Şehir Tiyatroları Savarona gibi olur
28 MAYIS 2012
Kaddafi’nin oğlu Mutassım da Savarona’yı kiralamış… Ya da Lübnanlı bir manken (!) ajansının sahibi Elie Nahas efendi yatı kiralamış da rahmetli Mutassım da orada sunulan ‘özel servisten’ nasibini almış. Rivayet muhtelif…
Ağzımızda buruk bir tat…
O niye?..
Kültür ve değerlerimiz rencide ediliyor! Atamız, falan… ‘Fuhuş’ sözcüğüyle ilk Cumhurbaşkanımıza armağan edilen Savarona’yı yan yana düşünmek bile ağzımızda kekreksi bir tat bırakmaya yetiyor.
Bunu yatı ‘özelleştirirken’ düşünecektiniz arkadaşlar. Sadıkoğlu yatı niye aldı sizce? Müze yapmak için mi, para kazanmak için mi? İşin içine para, kâr girdi mi, yüksek sanat, yüksek kültür güme gider doğal olarak. Yatın sahibi istediğine kiralar o yatı. Parayı veren düdüğü çalar…
Devlet ve şehir tiyatrolarının ‘özelleştirmesi’ yasa tasarısını hazırlayanlar, bu Savarona olayını iyi izlemeli. Sonradan, “Niye bunlar durmadan ‘Civciv çıkacak kuş çıkacak’ türü oyunlar oynuyor, nerede Mevlana’lar, Yunus’lar, Gogol’lar, Shakespeare’ler, Kemal Tahir’ler?” falan diye hayıflanmasınlar.
Bir melanetten kurtulalım derken başka bir melanet çukuruna düşmek mukadderat olmamalı…
‘Ait olmak’ mı, ‘sahip olmak’ mı?
Bir okul, şehir, vakıf veya takıma ve/veya sağlam bir dünya görüşüne köklü bir şekilde aidiyet hissedilmesinin, o ‘olguya’ da insana da ciddi bir farklılık ve katma değer getirdiği tartışılamaz. Örneğin yaşadığım ve yaptıklarımla, hissettiklerimle, dünya duruşumla ‘İstanbul Erkek Liseliler’ camiası arasında –miktarını, yayılma alanını bilemem ama- mutlaka bir etkileşim olmuştur.
Efsanevi Atatürk Barajı’nı inşa etmiş olan İTÜ’lü ekibin liderlerinden Ertuğrul Kurdoğlu Bey’in biyografisi üzerine bir kitap hazırlayan dostumuzla sohbet ederken şunun farkına vardım: ‘Ait olmak’ ne kadar ‘toplumsallık’ dairesi içinde düşünülecek bir duygu ise, ‘sahip olmak’ duygusu da bir o kadar ‘bireysellik’ dairesinde at koşturuyor insanda…
Ertuğrul Kurdoğlu’nun İstanbul Teknik Üniversitesi’nin hayata geçen en büyük projelerinden biri olarak bilinen ARI Teknokent A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı olduğu dönemde yaptığı bir konuşmaya (üç yıl kadar önce) şöyle bir göz atınca ‘ait olma’nın düşünceyi nasıl tetiklediğini görmek mümkün. ‘Adanmışlık’ duygusuyla dopdolu olan bu konuşma metni, işte bu yüzden ‘tüm zamanlar için’ geçerlidir.
Ertuğrul Bey özetle diyor ki:
“Zaman akıp geçiyor ve değişim her kolda çok hızlı; zira yaşam devamlı ‘tekamül’ halindedir. İlk başladığı günden beri… Tabii tekamül kendiliğinden gelmiyor; onu elde etmek, şartlarına adapte olmak ve nimetlerinden istifade edebilmek için çaba harcamak, çok çalışmak gereklidir.”
