521 YTL’yi veren herkes marka olamaz!
27 EKİM 2006
Yine şöhretle marka birbirine girmiş. Yine iki dilekçe verip, “Ben markayım!” diyen herkesin marka olduğu algısını yaratmaya, başta gençler olmak üzere insanları ve iş dünyasını yanıltmaya yönelik habercilik... Dün büyük gazetelerimizden en azından üçünde iç içe verilmiş iki haber vardı. Biri bizdeki bireysel marka (!) durumu ile ilgili. Başlık şöyleydi: “521 YTL veren herkes marka olabilir!..” Diğeri, dünyadan çekip gittikten sonra hâlâ isimleri üzerinden para kazanılan dünyaca ünlü starlarla ilgiliydi.
Gazete haberine göre marka tescili almış olanlar kimmiş? Hülya Avşar, Gülben Ergen, İbrahim Tatlıses, Özcan Deniz, Mahsun Kırmızıgül, Yılmaz Erdoğan, Kenan Doğulu, Cem Yılmaz, Mustafa Sandal... Şimdi bunlar marka ise ben de tramvayım... Aralarında Sezen Aksu yok. Marka olmaya en yakın namzet o da onun için herhalde...
Marka, kapitalizmin en sofistike, en karmaşık ürünüdür... Soyut bir değer yaratıp onu ticarete, paraya tahvil etme meselesidir. Yani ikinci haberdeki, öldükten sonra bile tedavülde kalmaya devam eden Elvis Presley, Marilyn Monroe, Kurt Cobain, John Lennon, Albert Einstein gibi markalarla kapitalist sistemin yapmayı başardığı ciddi bir ‘iş’ süreci...
“Türkiye’de şöhret var, marka yok!” diye iddia ederken, karşı çıktığım tam da bu başlıkların arkasında gizlenmiş olan ucuzcu anlayıştı. Düşünün bir kere. Yukarıda bizim isimlerden sizce hangisi –Allah gecinden versin- vefatından sonra da bir marka olarak kapitalist sistem içinde bir değer ifade edecektir?.. Şimdi sorun kendinize, iki dilekçe verip, 521 YTL harç yatırdın mı, marka olur musun?.. Ya da “Ben markayım!” deyince...
İşin traji-komik yanı, sadece gazetelerimizin öyle yazmaması... Şöhretlerimizin de bu saçmalığa inanmaları... İnanınca gerçekten marka olmak için gerekli olan o karmaşık, yönetsel araçlara, kadrolara ihtiyaç duyulan ve strateji, yatırım gerektiren yolu akıllarından bile geçirmiyorlar. Onun için de bu ucuzculukla ne Türkiye markası gelişiyor, ne de Türkiye’den çıkma şansı olan marka adayları...
Haberdeki en komik öğe ise Türk Patent Enstitüsü Başkanı Yusuf Balcı’nın açıklaması. Balcı, Türkiye’nin bu yıl 70 bin başvuruyla Avrupa’nın ilk üçü arasında yer alacağını söylemiş. Sonra da eklemiş: “Gelecek yıl Avrupa birincisi olmayı hedefliyoruz!” Sayın Başkana göre Avrupa’nın en çok marka çıkaran ülkesi olmamız an meselesi... Şaka gibi... Türkiye’nin uluslararası güçte markalarının bulunmadığı hususunda tüm uzmanların birleştiği bir dönemde bu haberlere gülmek mi, ağlamak mı lazım, bilemedim...
Bayramda mesaj kirliliği giderek azalıyor
Bu bayram mesajlaşma konusunda müthiş yol kat ettiğimi fark ettim. Onca yıldır teknolojik mesajlaşmanın bir işe yaramadığını yazdım. Ters teptiğini, sempati yerine antipati yarattığını anlatmaya çalıştım. Bu bayram gördüm ki, ölçülebilir bir başarı elde etmişim. Tüm dost ve tanıdıklara şükranlarımı sunuyorum. Şükranımın 5 nedeni var:
1. Salt karşılıklı kart vizit alıp verdik diye, kendini hatırlatma adına mesaj atanların sayısı neredeyse sıfıra indi.
2. Kopyala yapıştır türü, sıradan, herkesin herkese gönderdiği, ilkel tebrik metinlerinden sadece üç-beş tane aldım.
3. Mesajların neredeyse tamamına yakını benim ve/veya ailemin adına geldi... Hitapsız olup açılmadan çöpe gidenlerin oranı %10’u geçmedi.
4. İnternet ortamında standart ‘template’ kullanılarak gönderilen tebrik kartlarının sayısı 10-15 taneye inmişti.
