İyi ki Ergen-Erdoğan çifti oradalarmış
25 OCAK 2004
Vizontele Tuuba’nın galasına Gülben Ergen Hanım, birlikte olduğu erkek arkadaşı Mustafa Erdoğan’la gitmiş. İkisi de kendi alanlarında bir numaraya oynayan iki star. Medya da Vizontele’nin yıldızlarından çok onlarla ilgilenmiş. Yılmaz Erdoğan’ın bu duruma herhangi bir itirazı olduğunu sanmıyorum...
Çünkü Yılmaz Erdoğan bu işi bilir. Bir galaya ne kadar şöhret katılırsa o kadar iyidir. Galanın haber değeri artar. Amerikan ve İngiliz filmlerinin Londra ve New York’da düzenlenen galaları ile ilgili haberleri hatırlayın... Giriş, şimdilerde aynen bizde de olduğu gibi mümkün olduğu kadar uzun tutulur ki, medya gelenleri dilediği gibi görüntülesin. Hele geceye gelen filmin yazarı, yönetmeni ve baş oyuncusunun kardeşi ve onun Türkiye’nin en şöhretli iki starından biri olan sevgilisi ise... Bu kaymaklı ekmek kadayıfıdır...
İletişim dilinde buna ‘görünürlük’ (publicity) deniyor. Bir stratejinin parçası olarak uygulanırsa her zaman işe yarar; tek başına kalırsa da tersine; zarar verir. Haberim çıksın da nasıl çıkarsa çıksın mantığı her zaman iflas eder. Aşağıda buna da bir örnek vereceğiz.
Ergen-Erdoğan çiftinin Gala’ya gölge düşürmekle suçlanmasını anlamakta zorluk çektim. Hele bu yadırgama işinin altında Doğan Hızlan ağabeyin ve Magazin basınımızın en akıllı yönetmenlerinden bizim Şengül Balıksırtı kardeşimizin adını görmek beni iyice şaşırttı. Balıksırtı katılımcıların görüşünü aktardığını ifade ederek, demiş ki:“Gazetecilerin ilgisini çekeceklerini biliyorlardı. Bu geceye katılmak zorunda mıydılar?”...
Şimdi gelelim ‘publicity’nin yanlış kullanımı örneğine. Bilgiyi tek kaynaktan aldığımız için kahramanları (!) söylemeyeceğim. Adları bende saklı. Pek de önemli değil zaten. Yaklaşım önemli. Aklı evvel bazı PR’cılar popstarlarımızdan AB.’ye diyorlar ki, “Arkadaş senin adın şu sıra basında pek çıkmıyor. Gel bir mankenle üç beş kuruşa anlaşalım. Seninle çıkıyormuş gibi yapsın. 5-6 ay idare ederiz.” AB., beğeniyor fikri. Teklif CD.’ye götürülüyor. O da kabul ediyor. Kendi adı da basında yer alacak ya... Bilgi doğru ise 20 bin Dolara anlaşıyorlar.
Senaryo mükemmel çalışıyor. Magazin basını bilinen görevini yapıyor: “YAKALADIK!”... Çarşaf çarşaf haberler: “Düzeyli bir beraberliğimiz var!” vs..
İşler planlandığı gibi bir iki ay gidiyor. Fakat o da ne?... CD., tutup bu ara gönlünü şov dünyasının bir başka ünlüsüne, EF.’ye kaptırmıyor mu?..
Bütün plan suya düşüyor... Koskoca bir fiyasko... AB.’nin, CD.’yi neden ve nasıl bıraktığı haberleri ile iş geçiştirilmeye çalışılıyor. Fakat nafile... Sonuç: Sabun köpüğü... Hiçbir işe yaramayan bir medya görünürlüğü... Ve boşa giden 20 bin Dolar...
Sakın buna gülüp geçmeyin. Pek çok büyük şirket, böyle işlerde yüz binlerce Doları sokağa atıyor. Siz de çıplak gözle tespit edebilirsiniz. Bakın gazetelere. Hangi haberlerin sürekliliği, yaratıcılığı ve tutarlılığı yoksa, o haberin arkasında kesinlikle para, zaman ve insan kaynağı ziyanlığı vardır. Vizontele Tuuba galasında yaşananlar ise tam olması gereken bir publicity örneğidir.
Bu kokular satmaz!