‘Tekamülü elde etmek’ arzusu, “İTÜ ile ilgili bütün gelişmeleri kalbimizle yaşarız” diyen Ertuğrul Bey’in neredeyse hayat düsturu olmuş…
1983 yılında inşaat sektörünü de şaşırtan bir ihale sonucuyla Atatürk Barajı’nın yapım işlerini üstlenen müteahhitlik firması Ata İnşaat’ın, işi teslim süresinden 1.5 yıl önce bitirmiş olmasının ülke ekonomisine katkısının tahminlerin çok üzerinde olduğu söylenir. Ertuğrul Kurdoğlu ve Sedat Üründül gibi çok deneyimli iki usta mühendis ve iki usta işadamı, İTÜ’lü diğer ortaklarıyla birlikte dünya ölçeklerindeki devasa bir barajı, teslim süresinden 1.5 yıl önce tamamlayıp devlete teslim ediyor ve Baraj vaktinden çok önce çalışmaya başlıyor.
Oysa ki dizginsiz ‘sahip olma’ arzusunun ‘ait olma’ duygusunu dövmesine sık sık tanık oluruz. İşi uzattıkça uzatıp zamana yayarak nemalanmak adet haline getirildiğinden, bu türden ‘memleket meselesi’ örnekleri de unutur hale geldik.
Ait olmak arzusu, galiba Ertuğrul Bey’in sözünü ettiği ‘tekamül’ün olmazsa olmazı… ‘Ait olma’ arzusu, sahip olma duygularından daha güçlü olanların sığ sularda gezinmediği de kesin…
Ak Parti’nin kas gösterisine ihtiyacı yok
Anlıyorum… Büyük heyecan. Dev gösteri… İsteseler, daha büyük meydanlarda, örneğin Hezarfen ya da Sabiha Gökçen havaalanlarından birini hatta ikisini birden kapatarak, milyonlarca insanı toplayabilirlerdi… Ama doğru mudur bu iş?.. Hele de günümüz dünyası ve Türkiye’sinde?..
AK Parti İstanbul İl Kongresi’ni Türk Telekom Arena stadında 100 bin kişiyle düzenleme fikri, ilk bakışta çok parlak göründü bana da. Ancak her ‘parlak’ fikrin risk taşıdığını hayat bana öğrettiği için biraz düşünmeye çalıştım olayın üzerine…
Bu kas gösterme durumları günümüzde güç kirlenmesine (Power polution) neden olabiliyor… Devasa Cumhuriyet mitingleri ardından CHP potansiyelinin nerelere geldiği hepimizce âşikâr. 19 Mayıs’ın paramiliter gösterilerinin kaldırılmasını bir tür çağdaşlık projesi kapsamında algılamak da olasıdır. Peki, o zaman bu ‘gövde gösterisi’ ne iş?..
Dün, tarihi gerçekçilikten söz etmiştik. Geleceği okumak için geçmişe bakmaktan. Sayın Başbakan geçmişten en iyi ders alanlardandır. Bu kez de öyle bakacaktır olaya, eminim. V büyük olasılıkla kendisini bu gereksiz ‘circus grande’ye sürükleyenlerden de hesap soracaktır. Çünkü, fazla olan yanlıştır; çünkü, kas gösterme günümüzde artık güven değil, korku ve endişe üretmektedir, güven ve sevgi değil. Bu iki duygu, Sayın Başbakan’ın tüm siyasi söylemlerinde zaten yeterince ifadesini bulmaktadır. Abartılı gösteriler, korku ve endişesi olanların başvurduğu bir iletişim aracıdır. AK Parti’nin neden endişesi olabilir ki?..
Alman faşist Nazi Partisi’nin (NSDAP, Milliyetçi Sosyalist Alman İşçi Partisi), düzenlediği, özellikle de Nürnberg’dekilerin hatıralara nakşolduğu Parti Kongreleri (bkz 1933’deki kongre: http://www.youtube.com/watch?v=YcQr2hnf1aU), Sovyetlerin Moskava’daki gövde gösterileri, Çavuşesku’nun içine girmesi nasip olmayan sarayının balkonundan konuştuğu son 200 bin kişilik mitingi, Lin Biao’nun Mao’nun arzusu dışında sırf ona şirin gözükmek için ünlü meydanda düzenlediği milyonluk resmi geçitler…
İşte anılarda kalan bunlar… Radyo, TV, internet çağında ABD’de bile Başkan adayları bu tür ‘korkutucu’ kas gösterici riskleri almıyor, en fazlası büyük salonları tercih ediyorlar. Başbakan da öyle yapıyordu zaten… Bu nereden çıktı?.. Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın Arena’daki yuhalama olayıyla ‘mantık dışı’ bir ilişki kurulmuş olmasın!.. Yoksa aklıselim başka şeyler söylüyor…
Ağzımızda buruk bir tat…
O niye?..
