Ah Alaeedin Asna, Betül Mardin ah!…
15 Aralık 2010 - Marketing Türkiye
Bu iki ustayı, sektör kurucusunu nasıl anıyorum bu günlerde, bilemezsiniz… Onların dönemindeki sektörün zarafet ve derinliğini mumla arıyorum. Zaman zaman onlara vefasızlık ettiğimizi de düşündüğümü ve bu yüzden üzüldüğümü itiraf etmeliyim…
Onların döneminde olmazdı böyle şeyler. Kalkıp raconu keserlerdi. Hepimiz susardık…
Aslında bu zarafet ve derinlik eksikliğine alışmam gerekirdi… O kadar sık başıma gelir oldular ki…
Örneğin, derim ki Türkiye’nin adam başına düşen gayri safi milli hasılası son 8 yılda üç katına çıktı…Türkiye’nin gelecek yıl da 789.6 milyar dolar milli gelire ulaşması bekleniyor; böylece ilk kez Hollanda’yı geride bırakarak 16’ncı sıraya yükselecek… Türkiye Uluslararası Para Fonu'nun en büyük 20'inci üyesi konumuna yükseldi. İhracatta şu rekoru kırdı; faiz dışı fazlada artış şöyle oldu… Aslında Deniz Gökçe Hoca’nın Akşam’da benden birkaç sayfa önde hergün yazdığı gerçekler…
AK Parti yönetimini zaman zaman eleştirsem de (örneğin üniversite gençliği konusundaki politikalarını) zaman zaman da olumlu gelişmeleri tespit eder, muhalefetin iktidara gelmek için kaç fırın ekmek yemesi gerektiğinde söz ederim…
Bu tespitlerim karşısında şöyle (bilimsel) yorumlar alırım mesela: “Sen popona ampul tak. Yanar…”
Nasıl düzey ama? Bu düzeyi milletvekillerinin yakaladığını söylesem?.. İnanılır gibi değil ancak gerçek… Elimde belgesi var… Zamanın Antalya milletvekilinden…
Dedim ya, alışığım bu tür tepkilere…
Bir süredir burada, Türkiye PR sektörünün ‘hali pür melalini’, bu durumun nedenlerini ve bu sorunların içinden nasıl çıkılacağını tartışmaya çalışıyorum… Amaç PR sektöründe çalışanların ellerine hak ettikleri paraların geçmesi, başta medya olmak üzere pek çok paydaş nezdinde yerlerde sürünen itibarın geri kazılması… Özellikle bu sayfalarda son yazdığım “Butik ajanslar neden ‘boutique’ olamazlar” başlıklı yazıya aldığım yorumları (10 Aralık tarihi itibariyle 7 adet) aşağıda paylaşacağım… Bu yorumların bizatihi kendileri, o ‘hali pür melal’ duruma da ışık tutacaktır…
Bu satırları düzenli okuyanlar şu tespitleri artık ezberlemişlerdir:
1. Türkiye’de PR sektörünün tamamının, yani yüzlerce (binlerce dememek için kendimi zor tutuyorum) PR ajansının yıllık gelirlerinin toplamı, İngiltere’de ilk 10’a giren ajanslardan sadece birinin (örneğin Burson & Marsteller) bir yıllık gelirinin sadece üçte biri kadardır…
Türkiye’den hangi sektörü alıp uluslararası benchmark’larla karşılaştırırsanız karşılaştırın, bu kadar vahim bir tablo ile karşılaşmazsınız. Aslında ‘Hali pür melal’ için diğer tespitlere hiç gerek yoktur; ancak biz yine de devam edelim.