Hepsi kendini zaten marka sanıyor... Marka olmanın en temel göstergelerinden biri de “Marka genişlemesi”... Yani yaptığın işin dışında bir ürün veya hizmet alanında kendi adını piyasaya süreceksin ve kendi adına o ana kadar yapmış olduğun yatırım sayesinde o ürün veya hizmet satacak. Sen de fazla bir yatırım yapmadan para kazanacaksın...
Bunu şu sıra dünyada en başarılı şekilde yöneten kişi David Beckham.
Bizimkiler de yıllardır soyunurlar bu işe. Şöhret olmakla marka olmayı birbirlerine karıştırdıkları için de durmadan başarısızlığa uğrarlar. Genelde kendileri para yatırmadıkları ve maddi zarara uğramadıkları için de pek risk taşımadıklarını düşünürler. Oysa her kaybediş, yıllarca akıtılan kan ve terle oluşmuş itibardan bir parça koparır götürür...
Ajda’nın çarşafları, kuyumcu dükkanı böyle olmuştu...
Şimdilerde Tarkan parfüm çıkardı. Hülya Avşar, Mustafa Sandal ve Beyaz da parfüm çıkaracakmış. İşte buradan yazıyorum: Bunların hiçbiri satmayacak!..
Çünkü bu isimler, hepsi benim de hayranlık duyduğum, işlerini mükemmel yapan birer starlar. Hepsi birer şöhret! Ama marka değiller...
Günün birinde olabilirler mi? Tabii olabilirler. Pekiyi ne yapmaları lazım marka olabilmeleri için. Önce marka olmadıklarını idrak etmeleri lazım. En zoru bu! Sonra aylarca zaman ayırıp, duygularını değil akıllarını devreye sokup, Türkiye’deki bazı başarılı markaların nasıl yönetildiklerini bizzat incelemeleri gerekir: Arçelik, Vestel, Ülker, Mavi Jeans, Vakko, Beymen, Derimod, Zeki Triko vb...
Sonra da markalarının yönetimi için gerekli 5 basamağı kendi bünyelerinde oluşturmaları gerek. (Meraklılıları bir e-posta gönderirlerse 5 basamağın ne olduğunu yazarız). “Adımızı verdiğimiz yer nasılsa markamızı yönetir!”, dedikleri an, yandılar demektir. Bu iş, ver adını bir firmaya marka ol, şeklinde olmuyor. Kendin marka yönetimi sistemini kurmadıkça, marka olmak hayal... Bu da en az 20 – 25 kişilik uzman kadro demek. Yüz binlerce Dolar yatırım demek. İşte bizim şöhretlerin dramı da burada yatıyor. Marka olayım ama, bunu başkaları yönetsin... Ya da üç beş kişi ile, fazla para harcamadan olsun bu iş... Olmuyor işte...
Tarkan kendi parfümünün lansmanına katılmamış. Buyurun! Adam olacak marka lansmanından belli olurmuş...
Allah kimseyi kurbağa durumuna düşürmesin!
Mao Tse Tung’un basit ve anlamlı bir lafı vardır: “Kurbağa kuyunun dibinde durup yukarı bakarmış ve dermiş ki, gökyüzü ne kadar da küçük!“...
Geçen hafta biz de Mao’nun kurbağası gibi davranmışız.
Hürriyet Gazetesindeki bir habere dayanarak yabancı manken Noella’nın Esquire dergisinde yayınlanan fotoğraflarından söz etmiştim. Hürriyet’in haberi, konuyu iyice çarpıtmış olan Vakit gazetesinden aldığını da bilmeden tabii...
Noella Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi. Fotoğrafları çeken de aynı üniversitede asistanlık yapan Cem Taluğ...
Haberi(!), ABD’de bayan polislerle, kampüslerin en güzel kızlarıyla çekim yapan dergilerle karşılaştırmıştım. Zaten çok şık bir dergi olan Esquire’ın başarı hanesine not düşerken, ilk kez böyle bir olayı gerçekleştiren (!) Noella ile Cem Bey’in de sonuçlara katlanması gerektiğini vurgulamıştım.