Kültür ve değerlerimiz rencide ediliyor! Atamız, falan… ‘Fuhuş’ sözcüğüyle ilk Cumhurbaşkanımıza armağan edilen Savarona’yı yan yana düşünmek bile ağzımızda kekreksi bir tat bırakmaya yetiyor.
Bunu yatı ‘özelleştirirken’ düşünecektiniz arkadaşlar. Sadıkoğlu yatı niye aldı sizce? Müze yapmak için mi, para kazanmak için mi? İşin içine para, kâr girdi mi, yüksek sanat, yüksek kültür güme gider doğal olarak. Yatın sahibi istediğine kiralar o yatı. Parayı veren düdüğü çalar…
Devlet ve şehir tiyatrolarının ‘özelleştirmesi’ yasa tasarısını hazırlayanlar, bu Savarona olayını iyi izlemeli. Sonradan, “Niye bunlar durmadan ‘Civciv çıkacak kuş çıkacak’ türü oyunlar oynuyor, nerede Mevlana’lar, Yunus’lar, Gogol’lar, Shakespeare’ler, Kemal Tahir’ler?” falan diye hayıflanmasınlar.
Bir melanetten kurtulalım derken başka bir melanet çukuruna düşmek mukadderat olmamalı…
‘Ait olmak’ mı, ‘sahip olmak’ mı?
Bir okul, şehir, vakıf veya takıma ve/veya sağlam bir dünya görüşüne köklü bir şekilde aidiyet hissedilmesinin, o ‘olguya’ da insana da ciddi bir farklılık ve katma değer getirdiği tartışılamaz. Örneğin yaşadığım ve yaptıklarımla, hissettiklerimle, dünya duruşumla ‘İstanbul Erkek Liseliler’ camiası arasında –miktarını, yayılma alanını bilemem ama- mutlaka bir etkileşim olmuştur.
Efsanevi Atatürk Barajı’nı inşa etmiş olan İTÜ’lü ekibin liderlerinden Ertuğrul Kurdoğlu Bey’in biyografisi üzerine bir kitap hazırlayan dostumuzla sohbet ederken şunun farkına vardım: ‘Ait olmak’ ne kadar ‘toplumsallık’ dairesi içinde düşünülecek bir duygu ise, ‘sahip olmak’ duygusu da bir o kadar ‘bireysellik’ dairesinde at koşturuyor insanda…
Ertuğrul Kurdoğlu’nun İstanbul Teknik Üniversitesi’nin hayata geçen en büyük projelerinden biri olarak bilinen ARI Teknokent A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı olduğu dönemde yaptığı bir konuşmaya (üç yıl kadar önce) şöyle bir göz atınca ‘ait olma’nın düşünceyi nasıl tetiklediğini görmek mümkün. ‘Adanmışlık’ duygusuyla dopdolu olan bu konuşma metni, işte bu yüzden ‘tüm zamanlar için’ geçerlidir.
Ertuğrul Bey özetle diyor ki:
“Zaman akıp geçiyor ve değişim her kolda çok hızlı; zira yaşam devamlı ‘tekamül’ halindedir. İlk başladığı günden beri… Tabii tekamül kendiliğinden gelmiyor; onu elde etmek, şartlarına adapte olmak ve nimetlerinden istifade edebilmek için çaba harcamak, çok çalışmak gereklidir.”
‘Tekamülü elde etmek’ arzusu, “İTÜ ile ilgili bütün gelişmeleri kalbimizle yaşarız” diyen Ertuğrul Bey’in neredeyse hayat düsturu olmuş…
1983 yılında inşaat sektörünü de şaşırtan bir ihale sonucuyla Atatürk Barajı’nın yapım işlerini üstlenen müteahhitlik firması Ata İnşaat’ın, işi teslim süresinden 1.5 yıl önce bitirmiş olmasının ülke ekonomisine katkısının tahminlerin çok üzerinde olduğu söylenir. Ertuğrul Kurdoğlu ve Sedat Üründül gibi çok deneyimli iki usta mühendis ve iki usta işadamı, İTÜ’lü diğer ortaklarıyla birlikte dünya ölçeklerindeki devasa bir barajı, teslim süresinden 1.5 yıl önce tamamlayıp devlete teslim ediyor ve Baraj vaktinden çok önce çalışmaya başlıyor.
