İstanbul’u resmetmek ve akasya kokulu sabahlar...
25 ARALIK 2010
‘Ulusal Sinema’ ile ‘Milli Sinema’ arasındaki farkı anlayabilmem için rahmetli Halit Refiğ ile saatler hatta günler boyu sohbet etmem gerekmişti. Aynı çabayı, Cumhuriyete Kanat Gerenler belgeselini hazırladığımız dönemde rahmetli Sedad Hakkı Eldem’in portresi üzerine çalışan arkadaşlarımızla tartışarak da göstermiş; ama yine de ‘ulusal mimari akımı’nın ‘milli mimari’den farkını gereğince anlayabilme ‘mazhariyetine’ erişememiştim. İnsan, çocukluk ve gençlik yıllarını benim gibi “Birinci Ulusal Mimarlık dönemine geçisi sağlayan örneklerden biri” olarak değerlendirilen İstanbul Erkek Lisesi’nin o güzelim binasında, geçirmiş ve yüksek tavanlı geniş mi geniş sınıflarda eğitim ve öğrenim görmüşse, iyi kötü bir ‘mekân ve mesafe bilinci’ne ister istemez sahip oluyor…
Mimar Uğur Tanyeli ve hem mimar hem de fotoğraf sanatçısı olan Ali Taptık’ın orijinal tasarımlı “çift taraflı” ortak kitaplarını şöyle bir karıştırdım ve mimarlığını, Sanayi-i Nefise Mektebi’nde mimarlık hocası olarak görev yapan Vallauri’nin yaptığı okul binamızdan başlayarak Sedad Hakkı Eldem’e kadar uzanan güzel hayallerin içinden geçiverdim. Ancak elimdeki bu kitapta İstanbul’a dair, birbiri ardısıra insanı hüzünlendirecek ve “eyvah eyvah” diye mırıldanmamıza vesile olacak güçteki fotoğrafları görmek insana hemen bir yardım çağrısı gibi şu soruyu sorduruyor: Turgut Cansever’e ya da Sedad Hakkı Eldem’e dönüp bir bak; onlar ne diyordu?..
Gerçekten de ustaların ne dediğine dönüp bakmazsak, onların dünya görüşlerinden yararlanma arzumuzdan vazgeçersek, yazdıklarını kütüphanelerin karanlıklarına terk edersek, içimizi karartan her yapıdan bizzat sorumlu olduğumuzu da kabullenmemiz gerekecek.
Mimar Sinan Genim dostumun bir yazısından alıntı yaparak rahmetli Turgut Cansever’in anlattığı bir anekdotu bu sütunlara aktarmak isterim. Güzel Sanatlar Akademisi’nde kırklı yıllarda şehircilik dersine başlarken Prof. Oelsner’in, öğrencileri ile arasında şöyle bir diyalog geçmiş:
- Bana söyler misiniz, Türk halkı ne yapmalıdır?
- …
- Dua etmelidir!
- …
- Türk halkı ne için dua etmelidir?
- ...
- Belediyenin kasalarındaki imar planlarını tatbik edecek yöneticiler çıkmasın diye dua etmelidir! Eğer bu imar planları tatbik edilirse bu ülke birkaç asır belini doğrultamayacaktır.
Sinan Genim dostum, rahmetli Turgut Cansever’den yaptığı bu alıntının ardından diyor ki: “Ya yeteri kadar dua edemedik, ya da bazılarımız inşaat yapmaktan dua etmeye vakit bulamadı.”
“İstanbul’u Resmetmek’ zor...
Herkesin hayal dünyasında resmettiği bir İstanbul’u olmalı.
Benim hayalhanemde resmettiğim İstanbul’da ise neler yok neler?
Bir: Ustaların pek yanyana getirmek istemediği iki rahmetli ismin, Turgut Cansever ve Sedad Hakkı Eldem’in dünyaya bakışlarını buluşturmaya çalışan bir “ebru”nun içinden sağa sola dağılan renkler,
İki: Bi tanecik okulum İstanbul Erkek Lisesi’nin üst kat camlarından görünen boğaz; ve de
Üç: Yeni Türkü’nün yorumuyla “Akasya Kokulu Sabahlar’ın dizeleri:
“Geri verin / Dalgaların kıyılara çarparak / Herhangi bir makamda / Bir şarkı söylediği / Akasya kokulu sabahlarımı”
Teşekkürler BİFO…
Perşembe akşamı kızımla muhteşem bir konser izledik. Lütfi Kırdar’da Borusan İstanbul Flarmoni’nin eşliğinde Fazıl Say Salzburg Festival için bestelediği Nirvana Yanıyor’u ilk kez İstanbullular için çaldı… Ondan önce de çıplak ayakları ilginç mimikleriyle en az müziği kadar dikkat çeken Moldovalı kemancı Patricia Kopaçinskaya Say’ın bestelerinden Haremde 1001 Gece adlı keman konçertosunu seslendirdi.
Sascha Goetzel yönetiminde orkestradan ise girişte Mozart’ın Saray’dan Kız Kaçırma Operası’nın uvertürünü; finalde de Prokofyev’in Romeo ve Juliette süitinden bölümleri dinledik.