Esquire’in Genel Yayın Yönetmeni Alper Kotaman kardeşim bize nazikçe ‘kurbağalığımızı’ hatırlatarak aşağıdaki e-postayı göndermiş. Bakın olayın aslı ne imiş:
“Bana kalırsa bu çekim hiçbir haber değeri taşımıyor... Cem Taluğ uzun süredir Esquire için çekimler yapar. Röportajlar, yabancı ve yerli modeller, moda çekimleri vs... Bu çekimlerden para almaz. Cem'in ileriye yönelik amacı yurtdışında fotoğrafçılık yapabilmek. İleride yurtdışına gittiğinde elinde, orijini yurtdışında olan dergilerden oluşan bir portfolyo olsun diye, bizim işimizi bedelsiz olarak görüyor.
Gelelim diğer boyuta, bu Noella denilen kızcağız ilk çekimini Esquire'a vermedi. Daha birkaç ay önce, şimdi kapanmış olan Max Dergisi'ne, hatta bizimle aynı ay içinde tesadüfen aynı çatı altında yer aldığımız FHM'e de poz verdi. Bunlar sadece erkek dergisi olarak saydıklarım. Daha onlarca moda ve tanıtım çekimi, defilesi var. Yani hem bu kız uzun süredir modellik yapıyor, hem de bu adam uzun süredir fotoğraf çekiyor.
Kızın adı Noella değil de Deniz Akkaya olsaydı.. Deniz Akkaya
İstanbul Üniversitesi'nde eğitimini sürdürüyor olsaydı... Fotoğrafçının adı
da Cem değil de Nihat Odabaşı olsaydı ve o da bir şekilde İstanbul
Üniversitesi'nde görevli olsaydı bu çekim olay haline gelir miydi; hayır...
Sanki Cem sınıfta bir kızı kandırıp ‘Çok güzel bir yüzün var; gel senin fotoğraflarını çekeyim’ demiş gibi bir hava estirildi. İlgisi yok. İkisinin de işi buydu ve Esquire vasıtasıyla tesadüfen bir araya geldiler...”
Onca dikkatimize rağmen, biz de magazin basınının oyununa gelmişiz. Umarım bu işten gerekli taraflar gerekli dersleri çıkarırlar...
İmaj, hiçbir şeydir!
Çarşamba günü Milliyet’in ikinci sayfasında bir başlık vardı: “İmaj her şeydir!”
Popstar adaylarının fotoğraflarını ünlü moda fotoğrafçılarına çektirmişler ve bu şekilde ‘imaj yapmışlar’...
İletişim damarıma basmak için bundan daha iyi bir söylem olamazdı.
Daha demode, daha naftalin kokan, paraları ve umutları daha hızlı sokağa atan bir yaklaşım yok şu sıra iletişim dünyasında... İmaja yatırım yap, paralar boşa gitsin...
Popstar yarışmasını TV programcılığı ve hedefleri açısından ne kadar başarılı bulduğumu bu sayfada defalarca yazdım. Konu iletişim olunca, beni sonuçlar ilgilendirir. Popüler kültür aracı olan TV’de başarı, gencecik insanların horlanmasını, ezilmesini, kişilikleriyle oynanmasını, Türkçenin 150 kelime ile konuşulmasını bile göz ardı ettirebilir. Ama kamu oyuna “İmaj her şeydir!” diye mesaj verilmesini hiçbir şey affettiremez.
İmaj yönetimi 60’larda başlayıp, 80’lerde rafa kaldırılmış bir iletişim aracıdır. Bilginin internet kanalıyla serbest dolaşımı sonucu, büyüsünü kısa sürede yitirivermiştir. İmaj, ‘mış’ gibi yapmak olarak algılanmaktadır günümüzde. Yani olmayan bir şeyi var gibi göstermek. Eskiden olmayan şeyi varmış gibi gösterip işi idare etmek mümkündü. İnternet çağında, takkenin düşüp kelin gözükmesi an meselesidir. Bu yüzden de imaj, son derece kırılgan bir yapıdır. İletişimin çağımızda tek amacı vardır: Hedeflenen kesimde algılamayı yönetmek. Böylece bir fikri veya bir ürünü veya bir hizmeti satın alma konusunda onları ikna etmek... Bu arada ‘mış’ gibi yapıp insanları kandırmaya çalışmak değil...
İstanbul’da mahsur kalmak...