2. Son 20 yıl itibariyle Türkiye’de firmalar, PR sektörü insan kaynaklarına yeterince yatırım yapmadığı, çalışanlara doğru dürüst ücret ödemediği için, kendi bünyelerinde nitelikli ve geniş pazarlama iletişimi ve PR kadroları kurmakta (inhouse PR), kendisine kul köle olacak PR şirketlerini ise üç kuruş beş paraya çalıştırıp sadece medya ile ilişkilerini ve sevgili Aytül Özkan’ın deyişiyle ‘organze PR’ işlerini yaptırmaya çalışmaktadırlar. Bu durum müşterilerine katma değerli iletişim hizmeti sunma becerisi gösteren, sayıları ise iki ellin 10 parmağını geçmeyen, yatırımcı iletişim danışmanlığı şirketleri için geçerli değildir. Bu çerçevede bunların yeni mi eski mi oldukları da belirleyici değildir. Aslolan kendilerini nasıl konumladıklarıdır.
3. Sektörün kendini ittiği ve müşterilerinin ve medyanın da konumladığı yer itibariyle bu ‘hali pür melal’ duruma tekabül eden ajans yapısı için bunların kendilerine ‘Butik’ demeleri anlaşılır bir şeydir. Olağanüstü derinlikli bir yaratıcılık, pazarlama iletişimi bilgi ve tecrübesi, herkesten farklı ‘niş’ bir yaklaşım değildir marka vaadi olarak ifade edilen. Daha çok “Ben seninle yatar kalkarım. Her sorununu anında çözerim. Çok da düşük ücret alırım. Aynı sektörden senden başka kimseye de hizmet vermem. Tamam sana teslim olurum” şeklinde bir vaat söz konusudur. Bu da sonun başlangıcıdır zaten. Kısa vadede üç kuruş beş para kazanıp uzun vadede büyümemek, gelişmemek, kendi kendini yok etmek için yola çıkmış bir sektörün marka vaadi budur işte…
4. Butik değil gerçek anlamda ‘Boutique’ hizmet verenler yok mudur sektörde. Vardır tabii. Hem de en âlâsından. Bakın örnek olsun diye bazılarını burada isim isim sayalım: Temel Aksoy, Salim Kadıbeşegil, Murat Yurttaş, Levent Erden, Selim Tuncer, Ali Atıf Bir, Selim Tuncer, Ali Murat Vural vb… Bu kişiler strateji oluşturmadan tutun da hangi ajansla nasıl çalışılacağına kadar pek çok alanda müşterileri yönlendirmekte, ya tek başlarına çalışmakt aya da ofislerindeki çalışan sayıları ikiyi üçü geçmemekte ve hiçbir butikçilerin tabiriyle ‘LCV yapmamaktadırlar…
5. Bu tespitlerin yapılması sektörün geleceğini tartışmak ve bu sektöre girmeye hazırlanan yüzlerce gencin geleceklerini sağlam temellere oturtmalarını sağlamalarına yardımcı olmak için elzemdir. Peki sen bu işin neresindesin, diyecek olanlar içi adres BİE’dir… Benim başında bulunduğum Bersay İletişim Grubu’nun dünya görüşü hakkında fikir sahibi olmak için 600 bin dolar yatırımla kurulmuş olan Bersay İletişim Enstitüsü’nünde (BİE) şöyle bir gezinmek yeterlidir… Kâr amacı gütmeyen Enstitü, bir yandan Bersay İletişim Grubu şirketlerinden destek almakta, diğer yandan gönüllü kuruluşların ve benim şahsi desteğimle (Nihat Saydam Bursu) iletişim alanında master ve doktora bursları vermekte, insana yatırım yapmak üzere çeşitli eğitim programları ve konferanslar, kültürel etkinlikler düzenlemekte…
Bizim görüşümüze göre, bir önceki yazımızda belirttiğimiz gibi mevcut algılamalarıyla ‘Butik Ajans’ yaklaşımı yanlıştır ve başta o ajanslar, sektöre zarar verir, benim başında bulunduğum gruba değil…
Şimdi bu görüşe gelen ‘Yorumlar’a gelelim. Marketing Türkiye’de benim yazımın altında nasıl yayınlanmışlarsa öyle aldım… Bakalım arkadaşlar ne demişler…
“Ali:
Ali Bey, butik ajans kavramını anlamıyor sanırım... Gerçek butik ajanslar, aynen verdiği örnekteki butik otellerde olduğu gibi, bir alan üzerinde güçlü bir şekilde uzmanlaşarak o alanda hizmet veren ajanslardır. Bu alanda uzmanlık birikimi, zaman zaman rekabetçi fiyat avantajı olarak da dönebilir müşteriye, ancak bu şart değildir. Öte yandan, büyük ajans söyleminin de, altı doldurulamadığı sürece, sürdürülebilir olmadığı giderek kendini göstermektedir.
