerken ön plana satış ve üretim hedeflerini koyar; tüm yönetim kadrolarının oraya odaklanmalarını talep ederler... Orta ve ‘baş altı’ yönetim kademesi ise üretim ve satış dışında konular açıldığında, J.P. Sartre’ın dediği gibi, “Yarı suçlu yarı kurban” bir tavır alır ve orta sahada top çevirir dururlar...
İşte öyle bir toplantıdayız. Konu çalışan memnuniyeti. Ölçülmüş... Sonuç yürekler acısı... Türkiye ortalamasının da, sektör ortalamasının da altında.
Klasik powerpoint sunum bitti. CEO, insan kaynaklarından (İK) sorumlu yöneticiye döndü: “Ne diyorsunuz?”.
İK yöneticisi uzunca bir tirat attı. ‘Dünya ateşten bir toptu’ diye başlayan ve bitmek tükenmek bilmeyen, ‘Ben çok şey bilirim’ tavırlı söylemleri hatırlatan ‘konuşmasında’, kendisinin sistemi nasıl devraldığını ve nerelere getirdiğini dinledik. ‘Personel Sevk ve İdaresi’nden, ‘Personel Yönetimi’ne oradan ‘özlük işlerine’ ve nihayet ‘modern İK anlayışı’na kadar muhteşem(!) bir ufuk turuydu...
Müdürün biraz da ‘kendi sesini dinleyerek’ yaptığı konuşmasının özünde İK uygulamalarının ne kadar şahane olduğu ve nasıl geliştirebileceği konusunda, kendisinin büyük bir olasılıkla eşsiz olduğuna inandığı görüşleri vardı. Ayın elemanı seçimi, ödüllendirme sistemi, kışa merhaba pikniği, yaza hoşça kal seyahati, tavla ve bowling turnuvası, içeriye yönelik bülten (newsletter) vs. İşte size ‘modern İK anlayışı’!..
Sabırla dinledim. Sonra bir anda ağzımdan şu sözlerin dökülmesine engel olamamışım:
“Üstat, o dönem bitti. İK anlayışı artık ‘modern’ falan değil. İnsan ‘kaynak’ olarak görülmüyor. ‘Para kaynağı’, ‘enerji kaynağı’; ‘kaynak kullanımı’, ‘kaynak israfı’ gibi kavramlarla zenginleştirilen anlamda bir insan ‘kaynağı’ yaklaşımı son derece demode ve günümüz insanına hitap etmiyor.
Şimdi ne mi var? ‘İnsan değeri’ daha doğrusu ‘kıymeti’ var. Ne yazık ki, Türkçe’de ‘Value’ ve ‘Asset’in karşılığı aynı: Değer! Oysa ‘Asset’e ‘Kıymet’ demeliymişiz... İnsan artık kaynak değil. Entellektüel sermayenin en önemli parçası. Batılıların deyişiyle ‘Asset Management’ yaklaşımı çerçevesinde ele alınması gereken bir ‘kıymet’. Şirket değerlendirmesi içinde ‘Müşteri Kıymeti’ ile birlikte ele alınan ‘İnsan Kıymeti’ bazen onlarca milyon dolarla ifadesini buluyor. Şimdi siz kalkıp bu ‘Kıymeti’, enerji gibi, para gibi ‘Kaynak’ yaklaşımı ile yönetirseniz, yandınız zaten. Çalışan memnuniyetinin nedenini çalışanda değil anlayışınızda arayın!..”
Toplantıda bir anda buz gibi bir hava esti. Sonra CEO toparladı vaziyeti. Bazı görüşlerin değişiminin zaman alacağını falan söyleyip havayı yumuşatmaya çalıştı...
Toplantıdan çıktığımızda arkadaşlarımın hiçbir tereddüttü kalmamıştı: “Ali Bey, sizin görüşlerinizle yüzde yüz mutabıkız; ancak bu arada ‘Eş ve müşteri nasıl kaybedilir?’ adını verdiğiniz yeni kitabınız için şahane bir örnek daha oluşturdunuz bugün. Tebrik ederiz!..”