Bursa Ticaret ve Sanayi Odası (BTSO) Genel Sekreteri Tolga Yücel Bey, üç kişilik ekibiyle Çarşamba günü İstanbul’a gelmiş. 12-13 Şubat tarihlerinde Bursa’da düzenleyecekleri Girişimcilik Platformu ile ilgili basına bilgi vermek üzere çeşitli ziyaretler yapmış. Bursa’ya dönecek. Malum kar fırtınası... Bir otele sığınıp Cumartesiye kadar beklemişler. Bu ve benzeri ‘sığınmalar’ şu son 3 gün içinde pek çok kişinin başına gelmiştir herhalde...
İşin benim ilgimi çeken yanı başka. Tolga Bey’in İstanbul’dan Bursa’daki iş adamları ile yaptığı telefon konuşmalarına tesadüfen tanık oldum. Her defasında şöyle diyordu Tolga Bey: “İstanbul’da mahsur kaldık!”...
Şırnak’da, Hakkâri’de, Patnos’da, Hadımköy’de mahsur kaldık, değil... İstanbul’da...
Dünya markası olacak metropolümüz İstanbul’da mahsur kalmak...
Sevgili Valimiz, biraz da haklı olarak tedbir almayan vatandaşlarımızı suçladı... Başbakanımız, “Dünyanın her yerinde bu durumlar böyle olur”, dedi ve ilave etti: “Siz kendinizi bu yöneticilerin yerine koyun, ne yapardınız?”..
Başta Belediye Başkanımız olmak üzere yöneticilerimizin tamamı yine bir mini afet sırasında dahi iletişimi yönetemediler... Eğer yönetselerdi, aynı koşullarda aynı halk kendini bu kadar kötü hissetmezdi...
Aynı günlerde, çok daha kötü hava koşullarının içinden, hiçbir alt yapı ve ulaşım hizmeti aksamadan geçiveren New York orada dururken, “İstanbul’da mahsur kaldık!” lafı bayağı ağrıma gitti... Sahi, İstanbul nasıl marka olacak?..
DİKKAT DOLGU MADDESİDİR!
“Maskeli Balo”
Geçtiğimiz günlerde Bozcaadalı arkadaşımız Deniz Pak’dan bir e-posta geldi. Okuduğu bir anı kitabından bir bölümü bizimle paylaşıyor:
“Emekli büyükelçilerimizden Tanşuğ Bleda’nın Maskeli Balo isimli kitabındaki anıları es geçmek büyük haksızlık olur… Dışişlerinde diplomat olarak çalıştığı yıllara (tam 42 yıl) maskenin elverdiği ölçüde, anılarını, gözlemlerini ve içinde bulunduğu politik ortamı bazen tebessüm bazen hüzünle aktarıyor. Ama tüm samimiyetiyle. Sadece komik olabilecek anıların anlatıldığı bir kitap değil bu. Bleda, Dışişlerinde bir diplomatın yaşaması gereken her şeyi yaşamış ve sonra da ‘maskeyi çıkarıp’ yazmış.
Anlattıklarının içinde bir bölüm var ki, çok hoş... Paris’deki Büyükelçiliği döneminde Sefaretimizin onarılması ile ilgili. Biz sadece bahçedeki asırlık ağaçların budanmasına bir bakacağız. Yoksa, kendi deyimiyle bir başbakan ziyareti öncesi çöken bir misafir tuvaleti var ki üzerine destan yazılırmış. Şimdi sözü Bleda’ya bırakalım:
‘…Bahçenin bakımı için Fransızlar insafsız ücretler isteyince, konuyu vatan, millet, Sakarya edebiyatı içinde binada çalışan Karadenizli boyacılara yüklediğimde ne tür bir risk aldığımı bilmiyordum. Ancak birini 20-25 metre yükseklikte ağaçların üzerinde en ufak tedbir almadan testereyle çalışır görünce aklım çıktı. Ve hemen seslenip bir yere bağlanmasını istedim. Dediğimi yapıp beline bir ip bağladıysa da ucunu aşağıdaki arkadaşına tutsun diye atınca yapacak bir şey kalmamıştı. En azında düşüşünü görmeyeyim diye sokaklara fırladım ancak iş kazasız belasız bitti haberinden sonra sefarete döndüm.
İki yıl sonra aynı eziyeti tekrar yaşamamak için, pahalı da olsa, bir Fransız firması bulduk. Ancak onların da çalıştırdığı bir Türk’tü. Evvelallah tam bir Tarzan edasıyla daldan dala atlayarak işi bitirdi ama gel gör ki yerdeki çalı çırpıyı toplarken buz tutmuş kaldırımda ayağı kayınca kırılmadık yeri kalmadı adamcağızın. Bir yerde kaderin önüne geçilemiyor. Bu işte Türk’ün akacak kanı varmış.”