Ayris:
Çok alem bu Ali Saydam:) Kendi şirketi mitoz bölünme ile çoğaldığı için artık gına gelmiş bence. 3 gün çalışıp müşterisini de alıp giden elemanlara gönderme yapmış bence. Ve tabi ki onun istediği rakamları verecek 5-10 firmada dön dolaş PRCI üyeleri arasında olduğu için KOBİlere geçiş için yol açıyor kendine.
Serdar:
Bu kadar taraflı bir yazının altında sadece art niyet ararım. Her iki tarafı da eleştirseniz daha inandırıcı olurdu. Büyük ajansların astronomik ücretlerine hiç laf söylememişsiniz. Maşallah, ne kadar kolay akla karayı ayırmışsınız. Ayrıca butikler ve büyükler iye 2 gruplama yapmak da saçma. Hangi butik ajans, hangi büyük ajans, bence isimler üzerinden gitmek gerekir ajansları değerlendirirken. Bu yazı kadınlar erkekler ayrımı gibi birşey olmuş.
Gerçek:
Sanırım işlerinizi bu sıralar "butik ajanslar" kapıyor Ali Bey? Yazınız o kadar saçma ki konu siz de olunca aklımıza başka bir şey gelmiyor açıkcası...
Zeynep Göktaş:
Ben bu yazınızla "neden butik ajans" olunamayacağını anlamadım açıkcası. Serdar, Hulusi yapmadı diye mi???? Onlar yapmadıysa olmaz mı??? Butik ajanslar neden işsiz güçsüz takımı olsun; neye dayanarak bu veriye ulaştınız??? Amerika'da California'da ses getiren, niş işlere imza atan ve kendini butik olarak tanımlayan bir sürü ajans var; bunlar oluyordu biz de neden olmuyor?? Fabrikasyon reklamcılık yapan networkler daha fazla kazansın diye olabilir mi??? Saçma Ali bey, üzgünüm!!! Hatta, sizin konumunuzda ve bir sürü ajansı olup bunda da iyi paralar kazanan bir iletişimciyi düşünürsek "kötü niyet" sezmekteyiz. Ne de olsa sizin gibi one man show adamları sektörü bu kadar kısır hale getirmedi mi??? Yazık, üzüldüm bir kez daha!!!
Davut Doğrucu:
Sanki destekliymiş gibi yap(z)ılmış bir yazı. Ne ki, çıktığı nokta yanlış olduğu için hiçbir yere varamamanın ıkıntısına ve dahi kafa ütülemeye dönüşmüş. Çok hazin!”
Hali pür melalimiz gerçekten de çok hazin sevgili arkadaşlar, çok hazin…
Shell ve Pfizer mızrakları hangi çuvala sokacaklar?..
Bu iki marka, iki kavramı firma tarihlerinin kara sayfalarına gömecekler ve bir daha asla unutmayacaklar herhalde…
WikiLeaks ve Nijerya…
Birinci kuruluşla ilgili ‘sızma’ (!) haberler yaklaşık şöyle verildi: “Shell Nijerya’yı ele geçirmiş!”… Bu bir rüşvet, suiistimal, irtikap hikâyesi… Belgelere göre Shell Nijerya’da satın almadık, rüşvet vermedik resmi daire, bakanlık bırakmamış…
İkinci haber ise en az birincisi kadar vahim. Pfizer ilaç firmasının insan deneyleriyle ilgili… İngiliz Guardian gaztesinin haberine göre, 1996'da Nijerya'nın kuzeyindeki Kano eyaletinde 10 binden fazla çocuğun öldüğü menenjit salgını sırasında Pfizer uzmanları bir kasaba hastanesinde 200 çocuk üzerinde ilaç denemişler.