Bu dönüşümde zor eleman bulursunuz!
Geçen sayıdaki yazımda kendime bir asistan bulmakta ne kadar zorlandığımdan söz etmiş; yüzlerce başvurunun arasından nasıl olup da tek bir aday adayının dahi çıkamayış öyküsünü 13 maddelik bir tecrübe zinciri içinde anlatmaya çalışmıştım.
2000 YTL gibi bir maaş söz konusu iken pek çok üniversite mezunu işsiz delikanlı ve bayanın, evde ya da kafelerde zaman öldürüp anne-baba parası ile idare etmeyi seçmelerini bir türlü anlayamadığımın feryadı, bir yerlerden duyulmuş neyse... İki aday o yazıyı okuyup başvurdu. Görüşeceğiz...
Bu arada bir de meslektaşlardan bir mesaj geldi. Hemen paylaşayım sizlerle. Açık İletişim adlı şirketten Esma Yağcı arkadaşımız yazmış:
“1 Eylül tarihli yazınızı okuyunca şirketçe inanamadık. Altında imzanız olmasa ben yazdım, diyeceğim... Size çok teşekkür etmek istiyorum, çünkü yazınız beni çok rahatlattı... Biz de şirket olarak aynı sıkıntıları uzunca bir süredir paylaşıyoruz. Hürriyet İnsan Kaynakları’nı, Sabah İnsan Kaynakları’nı, kariyer.net’i, eşi dostu, kuzeni yeğeni, çoluğu çocuğu, her yolu denedik. En son kendi mail listemdeki kişilere attığım ‘bir ekip arkadaşı arıyoruz’ mailine, köle tacirliği ile suçlandığım bir mail aldım. Problemin bizde olduğuna inanmaya başlamıştım ki, iki kez görüşüp şartları konuşmaya üçüncü görüşmeye çağırdığımız bir aday, ofisimize Adidas eşofmanla çıkagelmez mi...
İnsanlarımızın durumu bir felaket... Sorun gençlerde mi, onları yetiştirenlerde mi, sistemde mi bilemiyorum...”
Sevgili Esma Hanım, sorun ne gençlerde, ne onları yetiştirenlerde ne de sistemde!.. Sorun, yavaş yavaş kaybolan daha doğrusu transformasyona (dönüşüme) uğrayan kültür ve değerlerimizde ve bu transformasyonu yönetemeyenlerde...
Derinliğin yerini yüzeysellik almaya başlamış. Üretmenin yerini tüketmek. Bir değer kazanmak ve anlam ifade etmek kendine göre imiş, başkalarına göre olmaya başlamış. Zoru aşmanın yerine kolaycılık geçmiş. Bilmenin yerini malumat sahibi olmak almış. Onurun yerini de kibir... Tabii bir de Bertholt Brecht’in ısrarla altını çizdiği bir gerçek unutulmuş: “Tembellik her türlü melanetin (yükün) başlangıcıdır!” (Müssigang ist aller Laster Anfang)...
Lobicilik değil, ilişkileri yönetmek
Herkese duyurmuşlar. Büyük Türkiye Lobisi kurulmuş. Lobi “Biz kurduk diye e-mail yollayan şu kişilerden oluşmuş: Adnan Yüksel, N. Şafak Vural, Vedat Çelikbaş, Abdülkadir Oruç, Ali Fuat Özel, Mehmet Ünal, Nihat Alpaslan, Şükrü Eroğlu, Mehmet Aypek, Nuri Yılmaz, Hakan Özbekle, Kemal Güngördü, Şuayip Gazi Ulusoy, Necat Sancak, Ergün Yalın, Şerafettin Çıkar, Hasan İşgörener.
Amaç şöyle belirtilmiş: “Lobi, milli birlik ve beraberlik içinde kalınarak ve toprak bütünlüğü korunarak ülkemizin siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanda büyümesine katkıda bulunanlara destek olmak için faaliyete geçmiştir.”