Çünkü Yılmaz Erdoğan bu işi bilir. Bir galaya ne kadar şöhret katılırsa o kadar iyidir. Galanın haber değeri artar. Amerikan ve İngiliz filmlerinin Londra ve New York’da düzenlenen galaları ile ilgili haberleri hatırlayın... Giriş, şimdilerde aynen bizde de olduğu gibi mümkün olduğu kadar uzun tutulur ki, medya gelenleri dilediği gibi görüntülesin. Hele geceye gelen filmin yazarı, yönetmeni ve baş oyuncusunun kardeşi ve onun Türkiye’nin en şöhretli iki starından biri olan sevgilisi ise... Bu kaymaklı ekmek kadayıfıdır...
İletişim dilinde buna ‘görünürlük’ (publicity) deniyor. Bir stratejinin parçası olarak uygulanırsa her zaman işe yarar; tek başına kalırsa da tersine; zarar verir. Haberim çıksın da nasıl çıkarsa çıksın mantığı her zaman iflas eder. Aşağıda buna da bir örnek vereceğiz.
Ergen-Erdoğan çiftinin Gala’ya gölge düşürmekle suçlanmasını anlamakta zorluk çektim. Hele bu yadırgama işinin altında Doğan Hızlan ağabeyin ve Magazin basınımızın en akıllı yönetmenlerinden bizim Şengül Balıksırtı kardeşimizin adını görmek beni iyice şaşırttı. Balıksırtı katılımcıların görüşünü aktardığını ifade ederek, demiş ki:“Gazetecilerin ilgisini çekeceklerini biliyorlardı. Bu geceye katılmak zorunda mıydılar?”...
Şimdi gelelim ‘publicity’nin yanlış kullanımı örneğine. Bilgiyi tek kaynaktan aldığımız için kahramanları (!) söylemeyeceğim. Adları bende saklı. Pek de önemli değil zaten. Yaklaşım önemli. Aklı evvel bazı PR’cılar popstarlarımızdan AB.’ye diyorlar ki, “Arkadaş senin adın şu sıra basında pek çıkmıyor. Gel bir mankenle üç beş kuruşa anlaşalım. Seninle çıkıyormuş gibi yapsın. 5-6 ay idare ederiz.” AB., beğeniyor fikri. Teklif CD.’ye götürülüyor. O da kabul ediyor. Kendi adı da basında yer alacak ya... Bilgi doğru ise 20 bin Dolara anlaşıyorlar.
Senaryo mükemmel çalışıyor. Magazin basını bilinen görevini yapıyor: “YAKALADIK!”... Çarşaf çarşaf haberler: “Düzeyli bir beraberliğimiz var!” vs..
İşler planlandığı gibi bir iki ay gidiyor. Fakat o da ne?... CD., tutup bu ara gönlünü şov dünyasının bir başka ünlüsüne, EF.’ye kaptırmıyor mu?..
Bütün plan suya düşüyor... Koskoca bir fiyasko... AB.’nin, CD.’yi neden ve nasıl bıraktığı haberleri ile iş geçiştirilmeye çalışılıyor. Fakat nafile... Sonuç: Sabun köpüğü... Hiçbir işe yaramayan bir medya görünürlüğü... Ve boşa giden 20 bin Dolar...
Sakın buna gülüp geçmeyin. Pek çok büyük şirket, böyle işlerde yüz binlerce Doları sokağa atıyor. Siz de çıplak gözle tespit edebilirsiniz. Bakın gazetelere. Hangi haberlerin sürekliliği, yaratıcılığı ve tutarlılığı yoksa, o haberin arkasında kesinlikle para, zaman ve insan kaynağı ziyanlığı vardır. Vizontele Tuuba galasında yaşananlar ise tam olması gereken bir publicity örneğidir.
Bu kokular satmaz!
Hepsi kendini zaten marka sanıyor... Marka olmanın en temel göstergelerinden biri de “Marka genişlemesi”... Yani yaptığın işin dışında bir ürün veya hizmet alanında kendi adını piyasaya süreceksin ve kendi adına o ana kadar yapmış olduğun yatırım sayesinde o ürün veya hizmet satacak. Sen de fazla bir yatırım yapmadan para kazanacaksın...