Bu çocukların yarısına o dönem Amerika'da kullanılan en iyi menenjit ilacı olarak kabul edilen "Ceftriaxone", yarısına da 'Trovan" adlı yeni bir ilaç verilmiş. Trovan verilen çocuklardan beşi, Ceftriaxone verilen çocuklardan da altısı ölmüş. Salgında ölüm oranının yüzde 20'ye kadar çıktığı dikkate alınırsa bu, şirket için iyi bir sonuçmuş.
Ancak, sonradan, Pfizer'in ailelerden kurallara uygun olarak izin almadığı ve denemeyle ilgili belgelere ilişkin soru işaretleri olduğu iddiaları ortaya atılmış. Hem Kano eyaleti hem de federal hükümet şirkete dava açmış. Çocukların ilaçtan değil, menenjitten öldüğünde ısrar eden Pfizer, geçen Nisan'da Kano eyaletiyle dostane çözüme varmış. 75 milyon dolar karşılığında dava geri çekilmiş... İnanılır gibi değil ancak gerçek…
Federal düzeydeki davada para ödemek istemeyen şirket, davayı geri çekmesini sağlamak için, Başsavcı aleyhinde bilgi toplayacak kişiler tutmuş. Bu kişilerin sağladığı, Başsavcı'nın yolsuzluk yaptığına dair bilgiler yerel basına sızdırılmış.
Ekim 2009'da altı milyar dolarlık dava geri çekilmiş. Guardian, Nijerya ile Pfizer arasında gizlilik anlaşması imzalandığı için (!) davanın geri çekilme nedeninin bilinmediğini aktarıyor.
Her iki kuruluşun da bu haberleri yalanlayacağına kesin gözüyle bakılıyor da, halis Afrika mızraklarını hangi çuvala sığdırabileceklerini kimse henüz bilmiyor
Onların döneminde olmazdı böyle şeyler. Kalkıp raconu keserlerdi. Hepimiz susardık…
Aslında bu zarafet ve derinlik eksikliğine alışmam gerekirdi… O kadar sık başıma gelir oldular ki…
Örneğin, derim ki Türkiye’nin adam başına düşen gayri safi milli hasılası son 8 yılda üç katına çıktı…Türkiye’nin gelecek yıl da 789.6 milyar dolar milli gelire ulaşması bekleniyor; böylece ilk kez Hollanda’yı geride bırakarak 16’ncı sıraya yükselecek… Türkiye Uluslararası Para Fonu'nun en büyük 20'inci üyesi konumuna yükseldi. İhracatta şu rekoru kırdı; faiz dışı fazlada artış şöyle oldu… Aslında Deniz Gökçe Hoca’nın Akşam’da benden birkaç sayfa önde hergün yazdığı gerçekler…
AK Parti yönetimini zaman zaman eleştirsem de (örneğin üniversite gençliği konusundaki politikalarını) zaman zaman da olumlu gelişmeleri tespit eder, muhalefetin iktidara gelmek için kaç fırın ekmek yemesi gerektiğinde söz ederim…
Bu tespitlerim karşısında şöyle (bilimsel) yorumlar alırım mesela: “Sen popona ampul tak. Yanar…”
Nasıl düzey ama? Bu düzeyi milletvekillerinin yakaladığını söylesem?.. İnanılır gibi değil ancak gerçek… Elimde belgesi var… Zamanın Antalya milletvekilinden…
Dedim ya, alışığım bu tür tepkilere…