Bakın, nasıl bir şey ise bu “Lobi”ye kimler girebiliyormuş:
“Lobi, hürriyetçi, çağdaş demokrat, düşünce ve ifade özgürlüğünden yana, yenilikçi, değişimci, reformcu, sosyal adaletçi, kalkınmacı, hamleci, milliyetçi, muhafazakâr, inançlara saygılı, mağdur ve mazlumların yanında, yolsuzlukla - yoksullukla - yasaklarla mücadeleci, lâik ve Atatürk’e samimi bağlı olan kişilerden oluşmaktadır.”
Sonra ne deniyor mesajda? Şöyle deniyor:
“Lobi, Büyük Türkiye’nin gerçekleşmesine katkısı olan ve olacağına inanılan, kişi, kurum, kuruluş, oluşum ve siyasi partileri yurt içinde ve dışında desteklemek için lobi faaliyetlerinde bulunmak için çalışmalara başlamıştır.”
Ve nihayet bakla ağızdan çıkıyor:
“Lobi, 17 Kasım 2007’de yapılacak DP Büyük Kongresi’nde adı Genel Başkan adayları arasında geçen ATO Başkanı Sinan Aygün için lobi çalışmalarında bulunmak kararı almıştır.”
Ha, şunu baştan söylesene kardeşim... Bu kadar ağız kalabalığına, işi her grup ve kişiye uyacak sözlerle bezemeye ne gerek var?..
Merakla bekliyordum. Sinan Aygün medyada görünme konusunda sinekten yağ çıkarma ustasıdır. Bu kez ne yapacak, diye heyecanlanıyordum. Kedi Köpek Güzellik Yarışması Jüri Başkanlığı yapması; Ecevit’in vesayet altına alınması için dava dilekçesi vermesi; Annan Planı’nı, basın toplantısına hamallarla getirtip, yan yana konursa kaç kilometre, üst üste konursa kaç metre olacağını anlatması; TBMM bahçesine milli futbolcuların heykellerinin dikilmesini önermesi; El Kaide’nin bir ‘marka’ gibi davrandığını söylemesi; Sars virüsünün Türkiye için bir fırsat olduğunu tespit etmesi; Türkiye’nin ekonomisini düzeltmesi için 20-25 aileden kurtulması gerektiğini açıklaması; borcun yiğidi bozacağı hatta travesti yapacağını iddia etmesi; bir komiser emeklisine “mafya babası olmasalardı hangi mesleğe sahip olurlardı?” başlıklı araştırmayı yaptırması ile sevimli Başkan’ı tarihe geçirmiştir... Hem siyasi tarihe hem de ‘Haber ol da nasıl olursan ol!’ düsturuna inanların oluşturduğu ‘publicity’ tarihine...
Bu arada Uluslararası Halkla İlişkiler Birliği’nin de (IPRA) Sayın Aygün’ü takdir ettiğini, kredi kartları ile ilgili çalışmaları nedeniyle onu birincilikle ödüllendirdiğini unutmayalım...
Aslında Sayın Aygün bir hışım DP’ye girip çıkarken DYP Genel Başkan Yardımcısı Celal Adan’ın yaptığı şu veciz(!) tespiti de unutmamak gerekir: “Ona (Sinan Aygün’e) bütün odalar feda olsun!”
Bu arada ‘Lobi’ kavramı gümbürtüye gidiyor. Ciddi bir iştir Lobicilik. ‘Adam ayarlamaktan’ farklıdır. İngilizce’de yerini daha çok ‘public affairs’ kavramına terk etmiştir. Aslı yerel ve merkezi hükümet çevrelerini hem doğru hem de ilgili grubun çıkarına bilgilerle donatmak için kurulan strateji ve uygulamaları içerir. Sinan Aygün’ü Başkan yapmak için girişilecek ‘kulis’ çalışmaları için ’lobi’ yerine ‘ilişki yönetimi’ kavramı kullanılsa daha yerinde olurdu... (www.buyukturkiyelobisi.com)
En sık rastladığımız durumdur. Hizmet üretsin ürün üretsin; fark etmez. Orta ve üst kademe yöneticilerin kahir çoğunluğu üretim ve/veya satış odaklıdır. Patron ya da CEO kademesi bu davranışlarından dolayı onları küçümseseler de; o kademeyi böyle konumlayan aslında bizatihi kendileridir. Çünkü hem iş planlarını yaparken, hem de o kademenin kritik başarı faktörünü belirlerken ön plana satış ve üretim hedeflerini koyar; tüm yönetim kadrolarının oraya odaklanmalarını talep ederler... Orta ve ‘baş altı’ yönetim kademesi ise üretim ve satış dışında konular açıldığında, J.P. Sartre’ın dediği gibi, “Yarı suçlu yarı kurban” bir tavır alır ve orta sahada top çevirir dururlar...
