Adam gibi film: Kabadayı!
21 aRALIK 2007
Ellerine sağlık Yavuz Turgul, aklına ruhuna sağlık Murat Vargı... Uzun zamandır Türk filmlerini, özellikle seyirlik Türk filmlerini -ödüllük değil- büyük keyifle izliyorum. Her ne kadar biraz Eşkıya koksa da Kabadayı’yı başından sonuna bir solukta izledik...
Alain Delon tam 40 yıl önce 1967’de çektiği Le Samourai adlı filmle yakaladığı, üzgün ve mağrur ve fakat güçlü ‘soğuk melek’ tiplemesini sonrasında kim bilir kaç defa tekrarlamıştı. Turgul - Şen ikilisinin de benzer bir yaklaşım sergilemesi son derece doğal. Unutmamak gerekir ki, “Kazanılan takım değiştirilmez!”
Bir iki oturmamış rol dışında herkes mükemmel oynamış... Şener Şen’i değerlendirme dışı tutuyorum; Ankara Sanat Tiyatrosu’nda (AST) 72’nci Koğuş’ta, Durdurun Dünyayı İnecek Var’da, Georgi Dimitrof - Savunma’da hayran kaldığımız Rana Cabbar ile yeniden karşılaşmak muhteşemdi.
İsmal Hacıoğlu, Kenan İmirzalıoğlu, Aslı Tandoğan, hele de Aslı Tandoğan ve de Rasim Öztekin... Her biri bir star olmuş çıkmış filmde...
Brecht ne buyurmuş? “Tüm sanatların bir tek amacı vardır: Sanatların en yücesine hizmet etmek! Yani yaşama sanatına!..”
Kabadayı’yı izledikten sonra, adam gibi sevmek, tutarlı ilkeli olmak, insan gibi yaşamak adına iki kalem ders almayanınız varsa, bıraksın Kabadayı’yı, birazcık nitelik kaygısı olan hiçbir filmi izlemesin..
Fazıl Say döndü...
Bazı arkadaşlar durup kaldılar. Mal bulmuş Magribî gibi Fazıl Say’ın üzerinden sağlam bir cephe açtıklarını sanıyorlardı. Fazıl Say aynı Orhan Pamuk gibi bir döndü, pir döndü... “Ben öyle demek istemedim! Yanlış çeviri!..” falan... Daha dünkü gazetelerde moda deyimle ‘pişti’ oldular. Sözlerini desteklediklerinin altını kalın kalın çizerek ilan ettikleri Fazıl Say, “Ben öyle dememiştim” deyiverdi...
İnternetten buldum. 13 Aralık 2007... Süddeutsche Zeitung gazetesi, Feuilleton bölümü 13’üncü sayfa. Say Düsseldorf ve Berlin’de okumuş. Almancası çok iyi. Karşısındaki kişi kemancı Renaud Capuçon. Sohbet öyle ciddi bir gazeteci - sanatçı söyleşisi gibi değil. Son derece rahat bir ortam. Söyleşinin tamamı yayınlanmalı aslında. İlgili yerinde diyor ki Fazıl Say, “Ich denke darüber nach, woanders hinzuziehen”... “Başka bir yere taşınmayı düşünüyorum!” diyor yani... Arada tercüman falan yok. Almanca söylüyor bunları. Adam da Almanca yazıyor...
Bunun üzerine Capuçon diyor ki, “Zürih’e gitsene! Sanırım benim de oraya gitmem lazım. Gerçekten çok güzel orası!” Fazıl Say pek hemfikir değil bu çözümle: “Lozan daha güzeldir... Ancak orada da havaalanı şehirden bir buçuk saat uzaklıkta...”
Muhabbet bu minval üzere devam ediyor... Kim yanlış tercüme yapacak? Arada tercüman yok ki... Okuduğumuzu yanlış mı çeviriyoruz? Gazete sayfası bir tık uzaklıkta: www.konzerthaus-dortmund.de/binary.ashx?id= 171359&view=download.
Dedim ya keşke tamamı tercüme edilip yayınlansa. Görsek konuşan kişi memleket meselelerini ciddiyetle ele alan bir savaşçı bir ‘ehli vatan’ mı, yoksa keyfe keder bir muhabbette ağzına geldiği gibi konuşan biraz da sorumsuz genç bir delikanlı mı?.. Say ikincisi olduğunu kabul etse, hiç sesimi çıkarmayıp onu da anlayacağım; onu kullanmaya çalışanları da...
