İnsanlık çok şey kaybeder...
26 ARALIK 2011
Rahmetli Halit Refiğ üstat, kıymetli hazinelerinden birini Selim İleri’ye bırakmış. Hem de 2004 yılında... O hazine, tamamen ‘kişiye özel’ mektuplar. Şimdi bu mektuplar, ‘Sevgili Halit’ adıyla Selim İleri ve Mehmet Sait Aydın’ın özenli çalışmasıyla yayımlanmış. Kitapta, üstadın Amerika'da kaldığı 1976-1977 yıllarında Adnan Saygun, Oğuz Atay, Giovanni Scognamillo, Sami Şekeroğlu, Pakize Barışta ve İlhan Usmanbaş ile mektuplaşmaları yer alıyor.
Düşümdüm de, saatlerce konuşmuşuzdur rahmetliyle ama ilerde yayımlanması amacıyla videoya kaydettiğimiz Bozcaada sohbetlerimiz ve yakın dostlarımızın tanıklıkları dışında zamana kayıt düşülebilecek türden bir belge kalmamış elimde. Hiç yazışmamışız mesela...
Oysa ki, seksenli yıllarda Sanat Olayı ve daha sonra NPQ Türkiye’nin yayın hayatına başladığı dönemden itibaren, rahmetlinin dünya görüşünün şemsiyesi altında birbirimizi anlama isteğiyle dolup taşarak, tartışarak, sohbet ederek az mı yol yürüdük? Bu nedenle Metin Erksan’ın o çok iddialı gibi görünen cümlesine can-ı gönülden katılıyorum. Halit Bey’in ‘Mektupların Hikayesi’yle ilgili bölümde alıntıladığı şu cümlelerde Metin Erksan yerden göğe haklı değil mi?
"Bizim mektuplarımızı bir gün basıp yayınlayacaklar. Muhakkak. Bunu sen de ben de biliyoruz. Ayrıca bu metkuplar basılmasa ne olur? Bize bir şey olmaz. Ama insanlık çok şey kaybeder."
Refiğ hakkındaki en temel gözlemim şu: O bir ‘düşünce adamıydı’. Bir misyonu vardı sanki… Dünyaya nasıl baktığını, Türkiye’nin ruhunu okuyabilmenin ön şartı olarak gördüğü Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri arasındaki kültürel ve fikri sentezi ve bu sentezin bu ülkeye neler katabileceği konusundaki düşüncelerini merak eden istisnasız herkese, sadece ve sadece ‘merak etmesi’ koşuluyla anlatmaya dünden hazır bir düşünce adamı!..
Aramızdaki en büyük çelişki de bu değil miydi zaten? Yeni tanıdığı ve memleket meselelerine içtenlikle meraklı her insana sadece düşünce değil gönül kapılarını da sonuna kadar açmış olmasına olan büyük itirazım... Duygu dünyasında önemli bir yer edinip de sonradan kendisini tutum ve davranışlarıyla yanıltan (düş kırıklığına uğratan, içini acıtan) bazı entelektüel arkadaşlarımızla ilgili, elbette kendisine ‘Ben size demiştim’ ukalâlığını hiç yapmamışımdır ama rahmetli de pek çok kez bu uyarılarımı es geçmiş olduğunu sonradan, ketumiyetinden zerrece taviz vermeden üslubunca itiraf da etmiştir. Hüsran dönemlerine ilişkin bakın ne demiş Halit Bey?
"Yakılan filmler ve kaybolan dostluklar karşısında yıkılmadıysam bu Gülper'in benden esirgemediği sevgi ve destek sayesinde olmuştur."
Sevgili Gülper Refiğ, gerçekten de ‘teselli’ konusunda sevdiklerini yıllarca kuşatabilecek inanılmaz bir şefkat deposu halinde yaşadığından, Halit Bey’in kendisi hakkında ‘Sebeb-i saadetim’ diye söz etmesini sıradan bir iltifat olarak algılamak söz konusu bile olamazdı.
Mektuplar ilginç... İçinde yaşadığımız yıllar göz önünde bulundurulduğunda ‘saklı’ olan neyin kaldığı sorusunun yanıtıyla ve de Metin Erksan’ın vaadi iç içe sanki. Çok özel duygulara tanıklık etmek ve bu duygulardan yola çıkarak ister istemez ‘karakter’ tahlili yaparken kendinizi yakalıyor olmak tuhaf bir deneyim tabii ki.
Kitabı Oğuz Atay’ın vefat günü olan 13 Aralık’a yetiştirmeye çalışmışlar. Yetmişli yılların kültür sanat dünyasındaki çalkantılara ışık tutması, işin belki de daha çok biçimsel yönü elbette; ancak çok büyük düşüncelerin, fikirlerin arka planını ve hatta zeminini oluşturan çok özel duyguları anlamaya çalışmak açısından ışık tuttuğu dönemim dışında çok başka bir derinlik kazanmak mümkün.