Bunu şu sıra dünyada en başarılı şekilde yöneten kişi David Beckham.
Bizimkiler de yıllardır soyunurlar bu işe. Şöhret olmakla marka olmayı birbirlerine karıştırdıkları için de durmadan başarısızlığa uğrarlar. Genelde kendileri para yatırmadıkları ve maddi zarara uğramadıkları için de pek risk taşımadıklarını düşünürler. Oysa her kaybediş, yıllarca akıtılan kan ve terle oluşmuş itibardan bir parça koparır götürür...
Ajda’nın çarşafları, kuyumcu dükkanı böyle olmuştu...
Şimdilerde Tarkan parfüm çıkardı. Hülya Avşar, Mustafa Sandal ve Beyaz da parfüm çıkaracakmış. İşte buradan yazıyorum: Bunların hiçbiri satmayacak!..
Çünkü bu isimler, hepsi benim de hayranlık duyduğum, işlerini mükemmel yapan birer starlar. Hepsi birer şöhret! Ama marka değiller...
Günün birinde olabilirler mi? Tabii olabilirler. Pekiyi ne yapmaları lazım marka olabilmeleri için. Önce marka olmadıklarını idrak etmeleri lazım. En zoru bu! Sonra aylarca zaman ayırıp, duygularını değil akıllarını devreye sokup, Türkiye’deki bazı başarılı markaların nasıl yönetildiklerini bizzat incelemeleri gerekir: Arçelik, Vestel, Ülker, Mavi Jeans, Vakko, Beymen, Derimod, Zeki Triko vb...
Sonra da markalarının yönetimi için gerekli 5 basamağı kendi bünyelerinde oluşturmaları gerek. (Meraklılıları bir e-posta gönderirlerse 5 basamağın ne olduğunu yazarız). “Adımızı verdiğimiz yer nasılsa markamızı yönetir!”, dedikleri an, yandılar demektir. Bu iş, ver adını bir firmaya marka ol, şeklinde olmuyor. Kendin marka yönetimi sistemini kurmadıkça, marka olmak hayal... Bu da en az 20 – 25 kişilik uzman kadro demek. Yüz binlerce Dolar yatırım demek. İşte bizim şöhretlerin dramı da burada yatıyor. Marka olayım ama, bunu başkaları yönetsin... Ya da üç beş kişi ile, fazla para harcamadan olsun bu iş... Olmuyor işte...
Tarkan kendi parfümünün lansmanına katılmamış. Buyurun! Adam olacak marka lansmanından belli olurmuş...
Allah kimseyi kurbağa durumuna düşürmesin!
Mao Tse Tung’un basit ve anlamlı bir lafı vardır: “Kurbağa kuyunun dibinde durup yukarı bakarmış ve dermiş ki, gökyüzü ne kadar da küçük!“...
Geçen hafta biz de Mao’nun kurbağası gibi davranmışız.
Hürriyet Gazetesindeki bir habere dayanarak yabancı manken Noella’nın Esquire dergisinde yayınlanan fotoğraflarından söz etmiştim. Hürriyet’in haberi, konuyu iyice çarpıtmış olan Vakit gazetesinden aldığını da bilmeden tabii...
Noella Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi. Fotoğrafları çeken de aynı üniversitede asistanlık yapan Cem Taluğ...
Haberi(!), ABD’de bayan polislerle, kampüslerin en güzel kızlarıyla çekim yapan dergilerle karşılaştırmıştım. Zaten çok şık bir dergi olan Esquire’ın başarı hanesine not düşerken, ilk kez böyle bir olayı gerçekleştiren (!) Noella ile Cem Bey’in de sonuçlara katlanması gerektiğini vurgulamıştım.
Esquire’in Genel Yayın Yönetmeni Alper Kotaman kardeşim bize nazikçe ‘kurbağalığımızı’ hatırlatarak aşağıdaki e-postayı göndermiş. Bakın olayın aslı ne imiş:
“Bana kalırsa bu çekim hiçbir haber değeri taşımıyor... Cem Taluğ uzun süredir Esquire için çekimler yapar. Röportajlar, yabancı ve yerli modeller, moda çekimleri vs... Bu çekimlerden para almaz. Cem'in ileriye yönelik amacı yurtdışında fotoğrafçılık yapabilmek. İleride yurtdışına gittiğinde elinde, orijini yurtdışında olan dergilerden oluşan bir portfolyo olsun diye, bizim işimizi bedelsiz olarak görüyor.
