Şimdi ‘Detant’ zamanı…
25 Temmuz 2017 - Yeni Şafak
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinde, hükümetin ve Dışişlerimizin şu sıralar aktüel siyasi iletişim dili olarak kullandıkları tonlamayı en iyi bu kavram açıklamaktadır…
Bizim kuşak o kavramı gayet iyi bilir. Yumuşama anlamında kullanılırdı. Fransızca détente’dan geliyordu. 1970'lerin başından itibaren uluslararası siyasette kullanıldı. Bu yolla ülkeler sıcak savaşa girmek yerine, sorunları politika üzerinden çözmeye çalışıyordu. Terim, öncelikli olarak Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki yüksek tansiyonlu dönemlerde dile getirilmiştir.
Sonradan sinekleri öldüren bir ilacın markası olarak (sondaki T harfi eksik şekilde) piyasaya sürülmüş olsa da, sadece dış politikada değil; bütün çelişkisi yoğun, ikili ya da çoklu ilişki ve iletişim süreçlerinin literatürüne girdi.
İçinden geçmekte olduğumuz dönemi üç T diyebileceğimiz üç kavramla açıklamaya çalışmıştık: Tecrit, Tahrik, Tezvirat. Türkiye Batı’dan ve Güney’den abluka altına alınmaya çalışılıyordu. Ne zamandan beri? Sanki 2010’dan bu yana… Belki de biraz daha öncesinden…
O yıllara kadar, Batı basını tarafından dünya siyasetinde örnek gösterilen, hatta Nobel Barış Ödülü’ne önerilmesi gündeme gelen R. Tayyip Erdoğan ne olmuştu da birden neredeyse bir numaralı düşman ilan edilmiş; Türkiye tüm alanlarda köşeye sıkıştırılmaya başlanmıştı…
O kadar ki... Ortadoğu’yu yangın yerine çevirmeye çalışanların amaçlarından biri bu bölgede sınırları tekrar çizmek, kâğıtları yeniden karıp dağıtmak ise; bir diğerinin de Türkiye’nin bölgedeki gücünü zayıflatıp, Türkiye’yi giderek tecrit edip parçalamak olduğunu iddia edenlerin sayısı iyice artmaya başlamıştı…
Bu ağır tahrikler karşısında Türkiye işin siyasi iletişim boyutunda iki şey yapabilirdi: Ya yangına körükle gidip üstüne de benzin dökülmüşcesine bir sonuç elde etmek; ya da çelişkileri keskinleştireceğine yumuşatmaya çalışmak…
Şu anda izlenen işte bu ikinci yoldur. Akıl yoludur. Feodal gazlara gelmemenin, dünyanın vazgeçilmez parçası olduğumuzun altını çizerek, bir yandan da kırmızı çizgileri koruyarak kararlı ve yumuşak bir şekilde yolumuza devam etmek…
Sayın Cumhurbaşkanı’nın son Körfez turunu, kendisinin ve Sayın Başbakan’ın ve de Dışişleri Bakanımızın Almanya krizi (!) konusunda sergiledikleri tavrı işte o detant politikasının bir parçası gibi görmek; “Türkiye tüm çelişki yaşadığı ülkelere yalın kılıç saldırmalıdır” gazından vazgeçmek; tahriklere ve aleyhimizdeki tezvirata kesinlikle aldırış etmemek; büyük ülkeye yakışan vakur ve serin kanlılıkla çizilen politikanın yanında durmak; her Türk münevverinin ve aklı selim vatandaşın şu sıra özen göstermesi gereken bir siyasal iletişim duruşudur…
Bizim kuşak o kavramı gayet iyi bilir. Yumuşama anlamında kullanılırdı. Fransızca détente’dan geliyordu. 1970'lerin başından itibaren uluslararası siyasette kullanıldı. Bu yolla ülkeler sıcak savaşa girmek yerine, sorunları politika üzerinden çözmeye çalışıyordu. Terim, öncelikli olarak Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki yüksek tansiyonlu dönemlerde dile getirilmiştir.
Sonradan sinekleri öldüren bir ilacın markası olarak (sondaki T harfi eksik şekilde) piyasaya sürülmüş olsa da, sadece dış politikada değil; bütün çelişkisi yoğun, ikili ya da çoklu ilişki ve iletişim süreçlerinin literatürüne girdi.
İçinden geçmekte olduğumuz dönemi üç T diyebileceğimiz üç kavramla açıklamaya çalışmıştık: Tecrit, Tahrik, Tezvirat. Türkiye Batı’dan ve Güney’den abluka altına alınmaya çalışılıyordu. Ne zamandan beri? Sanki 2010’dan bu yana… Belki de biraz daha öncesinden…
O yıllara kadar, Batı basını tarafından dünya siyasetinde örnek gösterilen, hatta Nobel Barış Ödülü’ne önerilmesi gündeme gelen R. Tayyip Erdoğan ne olmuştu da birden neredeyse bir numaralı düşman ilan edilmiş; Türkiye tüm alanlarda köşeye sıkıştırılmaya başlanmıştı…
O kadar ki... Ortadoğu’yu yangın yerine çevirmeye çalışanların amaçlarından biri bu bölgede sınırları tekrar çizmek, kâğıtları yeniden karıp dağıtmak ise; bir diğerinin de Türkiye’nin bölgedeki gücünü zayıflatıp, Türkiye’yi giderek tecrit edip parçalamak olduğunu iddia edenlerin sayısı iyice artmaya başlamıştı…
Bu ağır tahrikler karşısında Türkiye işin siyasi iletişim boyutunda iki şey yapabilirdi: Ya yangına körükle gidip üstüne de benzin dökülmüşcesine bir sonuç elde etmek; ya da çelişkileri keskinleştireceğine yumuşatmaya çalışmak…
Şu anda izlenen işte bu ikinci yoldur. Akıl yoludur. Feodal gazlara gelmemenin, dünyanın vazgeçilmez parçası olduğumuzun altını çizerek, bir yandan da kırmızı çizgileri koruyarak kararlı ve yumuşak bir şekilde yolumuza devam etmek…
Sayın Cumhurbaşkanı’nın son Körfez turunu, kendisinin ve Sayın Başbakan’ın ve de Dışişleri Bakanımızın Almanya krizi (!) konusunda sergiledikleri tavrı işte o detant politikasının bir parçası gibi görmek; “Türkiye tüm çelişki yaşadığı ülkelere yalın kılıç saldırmalıdır” gazından vazgeçmek; tahriklere ve aleyhimizdeki tezvirata kesinlikle aldırış etmemek; büyük ülkeye yakışan vakur ve serin kanlılıkla çizilen politikanın yanında durmak; her Türk münevverinin ve aklı selim vatandaşın şu sıra özen göstermesi gereken bir siyasal iletişim duruşudur…