Metin Erksan ustanın, mektuplarının yayımlanmasına izin vermesini de çok isterdik. O mektuplar okunmadığı takdirde ‘insanlığın çok şey kaybedeceğine’ elbette gönülden katılıyoruz ama ‘ne kaybedeceğini’ anlamak da isterdik doğrusu.
Düşümdüm de, saatlerce konuşmuşuzdur rahmetliyle ama ilerde yayımlanması amacıyla videoya kaydettiğimiz Bozcaada sohbetlerimiz ve yakın dostlarımızın tanıklıkları dışında zamana kayıt düşülebilecek türden bir belge kalmamış elimde. Hiç yazışmamışız mesela...
Oysa ki, seksenli yıllarda Sanat Olayı ve daha sonra NPQ Türkiye’nin yayın hayatına başladığı dönemden itibaren, rahmetlinin dünya görüşünün şemsiyesi altında birbirimizi anlama isteğiyle dolup taşarak, tartışarak, sohbet ederek az mı yol yürüdük? Bu nedenle Metin Erksan’ın o çok iddialı gibi görünen cümlesine can-ı gönülden katılıyorum. Halit Bey’in ‘Mektupların Hikayesi’yle ilgili bölümde alıntıladığı şu cümlelerde Metin Erksan yerden göğe haklı değil mi?
"Bizim mektuplarımızı bir gün basıp yayınlayacaklar. Muhakkak. Bunu sen de ben de biliyoruz. Ayrıca bu metkuplar basılmasa ne olur? Bize bir şey olmaz. Ama insanlık çok şey kaybeder."
Refiğ hakkındaki en temel gözlemim şu: O bir ‘düşünce adamıydı’. Bir misyonu vardı sanki… Dünyaya nasıl baktığını, Türkiye’nin ruhunu okuyabilmenin ön şartı olarak gördüğü Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri arasındaki kültürel ve fikri sentezi ve bu sentezin bu ülkeye neler katabileceği konusundaki düşüncelerini merak eden istisnasız herkese, sadece ve sadece ‘merak etmesi’ koşuluyla anlatmaya dünden hazır bir düşünce adamı!..
Aramızdaki en büyük çelişki de bu değil miydi zaten? Yeni tanıdığı ve memleket meselelerine içtenlikle meraklı her insana sadece düşünce değil gönül kapılarını da sonuna kadar açmış olmasına olan büyük itirazım... Duygu dünyasında önemli bir yer edinip de sonradan kendisini tutum ve davranışlarıyla yanıltan (düş kırıklığına uğratan, içini acıtan) bazı entelektüel arkadaşlarımızla ilgili, elbette kendisine ‘Ben size demiştim’ ukalâlığını hiç yapmamışımdır ama rahmetli de pek çok kez bu uyarılarımı es geçmiş olduğunu sonradan, ketumiyetinden zerrece taviz vermeden üslubunca itiraf da etmiştir. Hüsran dönemlerine ilişkin bakın ne demiş Halit Bey?
"Yakılan filmler ve kaybolan dostluklar karşısında yıkılmadıysam bu Gülper'in benden esirgemediği sevgi ve destek sayesinde olmuştur."
Sevgili Gülper Refiğ, gerçekten de ‘teselli’ konusunda sevdiklerini yıllarca kuşatabilecek inanılmaz bir şefkat deposu halinde yaşadığından, Halit Bey’in kendisi hakkında ‘Sebeb-i saadetim’ diye söz etmesini sıradan bir iltifat olarak algılamak söz konusu bile olamazdı.
Mektuplar ilginç... İçinde yaşadığımız yıllar göz önünde bulundurulduğunda ‘saklı’ olan neyin kaldığı sorusunun yanıtıyla ve de Metin Erksan’ın vaadi iç içe sanki. Çok özel duygulara tanıklık etmek ve bu duygulardan yola çıkarak ister istemez ‘karakter’ tahlili yaparken kendinizi yakalıyor olmak tuhaf bir deneyim tabii ki.
Kitabı Oğuz Atay’ın vefat günü olan 13 Aralık’a yetiştirmeye çalışmışlar. Yetmişli yılların kültür sanat dünyasındaki çalkantılara ışık tutması, işin belki de daha çok biçimsel yönü elbette; ancak çok büyük düşüncelerin, fikirlerin arka planını ve hatta zeminini oluşturan çok özel duyguları anlamaya çalışmak açısından ışık tuttuğu dönemim dışında çok başka bir derinlik kazanmak mümkün.
Metin Erksan ustanın, mektuplarının yayımlanmasına izin vermesini de çok isterdik. O mektuplar okunmadığı takdirde ‘insanlığın çok şey kaybedeceğine’ elbette gönülden katılıyoruz ama ‘ne kaybedeceğini’ anlamak da isterdik doğrusu.