Gelelim diğer boyuta, bu Noella denilen kızcağız ilk çekimini Esquire'a vermedi. Daha birkaç ay önce, şimdi kapanmış olan Max Dergisi'ne, hatta bizimle aynı ay içinde tesadüfen aynı çatı altında yer aldığımız FHM'e de poz verdi. Bunlar sadece erkek dergisi olarak saydıklarım. Daha onlarca moda ve tanıtım çekimi, defilesi var. Yani hem bu kız uzun süredir modellik yapıyor, hem de bu adam uzun süredir fotoğraf çekiyor.
Kızın adı Noella değil de Deniz Akkaya olsaydı.. Deniz Akkaya
İstanbul Üniversitesi'nde eğitimini sürdürüyor olsaydı... Fotoğrafçının adı
da Cem değil de Nihat Odabaşı olsaydı ve o da bir şekilde İstanbul
Üniversitesi'nde görevli olsaydı bu çekim olay haline gelir miydi; hayır...
Sanki Cem sınıfta bir kızı kandırıp ‘Çok güzel bir yüzün var; gel senin fotoğraflarını çekeyim’ demiş gibi bir hava estirildi. İlgisi yok. İkisinin de işi buydu ve Esquire vasıtasıyla tesadüfen bir araya geldiler...”
Onca dikkatimize rağmen, biz de magazin basınının oyununa gelmişiz. Umarım bu işten gerekli taraflar gerekli dersleri çıkarırlar...
İmaj, hiçbir şeydir!
Çarşamba günü Milliyet’in ikinci sayfasında bir başlık vardı: “İmaj her şeydir!”
Popstar adaylarının fotoğraflarını ünlü moda fotoğrafçılarına çektirmişler ve bu şekilde ‘imaj yapmışlar’...
İletişim damarıma basmak için bundan daha iyi bir söylem olamazdı.
Daha demode, daha naftalin kokan, paraları ve umutları daha hızlı sokağa atan bir yaklaşım yok şu sıra iletişim dünyasında... İmaja yatırım yap, paralar boşa gitsin...
Popstar yarışmasını TV programcılığı ve hedefleri açısından ne kadar başarılı bulduğumu bu sayfada defalarca yazdım. Konu iletişim olunca, beni sonuçlar ilgilendirir. Popüler kültür aracı olan TV’de başarı, gencecik insanların horlanmasını, ezilmesini, kişilikleriyle oynanmasını, Türkçenin 150 kelime ile konuşulmasını bile göz ardı ettirebilir. Ama kamu oyuna “İmaj her şeydir!” diye mesaj verilmesini hiçbir şey affettiremez.
İmaj yönetimi 60’larda başlayıp, 80’lerde rafa kaldırılmış bir iletişim aracıdır. Bilginin internet kanalıyla serbest dolaşımı sonucu, büyüsünü kısa sürede yitirivermiştir. İmaj, ‘mış’ gibi yapmak olarak algılanmaktadır günümüzde. Yani olmayan bir şeyi var gibi göstermek. Eskiden olmayan şeyi varmış gibi gösterip işi idare etmek mümkündü. İnternet çağında, takkenin düşüp kelin gözükmesi an meselesidir. Bu yüzden de imaj, son derece kırılgan bir yapıdır. İletişimin çağımızda tek amacı vardır: Hedeflenen kesimde algılamayı yönetmek. Böylece bir fikri veya bir ürünü veya bir hizmeti satın alma konusunda onları ikna etmek... Bu arada ‘mış’ gibi yapıp insanları kandırmaya çalışmak değil...
İstanbul’da mahsur kalmak...
Bursa Ticaret ve Sanayi Odası (BTSO) Genel Sekreteri Tolga Yücel Bey, üç kişilik ekibiyle Çarşamba günü İstanbul’a gelmiş. 12-13 Şubat tarihlerinde Bursa’da düzenleyecekleri Girişimcilik Platformu ile ilgili basına bilgi vermek üzere çeşitli ziyaretler yapmış. Bursa’ya dönecek. Malum kar fırtınası... Bir otele sığınıp Cumartesiye kadar beklemişler. Bu ve benzeri ‘sığınmalar’ şu son 3 gün içinde pek çok kişinin başına gelmiştir herhalde...