İşte öyle bir toplantıdayız. Konu çalışan memnuniyeti. Ölçülmüş... Sonuç yürekler acısı... Türkiye ortalamasının da, sektör ortalamasının da altında.
Klasik powerpoint sunum bitti. CEO, insan kaynaklarından (İK) sorumlu yöneticiye döndü: “Ne diyorsunuz?”.
İK yöneticisi uzunca bir tirat attı. ‘Dünya ateşten bir toptu’ diye başlayan ve bitmek tükenmek bilmeyen, ‘Ben çok şey bilirim’ tavırlı söylemleri hatırlatan ‘konuşmasında’, kendisinin sistemi nasıl devraldığını ve nerelere getirdiğini dinledik. ‘Personel Sevk ve İdaresi’nden, ‘Personel Yönetimi’ne oradan ‘özlük işlerine’ ve nihayet ‘modern İK anlayışı’na kadar muhteşem(!) bir ufuk turuydu...
Müdürün biraz da ‘kendi sesini dinleyerek’ yaptığı konuşmasının özünde İK uygulamalarının ne kadar şahane olduğu ve nasıl geliştirebileceği konusunda, kendisinin büyük bir olasılıkla eşsiz olduğuna inandığı görüşleri vardı. Ayın elemanı seçimi, ödüllendirme sistemi, kışa merhaba pikniği, yaza hoşça kal seyahati, tavla ve bowling turnuvası, içeriye yönelik bülten (newsletter) vs. İşte size ‘modern İK anlayışı’!..
Sabırla dinledim. Sonra bir anda ağzımdan şu sözlerin dökülmesine engel olamamışım:
“Üstat, o dönem bitti. İK anlayışı artık ‘modern’ falan değil. İnsan ‘kaynak’ olarak görülmüyor. ‘Para kaynağı’, ‘enerji kaynağı’; ‘kaynak kullanımı’, ‘kaynak israfı’ gibi kavramlarla zenginleştirilen anlamda bir insan ‘kaynağı’ yaklaşımı son derece demode ve günümüz insanına hitap etmiyor.
Şimdi ne mi var? ‘İnsan değeri’ daha doğrusu ‘kıymeti’ var. Ne yazık ki, Türkçe’de ‘Value’ ve ‘Asset’in karşılığı aynı: Değer! Oysa ‘Asset’e ‘Kıymet’ demeliymişiz... İnsan artık kaynak değil. Entellektüel sermayenin en önemli parçası. Batılıların deyişiyle ‘Asset Management’ yaklaşımı çerçevesinde ele alınması gereken bir ‘kıymet’. Şirket değerlendirmesi içinde ‘Müşteri Kıymeti’ ile birlikte ele alınan ‘İnsan Kıymeti’ bazen onlarca milyon dolarla ifadesini buluyor. Şimdi siz kalkıp bu ‘Kıymeti’, enerji gibi, para gibi ‘Kaynak’ yaklaşımı ile yönetirseniz, yandınız zaten. Çalışan memnuniyetinin nedenini çalışanda değil anlayışınızda arayın!..”
Toplantıda bir anda buz gibi bir hava esti. Sonra CEO toparladı vaziyeti. Bazı görüşlerin değişiminin zaman alacağını falan söyleyip havayı yumuşatmaya çalıştı...