Kervan yolda düzülmez
Benim ilk göz ağrımdır Milliyet. Gazeteciliğe ilk kez Cağaloğlu Nuruosmaniye Caddesi’ndeki binasının 4’üncü katında başladım. Hey dergisinde. Sonra magazinde çalıştım, daha sonra da Almanya baskısında... Benim onun üzerinde olduğundan çok, onun benim üzerimde emeği vardır.
Hangi gazetenin ‘mezunlar cemiyeti’ vardır, bir bakın çevrenize... Bizim dönemin Milliyet’çileri ara sıra toplanırlar... Hem de ne toplanma! Etraf duygu seli haline gelir. ‘Son savaşçılar’ gibi birbirlerine sokulup, Ercüment Karacan - Abdi İpekçi ikilisinin çerçevesini çizdikleri ortak ruhi şekillenmenin anılarını hâlâ yâd edip dururlar...
O nedenle köprülerin altından onca su akmış olmasına rağmen Milliyet’te olup bitenle hâlâ yakından ilgilenirim. Son reklam filmini de bu nedenle defaatle izledim. Müthiş bir film... Müthiş bir ifade gücü. Hani küçükken büyükler bize yapardı. “Uçmuş uçmuş buraya bir kuş konmuş” diye avucumuzun içini gösterirlerdi. Sonra da devam ederlerdi: “Bu tutmuş, bu yolmuş, bu pişirmiş, bu yemiş...” diye. İşte bu reklam filminde işin içine karışan bütün parmaklarla, ellere helal olsun... Filmin vaadi almış başını gitmiş. Ancak gazete orada değil ne yazık ki... Ne o genç kültür hâkim gazeteye, ne de o devrimci ton... “Wishful thinking!” der Batılılar. Türkçe’de ‘temenni’ diye karşılıyorlar... Reklam filmi “Ah keşke böyle olsak” diye yapılmış sanki. Ya da “kervan yolda düzülür” diye... Ama marka vaadi böyle oluşmuyor. Filmdeki vaatle Milliyet’in biçim ve içeriği uyum içinde olmazsa, reklamdaki vaat ile ürün öpüşmezse, yandın demektir. Durduk yerde güven yitirirsin...
Alain Delon tam 40 yıl önce 1967’de çektiği Le Samourai adlı filmle yakaladığı, üzgün ve mağrur ve fakat güçlü ‘soğuk melek’ tiplemesini sonrasında kim bilir kaç defa tekrarlamıştı. Turgul - Şen ikilisinin de benzer bir yaklaşım sergilemesi son derece doğal. Unutmamak gerekir ki, “Kazanılan takım değiştirilmez!”
Bir iki oturmamış rol dışında herkes mükemmel oynamış... Şener Şen’i değerlendirme dışı tutuyorum; Ankara Sanat Tiyatrosu’nda (AST) 72’nci Koğuş’ta, Durdurun Dünyayı İnecek Var’da, Georgi Dimitrof - Savunma’da hayran kaldığımız Rana Cabbar ile yeniden karşılaşmak muhteşemdi.
İsmal Hacıoğlu, Kenan İmirzalıoğlu, Aslı Tandoğan, hele de Aslı Tandoğan ve de Rasim Öztekin... Her biri bir star olmuş çıkmış filmde...
Brecht ne buyurmuş? “Tüm sanatların bir tek amacı vardır: Sanatların en yücesine hizmet etmek! Yani yaşama sanatına!..”
Kabadayı’yı izledikten sonra, adam gibi sevmek, tutarlı ilkeli olmak, insan gibi yaşamak adına iki kalem ders almayanınız varsa, bıraksın Kabadayı’yı, birazcık nitelik kaygısı olan hiçbir filmi izlemesin..
Fazıl Say döndü...
Bazı arkadaşlar durup kaldılar. Mal bulmuş Magribî gibi Fazıl Say’ın üzerinden sağlam bir cephe açtıklarını sanıyorlardı. Fazıl Say aynı Orhan Pamuk gibi bir döndü, pir döndü... “Ben öyle demek istemedim! Yanlış çeviri!..” falan... Daha dünkü gazetelerde moda deyimle ‘pişti’ oldular. Sözlerini desteklediklerinin altını kalın kalın çizerek ilan ettikleri Fazıl Say, “Ben öyle dememiştim” deyiverdi...