Bir süredir burada, Türkiye PR sektörünün ‘hali pür melalini’, bu durumun nedenlerini ve bu sorunların içinden nasıl çıkılacağını tartışmaya çalışıyorum… Amaç PR sektöründe çalışanların ellerine hak ettikleri paraların geçmesi, başta medya olmak üzere pek çok paydaş nezdinde yerlerde sürünen itibarın geri kazılması… Özellikle bu sayfalarda son yazdığım “Butik ajanslar neden ‘boutique’ olamazlar” başlıklı yazıya aldığım yorumları (10 Aralık tarihi itibariyle 7 adet) aşağıda paylaşacağım… Bu yorumların bizatihi kendileri, o ‘hali pür melal’ duruma da ışık tutacaktır…
Bu satırları düzenli okuyanlar şu tespitleri artık ezberlemişlerdir:
1. Türkiye’de PR sektörünün tamamının, yani yüzlerce (binlerce dememek için kendimi zor tutuyorum) PR ajansının yıllık gelirlerinin toplamı, İngiltere’de ilk 10’a giren ajanslardan sadece birinin (örneğin Burson & Marsteller) bir yıllık gelirinin sadece üçte biri kadardır…
Türkiye’den hangi sektörü alıp uluslararası benchmark’larla karşılaştırırsanız karşılaştırın, bu kadar vahim bir tablo ile karşılaşmazsınız. Aslında ‘Hali pür melal’ için diğer tespitlere hiç gerek yoktur; ancak biz yine de devam edelim.
2. Son 20 yıl itibariyle Türkiye’de firmalar, PR sektörü insan kaynaklarına yeterince yatırım yapmadığı, çalışanlara doğru dürüst ücret ödemediği için, kendi bünyelerinde nitelikli ve geniş pazarlama iletişimi ve PR kadroları kurmakta (inhouse PR), kendisine kul köle olacak PR şirketlerini ise üç kuruş beş paraya çalıştırıp sadece medya ile ilişkilerini ve sevgili Aytül Özkan’ın deyişiyle ‘organze PR’ işlerini yaptırmaya çalışmaktadırlar. Bu durum müşterilerine katma değerli iletişim hizmeti sunma becerisi gösteren, sayıları ise iki ellin 10 parmağını geçmeyen, yatırımcı iletişim danışmanlığı şirketleri için geçerli değildir. Bu çerçevede bunların yeni mi eski mi oldukları da belirleyici değildir. Aslolan kendilerini nasıl konumladıklarıdır.
3. Sektörün kendini ittiği ve müşterilerinin ve medyanın da konumladığı yer itibariyle bu ‘hali pür melal’ duruma tekabül eden ajans yapısı için bunların kendilerine ‘Butik’ demeleri anlaşılır bir şeydir. Olağanüstü derinlikli bir yaratıcılık, pazarlama iletişimi bilgi ve tecrübesi, herkesten farklı ‘niş’ bir yaklaşım değildir marka vaadi olarak ifade edilen. Daha çok “Ben seninle yatar kalkarım. Her sorununu anında çözerim. Çok da düşük ücret alırım. Aynı sektörden senden başka kimseye de hizmet vermem. Tamam sana teslim olurum” şeklinde bir vaat söz konusudur. Bu da sonun başlangıcıdır zaten. Kısa vadede üç kuruş beş para kazanıp uzun vadede büyümemek, gelişmemek, kendi kendini yok etmek için yola çıkmış bir sektörün marka vaadi budur işte…
4. Butik değil gerçek anlamda ‘Boutique’ hizmet verenler yok mudur sektörde. Vardır tabii. Hem de en âlâsından. Bakın örnek olsun diye bazılarını burada isim isim sayalım: Temel Aksoy, Salim Kadıbeşegil, Murat Yurttaş, Levent Erden, Selim Tuncer, Ali Atıf Bir, Selim Tuncer, Ali Murat Vural vb… Bu kişiler strateji oluşturmadan tutun da hangi ajansla nasıl çalışılacağına kadar pek çok alanda müşterileri yönlendirmekte, ya tek başlarına çalışmakt aya da ofislerindeki çalışan sayıları ikiyi üçü geçmemekte ve hiçbir butikçilerin tabiriyle ‘LCV yapmamaktadırlar…