Toplantıdan çıktığımızda arkadaşlarımın hiçbir tereddüttü kalmamıştı: “Ali Bey, sizin görüşlerinizle yüzde yüz mutabıkız; ancak bu arada ‘Eş ve müşteri nasıl kaybedilir?’ adını verdiğiniz yeni kitabınız için şahane bir örnek daha oluşturdunuz bugün. Tebrik ederiz!..”
Bu dönüşümde zor eleman bulursunuz!
Geçen sayıdaki yazımda kendime bir asistan bulmakta ne kadar zorlandığımdan söz etmiş; yüzlerce başvurunun arasından nasıl olup da tek bir aday adayının dahi çıkamayış öyküsünü 13 maddelik bir tecrübe zinciri içinde anlatmaya çalışmıştım.
2000 YTL gibi bir maaş söz konusu iken pek çok üniversite mezunu işsiz delikanlı ve bayanın, evde ya da kafelerde zaman öldürüp anne-baba parası ile idare etmeyi seçmelerini bir türlü anlayamadığımın feryadı, bir yerlerden duyulmuş neyse... İki aday o yazıyı okuyup başvurdu. Görüşeceğiz...
Bu arada bir de meslektaşlardan bir mesaj geldi. Hemen paylaşayım sizlerle. Açık İletişim adlı şirketten Esma Yağcı arkadaşımız yazmış:
“1 Eylül tarihli yazınızı okuyunca şirketçe inanamadık. Altında imzanız olmasa ben yazdım, diyeceğim... Size çok teşekkür etmek istiyorum, çünkü yazınız beni çok rahatlattı... Biz de şirket olarak aynı sıkıntıları uzunca bir süredir paylaşıyoruz. Hürriyet İnsan Kaynakları’nı, Sabah İnsan Kaynakları’nı, kariyer.net’i, eşi dostu, kuzeni yeğeni, çoluğu çocuğu, her yolu denedik. En son kendi mail listemdeki kişilere attığım ‘bir ekip arkadaşı arıyoruz’ mailine, köle tacirliği ile suçlandığım bir mail aldım. Problemin bizde olduğuna inanmaya başlamıştım ki, iki kez görüşüp şartları konuşmaya üçüncü görüşmeye çağırdığımız bir aday, ofisimize Adidas eşofmanla çıkagelmez mi...
İnsanlarımızın durumu bir felaket... Sorun gençlerde mi, onları yetiştirenlerde mi, sistemde mi bilemiyorum...”
Sevgili Esma Hanım, sorun ne gençlerde, ne onları yetiştirenlerde ne de sistemde!.. Sorun, yavaş yavaş kaybolan daha doğrusu transformasyona (dönüşüme) uğrayan kültür ve değerlerimizde ve bu transformasyonu yönetemeyenlerde...
Derinliğin yerini yüzeysellik almaya başlamış. Üretmenin yerini tüketmek. Bir değer kazanmak ve anlam ifade etmek kendine göre imiş, başkalarına göre olmaya başlamış. Zoru aşmanın yerine kolaycılık geçmiş. Bilmenin yerini malumat sahibi olmak almış. Onurun yerini de kibir... Tabii bir de Bertholt Brecht’in ısrarla altını çizdiği bir gerçek unutulmuş: “Tembellik her türlü melanetin (yükün) başlangıcıdır!” (Müssigang ist aller Laster Anfang)...
Lobicilik değil, ilişkileri yönetmek
Herkese duyurmuşlar. Büyük Türkiye Lobisi kurulmuş. Lobi “Biz kurduk diye e-mail yollayan şu kişilerden oluşmuş: Adnan Yüksel, N. Şafak Vural, Vedat Çelikbaş, Abdülkadir Oruç, Ali Fuat Özel, Mehmet Ünal, Nihat Alpaslan, Şükrü Eroğlu, Mehmet Aypek, Nuri Yılmaz, Hakan Özbekle, Kemal Güngördü, Şuayip Gazi Ulusoy, Necat Sancak, Ergün Yalın, Şerafettin Çıkar, Hasan İşgörener.
Amaç şöyle belirtilmiş: “Lobi, milli birlik ve beraberlik içinde kalınarak ve toprak bütünlüğü korunarak ülkemizin siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanda büyümesine katkıda bulunanlara destek olmak için faaliyete geçmiştir.”
