İstanbul’dan özür dileyin!
19.09.2017 Yeni Şafak
Avrupa Basketbol Şampiyonası sonuçlandı. Toplam nüfusu 2 milyonu geçmeyen Slovenya Avrupa Şampiyonu oldu. Ve bu sonucu, anasının ak sütü gibi kendisine helal edilmesini sağlayarak elde etti. Türkiye’nin içinde bulunduğu D grubu maçları ve finale kadar son 16 takımın mücadele ettiği maçlar İstanbul’da oynandı. Grup maçlarına Ülker Spor ve Etkinlik Salonu, final maçlarına İstanbul Sinan Erdem Spor Salonu ev sahipliği yaptı.
İstanbul, iki hafta boyunca önce 3 sonra da 15 yabancı takımı ağırladı. Herkesin şapka çıkardığı büyük bir organizasyona imza atan Turgay Demirel başkanlığında FIBA ve Hidayet Türkoğlu’nun başkanlığında Türkiye Basketbol Federasyonu olağanüstü takdir toplarken, bizce bu takdirin büyük bir kısmını da İstanbul Emniyet Müdürlüğü güvenlik ve istihbarat birimleri hak ediyordu. ‘Mal ve can güvenliği’ olmadığı iddiasıyla Batı Basını, bazı Batılı siyasetçiler ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu tarafından Türkiye’ye ve İstanbul’a gelinmemesi gerektiğinin ifade edildiği bir ortamda on binlerce insanın mal ve can güvenliğinin korunduğu bir organizasyonun -tereyağından kıl çeker gibi- üstesinden gelinmesi her türlü alkışı hak etmektedir.
Bizce burada bir de utanması gerekenleri hatırlamakta yarar vardır: Mal ve can güvenliği olmadığı iddiasıyla İstanbul’da düzenlenmesi çok önceden planlanan 50-60 kişilik uluslararası toplantıları ‘kimsenin gelmek istemeyeceği’ gibi gerekçelerle erteleyen ya da iptal edenler; iddialarını haklı çıkarmak için de İstanbul’da can ve mal güvenliği olmadığı yalanını yayanlar…
Bu arada bombaların patladığı, terör eylemlerinin birbirini kovaladığı Londra’yı güvenlik konusunda tartışmayan zihniyetin İstanbul’a karşı bir özür borcu olduğunu söylemeden geçmeyelim.
Propaganda filmlerine İstanbul’u kullandırtmayalım
Kamu diplomasisi ataklarının en mümbit kaynaklarından biri Hollywood’dur malum. Dünya üzerinde ulaştığı ne kadar ülke varsa hepsine, ABD’yi nasıl konumlamak istiyorsa birebir, öylece anlatan bu türden -hem film olarak aksiyona dayalı hem de strateji gereği aksiyon almış- filmlerine bir yenisi eklendi: Suikastçı. Pazar günü sinema yazarımız Suat Köçer nasıl bir filmle karşılaşacağımızı açık seçik yazmış:
“Rusya, İran, Ortadoğu ülkeleri, bilhassa Müslümanlar ve dahi ABD’yi sevmeyen herkes, film planında birinci derecede potansiyel suçlu. Amerika’nın dünyadaki tüm yaramazları pataklayan, suçluları bulup cezalandırmakla mükellef, yeri geldiğinde en ağır şiddeti uygulamaktan geri duymayan ve buna tabii olarak hakkı bulunan, adalet dağıtıcısı misyonu Suikastçı’da da tüm ihtişamıyla devam ediyor.”
Suat kardeşimizin dediği gibi “ABD dış politikasına paralel tavrıyla Suikastçı’yı, kimlere neyi anlatmak istediğini bilerek, farkında olarak ilgiyle izlemek elbette mümkündür. Ya da aynı filmi Habertürk’ten Mehmet Açar’ın şu tespitini dikkate alarak da merakla izleyebiliriz:
“Geçen hafta seyrettiğimiz “Barry Seal”, CIA’ya sıkı eleştiriler getiriyordu. “Suikastçı” ise CIA’nın terörizme karşı verdiği mücadele üzerinden “Kişisel intikam mı? Vatanseverlik mi?” diye soruyor...”
Ben ise tüm bu numaraların da ötesinde İstanbul’un bu türden filmlerde gerçeğinden koparılmış ve özellikle kötü gösterebilmek için hayli çaba sarf edilmiş sahneleri için kullanılmasına ve daha da çok, ‘kullanılması’na izin verilmesine fena bozuluyorum.
Peki vizyon filmi Suikastçı’da nasıl bir İstanbul gösteriliyormuş. Suat Köçer diyor ki:
“Her ne hikmetse yığınla görkemli, orijinal yapı ve sokağın bulunduğu Sultanahmet’te tamirat ve bakım çalışmalarının yapıldığı mekanların öne çıktığı karmaşık bir atmosfer oluşturulmuş.”
“Muhteşem görüntüler çektiler” zannıyla İstanbul’un tanıtımı için bu tür filmlerden medet umuluyor herhalde… Sonra bu filmler vizyona giriyor ve filmin ana mesajına uygun olarak, Türkiye’yi Türkiye olmaktan ya da İstanbul’u İstanbul olmaktan çıkararak dünya aleme gösteriyorlar. Dan Brown uyarlaması Tom Hanks’li Inferno (Cehennem) -dublörü gelmişti- ve daha önce de Liam Neeson’lı Taken 2, Daniel Craig’li Skyfall’a kadar pek çok filmde bu kazığı yemedik mi?
Inferno için yazdığım yazıda ne dediysem aynı yerde duruyorum:
“Hayır anlayamadığımız şu: Neden yanılmaktan bıkmıyoruz da, bir sonraki yabancı film çekimlerinde hiç bunları yaşamamışız gibi kendimizi kandırmaya devam ediyoruz? Misafir muamelesi çekip, kıymetli ve tarihi yapılarımızın kapılarını sorgusuz sualsiz yabancı film ekiplerine neden açıyoruz? Yirmibeşinci defa tufaya düşmek pahasına umudu elden bırakmıyoruz.
Taken 2’den sinir küpü olup çıkmıştım. İstanbul’u en kötü haliyle göstermişlerdi. Jeneriğinden İstanbul’da epey dolandıkları anlaşılıyordu. “Film ekibinin yollarına bir gül dökmediğimiz kalmış” diye hislenerek yazı da yazmıştım. Bizim sinemacılarımız gittikleri yerlerde mekan kirasını ödeyip nasıl film çekiyorlarsa ünlü yabancı aktörlerin rol aldığı bu filmler için de aynı koşullar geçerli olmalıydı. En berbat yaşam koşulları içinde bir İstanbul’u dünya aleme gösterecekler ve biz de alık alık onlara güleryüzlü ev sahipliği yapmaya devam mı edeceğiz?
Bir Bond filminde Kapalıçarşı damlarında motosikletle kovalamaca oynamışlardı da bu tarihi kiremitler çatır çutur kırılmıştı. Siz devam edin hoyrat Batılı film yapımcılarına bedava hizmet vermeye, biz de ‘Su akar deli bakar’ misali o filmleri izleyelim.” (14 Mayıs 2015)