5. Bu tespitlerin yapılması sektörün geleceğini tartışmak ve bu sektöre girmeye hazırlanan yüzlerce gencin geleceklerini sağlam temellere oturtmalarını sağlamalarına yardımcı olmak için elzemdir. Peki sen bu işin neresindesin, diyecek olanlar içi adres BİE’dir… Benim başında bulunduğum Bersay İletişim Grubu’nun dünya görüşü hakkında fikir sahibi olmak için 600 bin dolar yatırımla kurulmuş olan Bersay İletişim Enstitüsü’nünde (BİE) şöyle bir gezinmek yeterlidir… Kâr amacı gütmeyen Enstitü, bir yandan Bersay İletişim Grubu şirketlerinden destek almakta, diğer yandan gönüllü kuruluşların ve benim şahsi desteğimle (Nihat Saydam Bursu) iletişim alanında master ve doktora bursları vermekte, insana yatırım yapmak üzere çeşitli eğitim programları ve konferanslar, kültürel etkinlikler düzenlemekte…
Bizim görüşümüze göre, bir önceki yazımızda belirttiğimiz gibi mevcut algılamalarıyla ‘Butik Ajans’ yaklaşımı yanlıştır ve başta o ajanslar, sektöre zarar verir, benim başında bulunduğum gruba değil…
Şimdi bu görüşe gelen ‘Yorumlar’a gelelim. Marketing Türkiye’de benim yazımın altında nasıl yayınlanmışlarsa öyle aldım… Bakalım arkadaşlar ne demişler…
“Ali:
Ali Bey, butik ajans kavramını anlamıyor sanırım... Gerçek butik ajanslar, aynen verdiği örnekteki butik otellerde olduğu gibi, bir alan üzerinde güçlü bir şekilde uzmanlaşarak o alanda hizmet veren ajanslardır. Bu alanda uzmanlık birikimi, zaman zaman rekabetçi fiyat avantajı olarak da dönebilir müşteriye, ancak bu şart değildir. Öte yandan, büyük ajans söyleminin de, altı doldurulamadığı sürece, sürdürülebilir olmadığı giderek kendini göstermektedir.
Ayris:
Çok alem bu Ali Saydam:) Kendi şirketi mitoz bölünme ile çoğaldığı için artık gına gelmiş bence. 3 gün çalışıp müşterisini de alıp giden elemanlara gönderme yapmış bence. Ve tabi ki onun istediği rakamları verecek 5-10 firmada dön dolaş PRCI üyeleri arasında olduğu için KOBİlere geçiş için yol açıyor kendine.
Serdar:
Bu kadar taraflı bir yazının altında sadece art niyet ararım. Her iki tarafı da eleştirseniz daha inandırıcı olurdu. Büyük ajansların astronomik ücretlerine hiç laf söylememişsiniz. Maşallah, ne kadar kolay akla karayı ayırmışsınız. Ayrıca butikler ve büyükler iye 2 gruplama yapmak da saçma. Hangi butik ajans, hangi büyük ajans, bence isimler üzerinden gitmek gerekir ajansları değerlendirirken. Bu yazı kadınlar erkekler ayrımı gibi birşey olmuş.
Gerçek:
Sanırım işlerinizi bu sıralar "butik ajanslar" kapıyor Ali Bey? Yazınız o kadar saçma ki konu siz de olunca aklımıza başka bir şey gelmiyor açıkcası...