İşin benim ilgimi çeken yanı başka. Tolga Bey’in İstanbul’dan Bursa’daki iş adamları ile yaptığı telefon konuşmalarına tesadüfen tanık oldum. Her defasında şöyle diyordu Tolga Bey: “İstanbul’da mahsur kaldık!”...
Şırnak’da, Hakkâri’de, Patnos’da, Hadımköy’de mahsur kaldık, değil... İstanbul’da...
Dünya markası olacak metropolümüz İstanbul’da mahsur kalmak...
Sevgili Valimiz, biraz da haklı olarak tedbir almayan vatandaşlarımızı suçladı... Başbakanımız, “Dünyanın her yerinde bu durumlar böyle olur”, dedi ve ilave etti: “Siz kendinizi bu yöneticilerin yerine koyun, ne yapardınız?”..
Başta Belediye Başkanımız olmak üzere yöneticilerimizin tamamı yine bir mini afet sırasında dahi iletişimi yönetemediler... Eğer yönetselerdi, aynı koşullarda aynı halk kendini bu kadar kötü hissetmezdi...
Aynı günlerde, çok daha kötü hava koşullarının içinden, hiçbir alt yapı ve ulaşım hizmeti aksamadan geçiveren New York orada dururken, “İstanbul’da mahsur kaldık!” lafı bayağı ağrıma gitti... Sahi, İstanbul nasıl marka olacak?..
DİKKAT DOLGU MADDESİDİR!
“Maskeli Balo”
Geçtiğimiz günlerde Bozcaadalı arkadaşımız Deniz Pak’dan bir e-posta geldi. Okuduğu bir anı kitabından bir bölümü bizimle paylaşıyor:
“Emekli büyükelçilerimizden Tanşuğ Bleda’nın Maskeli Balo isimli kitabındaki anıları es geçmek büyük haksızlık olur… Dışişlerinde diplomat olarak çalıştığı yıllara (tam 42 yıl) maskenin elverdiği ölçüde, anılarını, gözlemlerini ve içinde bulunduğu politik ortamı bazen tebessüm bazen hüzünle aktarıyor. Ama tüm samimiyetiyle. Sadece komik olabilecek anıların anlatıldığı bir kitap değil bu. Bleda, Dışişlerinde bir diplomatın yaşaması gereken her şeyi yaşamış ve sonra da ‘maskeyi çıkarıp’ yazmış.
Anlattıklarının içinde bir bölüm var ki, çok hoş... Paris’deki Büyükelçiliği döneminde Sefaretimizin onarılması ile ilgili. Biz sadece bahçedeki asırlık ağaçların budanmasına bir bakacağız. Yoksa, kendi deyimiyle bir başbakan ziyareti öncesi çöken bir misafir tuvaleti var ki üzerine destan yazılırmış. Şimdi sözü Bleda’ya bırakalım:
‘…Bahçenin bakımı için Fransızlar insafsız ücretler isteyince, konuyu vatan, millet, Sakarya edebiyatı içinde binada çalışan Karadenizli boyacılara yüklediğimde ne tür bir risk aldığımı bilmiyordum. Ancak birini 20-25 metre yükseklikte ağaçların üzerinde en ufak tedbir almadan testereyle çalışır görünce aklım çıktı. Ve hemen seslenip bir yere bağlanmasını istedim. Dediğimi yapıp beline bir ip bağladıysa da ucunu aşağıdaki arkadaşına tutsun diye atınca yapacak bir şey kalmamıştı. En azında düşüşünü görmeyeyim diye sokaklara fırladım ancak iş kazasız belasız bitti haberinden sonra sefarete döndüm.
İki yıl sonra aynı eziyeti tekrar yaşamamak için, pahalı da olsa, bir Fransız firması bulduk. Ancak onların da çalıştırdığı bir Türk’tü. Evvelallah tam bir Tarzan edasıyla daldan dala atlayarak işi bitirdi ama gel gör ki yerdeki çalı çırpıyı toplarken buz tutmuş kaldırımda ayağı kayınca kırılmadık yeri kalmadı adamcağızın. Bir yerde kaderin önüne geçilemiyor. Bu işte Türk’ün akacak kanı varmış.”