5. Yüz yüze görüşme ya da telefonla arama konusunda çok ciddi bir artış elde edilmişti...
Demek ki, üstüne gidince oluyor. Önümüzde bir bayram ve yılbaşı var. Şimdiden çevrenizi uyarın benim gibi... Gereksiz ‘tebrik kirliliğinden’ kurtarın kendinizi. Hem siz gerilmeyin, hem de çevrenizi germeyin boş yere...
Gazete haberine göre marka tescili almış olanlar kimmiş? Hülya Avşar, Gülben Ergen, İbrahim Tatlıses, Özcan Deniz, Mahsun Kırmızıgül, Yılmaz Erdoğan, Kenan Doğulu, Cem Yılmaz, Mustafa Sandal... Şimdi bunlar marka ise ben de tramvayım... Aralarında Sezen Aksu yok. Marka olmaya en yakın namzet o da onun için herhalde...
Marka, kapitalizmin en sofistike, en karmaşık ürünüdür... Soyut bir değer yaratıp onu ticarete, paraya tahvil etme meselesidir. Yani ikinci haberdeki, öldükten sonra bile tedavülde kalmaya devam eden Elvis Presley, Marilyn Monroe, Kurt Cobain, John Lennon, Albert Einstein gibi markalarla kapitalist sistemin yapmayı başardığı ciddi bir ‘iş’ süreci...
“Türkiye’de şöhret var, marka yok!” diye iddia ederken, karşı çıktığım tam da bu başlıkların arkasında gizlenmiş olan ucuzcu anlayıştı. Düşünün bir kere. Yukarıda bizim isimlerden sizce hangisi –Allah gecinden versin- vefatından sonra da bir marka olarak kapitalist sistem içinde bir değer ifade edecektir?.. Şimdi sorun kendinize, iki dilekçe verip, 521 YTL harç yatırdın mı, marka olur musun?.. Ya da “Ben markayım!” deyince...
İşin traji-komik yanı, sadece gazetelerimizin öyle yazmaması... Şöhretlerimizin de bu saçmalığa inanmaları... İnanınca gerçekten marka olmak için gerekli olan o karmaşık, yönetsel araçlara, kadrolara ihtiyaç duyulan ve strateji, yatırım gerektiren yolu akıllarından bile geçirmiyorlar. Onun için de bu ucuzculukla ne Türkiye markası gelişiyor, ne de Türkiye’den çıkma şansı olan marka adayları...
Haberdeki en komik öğe ise Türk Patent Enstitüsü Başkanı Yusuf Balcı’nın açıklaması. Balcı, Türkiye’nin bu yıl 70 bin başvuruyla Avrupa’nın ilk üçü arasında yer alacağını söylemiş. Sonra da eklemiş: “Gelecek yıl Avrupa birincisi olmayı hedefliyoruz!” Sayın Başkana göre Avrupa’nın en çok marka çıkaran ülkesi olmamız an meselesi... Şaka gibi... Türkiye’nin uluslararası güçte markalarının bulunmadığı hususunda tüm uzmanların birleştiği bir dönemde bu haberlere gülmek mi, ağlamak mı lazım, bilemedim...
Bayramda mesaj kirliliği giderek azalıyor
Bu bayram mesajlaşma konusunda müthiş yol kat ettiğimi fark ettim. Onca yıldır teknolojik mesajlaşmanın bir işe yaramadığını yazdım. Ters teptiğini, sempati yerine antipati yarattığını anlatmaya çalıştım. Bu bayram gördüm ki, ölçülebilir bir başarı elde etmişim. Tüm dost ve tanıdıklara şükranlarımı sunuyorum. Şükranımın 5 nedeni var:
1. Salt karşılıklı kart vizit alıp verdik diye, kendini hatırlatma adına mesaj atanların sayısı neredeyse sıfıra indi.
2. Kopyala yapıştır türü, sıradan, herkesin herkese gönderdiği, ilkel tebrik metinlerinden sadece üç-beş tane aldım.
3. Mesajların neredeyse tamamına yakını benim ve/veya ailemin adına geldi... Hitapsız olup açılmadan çöpe gidenlerin oranı %10’u geçmedi.
4. İnternet ortamında standart ‘template’ kullanılarak gönderilen tebrik kartlarının sayısı 10-15 taneye inmişti.
5. Yüz yüze görüşme ya da telefonla arama konusunda çok ciddi bir artış elde edilmişti...
Demek ki, üstüne gidince oluyor. Önümüzde bir bayram ve yılbaşı var. Şimdiden çevrenizi uyarın benim gibi... Gereksiz ‘tebrik kirliliğinden’ kurtarın kendinizi. Hem siz gerilmeyin, hem de çevrenizi germeyin boş yere...