Zeynep Göktaş:
Ben bu yazınızla "neden butik ajans" olunamayacağını anlamadım açıkcası. Serdar, Hulusi yapmadı diye mi???? Onlar yapmadıysa olmaz mı??? Butik ajanslar neden işsiz güçsüz takımı olsun; neye dayanarak bu veriye ulaştınız??? Amerika'da California'da ses getiren, niş işlere imza atan ve kendini butik olarak tanımlayan bir sürü ajans var; bunlar oluyordu biz de neden olmuyor?? Fabrikasyon reklamcılık yapan networkler daha fazla kazansın diye olabilir mi??? Saçma Ali bey, üzgünüm!!! Hatta, sizin konumunuzda ve bir sürü ajansı olup bunda da iyi paralar kazanan bir iletişimciyi düşünürsek "kötü niyet" sezmekteyiz. Ne de olsa sizin gibi one man show adamları sektörü bu kadar kısır hale getirmedi mi??? Yazık, üzüldüm bir kez daha!!!
Davut Doğrucu:
Sanki destekliymiş gibi yap(z)ılmış bir yazı. Ne ki, çıktığı nokta yanlış olduğu için hiçbir yere varamamanın ıkıntısına ve dahi kafa ütülemeye dönüşmüş. Çok hazin!”
Hali pür melalimiz gerçekten de çok hazin sevgili arkadaşlar, çok hazin…
Shell ve Pfizer mızrakları hangi çuvala sokacaklar?..
Bu iki marka, iki kavramı firma tarihlerinin kara sayfalarına gömecekler ve bir daha asla unutmayacaklar herhalde…
WikiLeaks ve Nijerya…
Birinci kuruluşla ilgili ‘sızma’ (!) haberler yaklaşık şöyle verildi: “Shell Nijerya’yı ele geçirmiş!”… Bu bir rüşvet, suiistimal, irtikap hikâyesi… Belgelere göre Shell Nijerya’da satın almadık, rüşvet vermedik resmi daire, bakanlık bırakmamış…
İkinci haber ise en az birincisi kadar vahim. Pfizer ilaç firmasının insan deneyleriyle ilgili… İngiliz Guardian gaztesinin haberine göre, 1996'da Nijerya'nın kuzeyindeki Kano eyaletinde 10 binden fazla çocuğun öldüğü menenjit salgını sırasında Pfizer uzmanları bir kasaba hastanesinde 200 çocuk üzerinde ilaç denemişler.
Bu çocukların yarısına o dönem Amerika'da kullanılan en iyi menenjit ilacı olarak kabul edilen "Ceftriaxone", yarısına da 'Trovan" adlı yeni bir ilaç verilmiş. Trovan verilen çocuklardan beşi, Ceftriaxone verilen çocuklardan da altısı ölmüş. Salgında ölüm oranının yüzde 20'ye kadar çıktığı dikkate alınırsa bu, şirket için iyi bir sonuçmuş.
Ancak, sonradan, Pfizer'in ailelerden kurallara uygun olarak izin almadığı ve denemeyle ilgili belgelere ilişkin soru işaretleri olduğu iddiaları ortaya atılmış. Hem Kano eyaleti hem de federal hükümet şirkete dava açmış. Çocukların ilaçtan değil, menenjitten öldüğünde ısrar eden Pfizer, geçen Nisan'da Kano eyaletiyle dostane çözüme varmış. 75 milyon dolar karşılığında dava geri çekilmiş... İnanılır gibi değil ancak gerçek…
Federal düzeydeki davada para ödemek istemeyen şirket, davayı geri çekmesini sağlamak için, Başsavcı aleyhinde bilgi toplayacak kişiler tutmuş. Bu kişilerin sağladığı, Başsavcı'nın yolsuzluk yaptığına dair bilgiler yerel basına sızdırılmış.
Ekim 2009'da altı milyar dolarlık dava geri çekilmiş. Guardian, Nijerya ile Pfizer arasında gizlilik anlaşması imzalandığı için (!) davanın geri çekilme nedeninin bilinmediğini aktarıyor.
Her iki kuruluşun da bu haberleri yalanlayacağına kesin gözüyle bakılıyor da, halis Afrika mızraklarını hangi çuvala sığdırabileceklerini kimse henüz bilmiyor