Bakın, nasıl bir şey ise bu “Lobi”ye kimler girebiliyormuş:
“Lobi, hürriyetçi, çağdaş demokrat, düşünce ve ifade özgürlüğünden yana, yenilikçi, değişimci, reformcu, sosyal adaletçi, kalkınmacı, hamleci, milliyetçi, muhafazakâr, inançlara saygılı, mağdur ve mazlumların yanında, yolsuzlukla - yoksullukla - yasaklarla mücadeleci, lâik ve Atatürk’e samimi bağlı olan kişilerden oluşmaktadır.”
Sonra ne deniyor mesajda? Şöyle deniyor:
“Lobi, Büyük Türkiye’nin gerçekleşmesine katkısı olan ve olacağına inanılan, kişi, kurum, kuruluş, oluşum ve siyasi partileri yurt içinde ve dışında desteklemek için lobi faaliyetlerinde bulunmak için çalışmalara başlamıştır.”
Ve nihayet bakla ağızdan çıkıyor:
“Lobi, 17 Kasım 2007’de yapılacak DP Büyük Kongresi’nde adı Genel Başkan adayları arasında geçen ATO Başkanı Sinan Aygün için lobi çalışmalarında bulunmak kararı almıştır.”
Ha, şunu baştan söylesene kardeşim... Bu kadar ağız kalabalığına, işi her grup ve kişiye uyacak sözlerle bezemeye ne gerek var?..
Merakla bekliyordum. Sinan Aygün medyada görünme konusunda sinekten yağ çıkarma ustasıdır. Bu kez ne yapacak, diye heyecanlanıyordum. Kedi Köpek Güzellik Yarışması Jüri Başkanlığı yapması; Ecevit’in vesayet altına alınması için dava dilekçesi vermesi; Annan Planı’nı, basın toplantısına hamallarla getirtip, yan yana konursa kaç kilometre, üst üste konursa kaç metre olacağını anlatması; TBMM bahçesine milli futbolcuların heykellerinin dikilmesini önermesi; El Kaide’nin bir ‘marka’ gibi davrandığını söylemesi; Sars virüsünün Türkiye için bir fırsat olduğunu tespit etmesi; Türkiye’nin ekonomisini düzeltmesi için 20-25 aileden kurtulması gerektiğini açıklaması; borcun yiğidi bozacağı hatta travesti yapacağını iddia etmesi; bir komiser emeklisine “mafya babası olmasalardı hangi mesleğe sahip olurlardı?” başlıklı araştırmayı yaptırması ile sevimli Başkan’ı tarihe geçirmiştir... Hem siyasi tarihe hem de ‘Haber ol da nasıl olursan ol!’ düsturuna inanların oluşturduğu ‘publicity’ tarihine...
Bu arada Uluslararası Halkla İlişkiler Birliği’nin de (IPRA) Sayın Aygün’ü takdir ettiğini, kredi kartları ile ilgili çalışmaları nedeniyle onu birincilikle ödüllendirdiğini unutmayalım...
Aslında Sayın Aygün bir hışım DP’ye girip çıkarken DYP Genel Başkan Yardımcısı Celal Adan’ın yaptığı şu veciz(!) tespiti de unutmamak gerekir: “Ona (Sinan Aygün’e) bütün odalar feda olsun!”
Bu arada ‘Lobi’ kavramı gümbürtüye gidiyor. Ciddi bir iştir Lobicilik. ‘Adam ayarlamaktan’ farklıdır. İngilizce’de yerini daha çok ‘public affairs’ kavramına terk etmiştir. Aslı yerel ve merkezi hükümet çevrelerini hem doğru hem de ilgili grubun çıkarına bilgilerle donatmak için kurulan strateji ve uygulamaları içerir. Sinan Aygün’ü Başkan yapmak için girişilecek ‘kulis’ çalışmaları için ’lobi’ yerine ‘ilişki yönetimi’ kavramı kullanılsa daha yerinde olurdu... (www.buyukturkiyelobisi.com)