Oysa ki dizginsiz ‘sahip olma’ arzusunun ‘ait olma’ duygusunu dövmesine sık sık tanık oluruz. İşi uzattıkça uzatıp zamana yayarak nemalanmak adet haline getirildiğinden, bu türden ‘memleket meselesi’ örnekleri de unutur hale geldik.
Ait olmak arzusu, galiba Ertuğrul Bey’in sözünü ettiği ‘tekamül’ün olmazsa olmazı… ‘Ait olma’ arzusu, sahip olma duygularından daha güçlü olanların sığ sularda gezinmediği de kesin…
Ak Parti’nin kas gösterisine ihtiyacı yok
Anlıyorum… Büyük heyecan. Dev gösteri… İsteseler, daha büyük meydanlarda, örneğin Hezarfen ya da Sabiha Gökçen havaalanlarından birini hatta ikisini birden kapatarak, milyonlarca insanı toplayabilirlerdi… Ama doğru mudur bu iş?.. Hele de günümüz dünyası ve Türkiye’sinde?..
AK Parti İstanbul İl Kongresi’ni Türk Telekom Arena stadında 100 bin kişiyle düzenleme fikri, ilk bakışta çok parlak göründü bana da. Ancak her ‘parlak’ fikrin risk taşıdığını hayat bana öğrettiği için biraz düşünmeye çalıştım olayın üzerine…
Bu kas gösterme durumları günümüzde güç kirlenmesine (Power polution) neden olabiliyor… Devasa Cumhuriyet mitingleri ardından CHP potansiyelinin nerelere geldiği hepimizce âşikâr. 19 Mayıs’ın paramiliter gösterilerinin kaldırılmasını bir tür çağdaşlık projesi kapsamında algılamak da olasıdır. Peki, o zaman bu ‘gövde gösterisi’ ne iş?..
Dün, tarihi gerçekçilikten söz etmiştik. Geleceği okumak için geçmişe bakmaktan. Sayın Başbakan geçmişten en iyi ders alanlardandır. Bu kez de öyle bakacaktır olaya, eminim. V büyük olasılıkla kendisini bu gereksiz ‘circus grande’ye sürükleyenlerden de hesap soracaktır. Çünkü, fazla olan yanlıştır; çünkü, kas gösterme günümüzde artık güven değil, korku ve endişe üretmektedir, güven ve sevgi değil. Bu iki duygu, Sayın Başbakan’ın tüm siyasi söylemlerinde zaten yeterince ifadesini bulmaktadır. Abartılı gösteriler, korku ve endişesi olanların başvurduğu bir iletişim aracıdır. AK Parti’nin neden endişesi olabilir ki?..
Alman faşist Nazi Partisi’nin (NSDAP, Milliyetçi Sosyalist Alman İşçi Partisi), düzenlediği, özellikle de Nürnberg’dekilerin hatıralara nakşolduğu Parti Kongreleri (bkz 1933’deki kongre: http://www.youtube.com/watch?v=YcQr2hnf1aU), Sovyetlerin Moskava’daki gövde gösterileri, Çavuşesku’nun içine girmesi nasip olmayan sarayının balkonundan konuştuğu son 200 bin kişilik mitingi, Lin Biao’nun Mao’nun arzusu dışında sırf ona şirin gözükmek için ünlü meydanda düzenlediği milyonluk resmi geçitler…
İşte anılarda kalan bunlar… Radyo, TV, internet çağında ABD’de bile Başkan adayları bu tür ‘korkutucu’ kas gösterici riskleri almıyor, en fazlası büyük salonları tercih ediyorlar. Başbakan da öyle yapıyordu zaten… Bu nereden çıktı?.. Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın Arena’daki yuhalama olayıyla ‘mantık dışı’ bir ilişki kurulmuş olmasın!.. Yoksa aklıselim başka şeyler söylüyor…