İnternetten buldum. 13 Aralık 2007... Süddeutsche Zeitung gazetesi, Feuilleton bölümü 13’üncü sayfa. Say Düsseldorf ve Berlin’de okumuş. Almancası çok iyi. Karşısındaki kişi kemancı Renaud Capuçon. Sohbet öyle ciddi bir gazeteci - sanatçı söyleşisi gibi değil. Son derece rahat bir ortam. Söyleşinin tamamı yayınlanmalı aslında. İlgili yerinde diyor ki Fazıl Say, “Ich denke darüber nach, woanders hinzuziehen”... “Başka bir yere taşınmayı düşünüyorum!” diyor yani... Arada tercüman falan yok. Almanca söylüyor bunları. Adam da Almanca yazıyor...
Bunun üzerine Capuçon diyor ki, “Zürih’e gitsene! Sanırım benim de oraya gitmem lazım. Gerçekten çok güzel orası!” Fazıl Say pek hemfikir değil bu çözümle: “Lozan daha güzeldir... Ancak orada da havaalanı şehirden bir buçuk saat uzaklıkta...”
Muhabbet bu minval üzere devam ediyor... Kim yanlış tercüme yapacak? Arada tercüman yok ki... Okuduğumuzu yanlış mı çeviriyoruz? Gazete sayfası bir tık uzaklıkta: www.konzerthaus-dortmund.de/binary.ashx?id= 171359&view=download.
Dedim ya keşke tamamı tercüme edilip yayınlansa. Görsek konuşan kişi memleket meselelerini ciddiyetle ele alan bir savaşçı bir ‘ehli vatan’ mı, yoksa keyfe keder bir muhabbette ağzına geldiği gibi konuşan biraz da sorumsuz genç bir delikanlı mı?.. Say ikincisi olduğunu kabul etse, hiç sesimi çıkarmayıp onu da anlayacağım; onu kullanmaya çalışanları da...
Kervan yolda düzülmez
Benim ilk göz ağrımdır Milliyet. Gazeteciliğe ilk kez Cağaloğlu Nuruosmaniye Caddesi’ndeki binasının 4’üncü katında başladım. Hey dergisinde. Sonra magazinde çalıştım, daha sonra da Almanya baskısında... Benim onun üzerinde olduğundan çok, onun benim üzerimde emeği vardır.
Hangi gazetenin ‘mezunlar cemiyeti’ vardır, bir bakın çevrenize... Bizim dönemin Milliyet’çileri ara sıra toplanırlar... Hem de ne toplanma! Etraf duygu seli haline gelir. ‘Son savaşçılar’ gibi birbirlerine sokulup, Ercüment Karacan - Abdi İpekçi ikilisinin çerçevesini çizdikleri ortak ruhi şekillenmenin anılarını hâlâ yâd edip dururlar...
O nedenle köprülerin altından onca su akmış olmasına rağmen Milliyet’te olup bitenle hâlâ yakından ilgilenirim. Son reklam filmini de bu nedenle defaatle izledim. Müthiş bir film... Müthiş bir ifade gücü. Hani küçükken büyükler bize yapardı. “Uçmuş uçmuş buraya bir kuş konmuş” diye avucumuzun içini gösterirlerdi. Sonra da devam ederlerdi: “Bu tutmuş, bu yolmuş, bu pişirmiş, bu yemiş...” diye. İşte bu reklam filminde işin içine karışan bütün parmaklarla, ellere helal olsun... Filmin vaadi almış başını gitmiş. Ancak gazete orada değil ne yazık ki... Ne o genç kültür hâkim gazeteye, ne de o devrimci ton... “Wishful thinking!” der Batılılar. Türkçe’de ‘temenni’ diye karşılıyorlar... Reklam filmi “Ah keşke böyle olsak” diye yapılmış sanki. Ya da “kervan yolda düzülür” diye... Ama marka vaadi böyle oluşmuyor. Filmdeki vaatle Milliyet’in biçim ve içeriği uyum içinde olmazsa, reklamdaki vaat ile ürün öpüşmezse, yandın demektir. Durduk yerde güven yitirirsin...