Garip duygular içindeydim. Konuştuğu, hele kontrolsüz konuştu zaman kendisiyle kesinlikle mutabık olmadığım Fazıl Say’a sahnede bir kez daha sonuna kadar hayran oldum. Onunla aynı çağ, kültür, değerler ve ülkeden olmaktan onur duydum. Salondan ayrılırken Borusan Holding CEO’su Agah Uğur ve Yönetim K. Bşk. Ahmet Kocabıyık’la ayaküstü sohbet ettik. Konuklara teşekkür ediyorlardı. Ben de onlara teşekkür ettim. Hem de defalarca. Çünkü kızım bana teşekkür etmişti o geceki ziyafet için…
Mimar Uğur Tanyeli ve hem mimar hem de fotoğraf sanatçısı olan Ali Taptık’ın orijinal tasarımlı “çift taraflı” ortak kitaplarını şöyle bir karıştırdım ve mimarlığını, Sanayi-i Nefise Mektebi’nde mimarlık hocası olarak görev yapan Vallauri’nin yaptığı okul binamızdan başlayarak Sedad Hakkı Eldem’e kadar uzanan güzel hayallerin içinden geçiverdim. Ancak elimdeki bu kitapta İstanbul’a dair, birbiri ardısıra insanı hüzünlendirecek ve “eyvah eyvah” diye mırıldanmamıza vesile olacak güçteki fotoğrafları görmek insana hemen bir yardım çağrısı gibi şu soruyu sorduruyor: Turgut Cansever’e ya da Sedad Hakkı Eldem’e dönüp bir bak; onlar ne diyordu?..
Gerçekten de ustaların ne dediğine dönüp bakmazsak, onların dünya görüşlerinden yararlanma arzumuzdan vazgeçersek, yazdıklarını kütüphanelerin karanlıklarına terk edersek, içimizi karartan her yapıdan bizzat sorumlu olduğumuzu da kabullenmemiz gerekecek.
Mimar Sinan Genim dostumun bir yazısından alıntı yaparak rahmetli Turgut Cansever’in anlattığı bir anekdotu bu sütunlara aktarmak isterim. Güzel Sanatlar Akademisi’nde kırklı yıllarda şehircilik dersine başlarken Prof. Oelsner’in, öğrencileri ile arasında şöyle bir diyalog geçmiş:
- Bana söyler misiniz, Türk halkı ne yapmalıdır?
- …
- Dua etmelidir!
- …
- Türk halkı ne için dua etmelidir?
- ...
- Belediyenin kasalarındaki imar planlarını tatbik edecek yöneticiler çıkmasın diye dua etmelidir! Eğer bu imar planları tatbik edilirse bu ülke birkaç asır belini doğrultamayacaktır.
Sinan Genim dostum, rahmetli Turgut Cansever’den yaptığı bu alıntının ardından diyor ki: “Ya yeteri kadar dua edemedik, ya da bazılarımız inşaat yapmaktan dua etmeye vakit bulamadı.”
“İstanbul’u Resmetmek’ zor...
Herkesin hayal dünyasında resmettiği bir İstanbul’u olmalı.
Benim hayalhanemde resmettiğim İstanbul’da ise neler yok neler?
Bir: Ustaların pek yanyana getirmek istemediği iki rahmetli ismin, Turgut Cansever ve Sedad Hakkı Eldem’in dünyaya bakışlarını buluşturmaya çalışan bir “ebru”nun içinden sağa sola dağılan renkler,
İki: Bi tanecik okulum İstanbul Erkek Lisesi’nin üst kat camlarından görünen boğaz; ve de
Üç: Yeni Türkü’nün yorumuyla “Akasya Kokulu Sabahlar’ın dizeleri:
“Geri verin / Dalgaların kıyılara çarparak / Herhangi bir makamda / Bir şarkı söylediği / Akasya kokulu sabahlarımı”
Teşekkürler BİFO…
Perşembe akşamı kızımla muhteşem bir konser izledik. Lütfi Kırdar’da Borusan İstanbul Flarmoni’nin eşliğinde Fazıl Say Salzburg Festival için bestelediği Nirvana Yanıyor’u ilk kez İstanbullular için çaldı… Ondan önce de çıplak ayakları ilginç mimikleriyle en az müziği kadar dikkat çeken Moldovalı kemancı Patricia Kopaçinskaya Say’ın bestelerinden Haremde 1001 Gece adlı keman konçertosunu seslendirdi.
Sascha Goetzel yönetiminde orkestradan ise girişte Mozart’ın Saray’dan Kız Kaçırma Operası’nın uvertürünü; finalde de Prokofyev’in Romeo ve Juliette süitinden bölümleri dinledik.
Garip duygular içindeydim. Konuştuğu, hele kontrolsüz konuştu zaman kendisiyle kesinlikle mutabık olmadığım Fazıl Say’a sahnede bir kez daha sonuna kadar hayran oldum. Onunla aynı çağ, kültür, değerler ve ülkeden olmaktan onur duydum. Salondan ayrılırken Borusan Holding CEO’su Agah Uğur ve Yönetim K. Bşk. Ahmet Kocabıyık’la ayaküstü sohbet ettik. Konuklara teşekkür ediyorlardı. Ben de onlara teşekkür ettim. Hem de defalarca. Çünkü kızım bana teşekkür etmişti o geceki ziyafet için…